Dolar

34,8957

Euro

36,7227

Altın

3.013,33

Bist

10.058,63

Paker: Bu süreç son umuttur, çökerse felaket olur

Akil İnsanlar Komisyonu’nun ‘Doğu Anadolu Heyeti’ Başkanı Can Paker, sürecin başarılı devam etmesi için insan haklarıyla ilgili hukuki adımların “hiç olmazsa atılmaya başlandığı gözlemlenmesi lazım” dedi. Mevcut sürecin son umut olduğunu belirten Paker, “Bu da çökerse çok kötü olur” uyarısında bulundu.

13 Yıl Önce Güncellendi

2013-05-13 15:53:29

Paker: Bu süreç son umuttur, çökerse felaket olur


AKP hükümeti tarafından oluşturulan Akil İnsanlar Komisyonu’nun ‘Doğu Anadolu Heyeti’ne başkanlık eden iş adamı ve Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Başkanı Can Paker, devam etmekte olan demokratik çözüm ve barış sürecini ANF’ye değerlendirdi..


Öncelikle, Reyhanlı’da meydana gelen saldırı ile ilgili neler düşünüyorsunuz? Bu olayın, Türkiye’de devam eden süreçle bir ilgisi var mı sizce ve bu tür dış odaklı olduğu düşünülen olaylar, süreci olumsuz anlamda etkiler mi?


Bu saldırının dış politika ile ilgili nedeni de olabilir ama ben bu olayın, barış sürecine karşı yapıldığını düşünüyorum. Bu tür saldırıların süreci etkileyeceğini de sanmıyorum. Meseleye Türkiye’nin içinden ve dışından bakalım; Türkiye’nin içinde toplumun büyük çoğunluğu barış istiyor. En son KONDA’nın yaptığı bir araştırma var biliyorsunuz. Toplumun yüzde 81,3 oranında destek var barış sürecine. Diyelim ki yüzde 50’si Ak Parti’nin oylarıdır, geriye kalan yüzde 30’u da Ak Parti’ye rey vermeyenlerdir ki bu çok büyük bir orandır. Dolayısıyla Türkiye’nin içinde çok ciddi bir barış talebi var. Ve sosyolojik temeli de var bu talebin. Çünkü Türkiye’deki insanlar savaş yerine artık daha iyi şartlarda yaşamak, daha iyi sağlık hizmeti almak, çocuklarını daha iyi şartlarda okutmak vs. istiyorlar.

Esasında Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajında da bu boyuta referans veren sözler vardı. Ayrıca, Türkiye’de son 15 yılda oluşan yeni orta sınıf da savaş istemiyor. Dolayısıyla Türkiye iç dünyasına baktığımızda artık bir savaşın anlamı kalmadı. Dış dünyaya bakarsak, Ortadoğu’da, Türkiye ciddi bir konumda. Türkiye’ye verilen dış destek konusunda, biz TESEV olarak son 4 yıldır 16 ülkede araştırma yapıyoruz. Burada ortaya çıkan; çok ciddi destek var Türkiye’ye. Ortadoğu’da Türkiye’nin siyasi, ekonomik, kültürel desteklenmesi, iyi konumda olması konusunda çok ciddi dış destek vardır.

Türkiye artık ciddi bir oyuncu Ortadoğu’da ve batı dünyası da özellikle ABD, bu konuda destek veriyor. Dolayısıyla dış dünya da bu sürecin barışla bitmesini istiyor. Bu nedenle ben, gelip 45 vatandaşımızı öldürmek, bu tür sabotajlar yapmak, içerde bu kadar üst düzey sosyolojik talep ve üst düzey dış destek varken siyaset dünyasını etkileyeceğini sanmıyorum. Bu olayı, insanlar açısında çok acı, yapanlar açısında da çok zavallıca olarak görüyorum.


Gelelim Akil İnsanlar Heyeti çalışmalarınıza. Siz kişisel olarak yıllardır Kürt meselesiyle ilgilisiniz, kurumsal anlamda TESEV olarak da birçok çalışma yaptınız. Akil İnsanlar Heyeti olarak bölgeye gidip Kürtlerle temas ettikten sonra bir değişim yaşadınız mı?

Tabi, tabi. Ben 1990’dan beri bu meseleyle ilgiliyim. TÜSİAD yönetim kurulundayken hazırlattığımız demokratikleşme raporunda ilk defa – o zaman Kürt sorunu diyemiyorduk Güneydoğu sorunu diyorduk - meseleyi o raporun içine dahil eden benim. Ondan sonra TESEV’de de uzun yıllar çalışmalar yaptık, o zamanlar bölgeye çok gittim, özellikle Diyarbakır’a çok gittim geldim. Ve normal batıda yaşayan bir insana göre bölgeyi çok daha fazla tanıdığımı sanıyordum fakat bu süreçte oradaki sosyal dokuya o kadar derinlemesine dokunma imkanım oldu ki hakikatten hiç orayı o kadar da tanımadığımı anladım. Bölgedeki yapıyı, bölgedeki renkliliği, değişikliği ve yaşam özlemini… Çok büyük dramları da görüyoruz, çok büyük trajedilerini anlatıyor insanlar ama çok büyük bir barış özlemi de var. Tabi ki bazı kuşkuları da var. ‘Evet barış olacak ama Kürt haklarımızı verecekler mi’ diye soruyorlar.


En çok dile getirilen talep nedir?


Anadilde eğitimde, koruculuğun kaldırılması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve daha birçok talep. Öcalan’ın bu kadar güçlü olduğunu da bilmiyordum, çok etkili bölgede benim gördüğüm. Toplantılarda edindiğim intiba, Öcalan’ın çok etkili olduğudur.


Geçen gün, bir aylık çalışmanın sonucunu değerlendirmek için Başbakan Erdoğan’la bir toplantı yaptınız. Diğer bölgelerin heyet başkanlarının izlenimlerini de dinlediniz, o bölgelerdeki mevcut duruma vakıf oldunuz. Toplantıdaki izlenimler sonucunda nasıl bir Türkiye fotoğrafı çıktı ortaya?

-Diğer grupların anlattığı, gördükleri ile bizim anlattığımız ve gördüğümüz farklı her şeyden önce. Ege bölgesi başka, Marmara başka, Karadeniz çok daha başka. Fakat ben KONDA’nın araştırmasının rakamını referans veriyorum: yüzde 81. Dolayısıyla onların diğer bölgelerde gördüğü karşı eylem, karşı söylemler; evet sesleri çıkıyor ama çok da etkili bir tepki değil. Benim gördüğüm medya olumsuzlukları özellikle öne çıkarıyor ama esas içeriği o kadar öne çıkarmıyorlar. Yüzde 81 çok ciddi bir rakamdır. Kaldı ki sadece rakama da bakmıyorum, Türkiye’nin sosyolojik yapısına bakıyorum. Türkiye, bir köylü toplumundan orta sınıf toplumuna dönüştü, dönüşmeye devam ediyor. Orta sınıf talepleri farklıdır, dolayısıyla özgürlük talebinde bulunurlar ama köylü toplumlarda birbirine benzerdir insanlar. Köylü toplumu ile orta sınıfın en büyük farkı da budur. Farklı insanları vardır. İnsanlar farklılaştıkça özgürlük talepleri de artar, yani bireysellik talepleri artar. Türkiye’de bugün orta sınıf artık savaş istemiyor. Toplantıda başbakan herkesi dinledi ve herkesin söylediğini not aldı. Bu toplantıda herhangi bir öneri getirmedik veya sonuçlar sunmadık sadece izlenimlerimizi anlattık. Ara toplantıydı bu. Esas önerilerimizi ve sonuçları ve niye bu sonucu vardığımızı daha sonra raporla sunacağız.


Bu süreçte Sayın Öcalan’a serbest hareket etme olanağının sunulması, süreci çok daha sağlıklı hale getirmesi ve başarıyla sonuçlanmaya götürmez mi?

Muhtemelen götürür ama bugünkü siyasi yapının buna müsaade edeceğine inanmıyorum. Yani Öcalan’ın etkisi belli ve çok da pozitif katkısı var sürece ama şuanda Türkiye’deki siyasi yapının belirli bir sürede, en azında şuanda içinde bulunduğumuz ortamda buna müsaade edeceğini sanmıyorum. Şimdi bu işi götüren Ak Parti, bütün Türkiye’de oy alıyor. Dolayısıyla kendi oy dengelerini de düşünür, siyasi kaygısı vardır.


İki aylık çalışmanızın sonunda Sayın Öcalan’la da görüşme isteğiniz ve talebiniz olacak mı?


Hayır olmayacak. Çünkü biz arabulucu değiliz. Böyle bir yetkimiz de yok. Biz sadece sürecin topluluklara aksetmesini sağlayan insanlarız. Bizim yaptığımız esasen şudur; biz olmasaydık oluşma ihtimali çok yüksek olan kutuplaşmayı önlüyoruz akil insanlar olarak. Çünkü çok renkli, çok değişik durumda olan insanlar var heyette. Bir tarafta ben, öbür tarafta Zübeyde Teker var, bir tarafta Alevi İzzettin Doğan, öbür tarafta suni Abdurrahman Dilipak var. Ve diğer arkadaşlarımız. Çok farklı, çok renkli insanlar yani. Şimdi böyle olunca karşımızdaki insanlar bizi böyle görünce kutuplaşma oluşmuyor. Bölgede benim konuşmam başka, Zübeyde’nin konuşması başka. Ama hepimizin ortak talebi barış, ortak talebimiz silahsız bir demokratikleşme. Böyle olunca önceden beklenen kutuplaşma olmuyor.


Sizin Akil İnsanlar Grubları olarak sürece katkınız bu mudur?


Evet birincisi budur. İkincisi de bizim bölge için söylüyorum belki diğer bölgelerde de böyledir, bilmiyorum, o güne kadar hiç birbirini tanımayan, aynı şehirde yaşayıp da birbirleriyle hiç konuşmayan insanları bir araya getirip konuşturuyoruz. Savaş yaşamış bir toplum için çok şeydir bu. Bir de şu var tabi ki, devlet bizden katkı istedi, verdik. Biz artık devletten talepte bulunmuyoruz, talimat veriliyor bizim çalışmalarımız vasıtasıyla. Talep değil, talimat veriliyor artık.


Herhalde en rahat çalışan grup sizin gruptur!

Valla bilmiyorum ama Erzincan’da küçük bir tepki oldu. Ama insanların çoğu barış istiyor. Orada tepki gösterenler organize siyasi gruplardır. Bunların sosyolojik dayanağı olduğunu da düşünmüyorum. Tepkinin kaynağı da barış istemeyenlerdir. Bundan rant elde edenler var. Bir de Türkiye’de siyasi yapının değişeceğini düşünenlerdir. Düzenlerinin yıkılacağını düşünenlerdir.


Çözüm süreci için 3 aşamalı bir planın olduğu hem hükümet hem de Kürt yetkililer tarafından dile getirildi. Ve bu aşamalardan birincisi, hiç tereddüt gösterilmeden Kürt özgürlük hareketi tarafından başlatıldı ve şimdilik sorunsuz sürüyor. Şimdi gözler, hükümetin başlatacağı ikinci aşamada. Sizce ikinci aşamada öncelikli olarak hangi adımlar atılmalı? Nasıl bir yol izlenmeli?

-Şimdi acilliği bir önem sırasına koyabilir miyim bilmiyorum ama sürecin başarılı devamını göstermesi için, silahların konuşmadığı bir yerde artık insan haklarıyla ilgili kaygıların gündeme geldiği ve bununla ilgili hukuki adımların hiç olmazsa atılmaya başlandığı gözlemlenmesi lazım. Aksi halde ‘süreç bir yerde tıkandı’ izlenimi bırakır. Bakın, şöyle bir şey var; şu anda bu sürecin toplumsal meşruiyeti var. Ve bu, bir süre sonra yavaş yavaş siyasi meşruiyete doğru dönüşüyor ve en sonda da hukuki meşruiyeti olması lazım. Dolayısıyla bu süreci böyle düşünmek lazım. Şu anda toplumsal düzeyde gidiyor, sonra siyasette devam devam edecek ve en sonda da hukuk bunu tescil edecek.


Sürecin iki yürütücüsü, iki liderin performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir defa Öcalan çok pozitif etkiliyor süreci, görüyoruz. Geri çekilmeyi bile bir kaç ay öne aldı bir sözüyle. Sayın başbakan da fevkalede siyasi bir risk alarak sürecin arkasında duruyor. Güçlü irade ortaya koydular. Dolayısıyla ben böyle bir liderliğin sonucunda bu işin başarıya ulaşacağını zannediyorum. Liderlik tabi ki çok önemli ama bana göre daha önemlisi de toplumun isteğidir. Yani her ikisi de toplumun isteği olmasaydı bu liderliği gösteremezlerdi bence. Çünkü taban istiyor ve onlar bunu hissediyorlar. Zaten iyi lider olmak, tabanın istediğini iyi teşhis etmek, öngörmek, iyi okumaktır.


Yeni anayasa konusunda neyi öngörüyorsunuz?

Ben şunu öngörüyorum; bir anayasa olacak. Ve bu anayasa, en azından 1980 anayasasından daha iyi olacak ama yine de çok eksikleri olacak. Bu son anayasamız da olmayacaktır. Anayasalar da toplumlarla beraber değişir ve gelişir. Geçiş anayasası dahi diyebilirsiniz. Zaten Türkiye şuanda bir geçiş dönemi yaşıyor. Bu geçiş dönemleri, doğada da böyledir, toplumlarda da, bireylerde de böyledir. Değişime başladığınız noktadaki değer yargıları ile gitmeyi hedeflediğiniz son noktadaki değer yargıları aynı anda beraber yaşamaya başlar değişim sürecinde. Yani eski dünyanın değerleri ile yeni gideceğiniz dünyanın değerleri beraber yaşar. Eski devletle, yani asker ve sivil bürokrasinin yönettiği devlet ile artık sivillerin yönettiği ve halkın oyuna dayanan devlet değerleri aynı anda yaşar ve etkinlikleri de aynı anda yaşar. Dolasıyla bu değişim sürecinde yapılacak anayasa, son merhalenin anayasası olmasına sosyolojik olarak imkan yok. Eskilerin etkisi de muhakkak görülecektir. Ama bu, bir sonraki anayasada daha da değişecektir. Ben, olayı bir süreç ve dönüşüm olarak görüyorum. Yani ‘bir anayasa yapacağız ve mükemmel olacak, bir daha da dönüp bakmayacağız’ böyle değil. Bugüne kadar Türkiye’deki yasa ve anayasalar hep devleti korumak üzerine yapılmıştır. Esas mesele, bireyi koruyan bir hukuktur. Özellikle anayasa ve tabi ki yasalar bireyi korumaya yönelik olmalıdır. Hukukun temeli zaten bireyi korumaya yöneliktir. İngiltere’de Magna Carta 1215. Ne olmuştu? İlk defa devlete karşı bireyin korunması ile ilgili ilk adımdır. Türkiye’de ise bu tam ters yaşanmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan beri ters yaşanmıştır. Belki İttihat ve Terakki’den beri böyle ters yaşanmıştır. Dolasıyla en önemlisi, bireyi koruyan anayasanın yapılmasıdır.


Bu paralelde başkanlık sistemi de tartışılıyor.


Şunu hemen söyleyeyim; Türkiye’ye başkanlık sistemi gelmiştir, boşuna tartışıyorlar! Çünkü bugünkü muhalefet ile o zamanki Ak Parti aleyhtarları, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmemek için 367 meselesini çıkardılar. Ondan sonra da mesele, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dönüştü. Şimdi, bugünkü kanunlar aynen uygulansa, seçilecek cumhurbaşkanı hiçbir partinin alamayacağı oy oranıyla seçilecek. Yani müthiş bir güç olacak arkasında ve siyasi meşruiyeti olacak. Ve hukuki meşruiyeti de olacak. Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder, valileri atar, büyükelçileri, rektörleri atar, kanunları veto eder… Ve en önemlisi hiçbir sorumluluğu yoktur. Tamamen sorumsuz olacak. Bu herhalde doğru bir başkanlık sistemi değil ama başkanlık sistemidir sonuçta. Yani geldiği anda o cumhurbaşkanı, müthiş bir siyasi destekle gelecek. Kimse ona karşı çıkamayacak kolay kolay. Halkın en azında yüzde 51 oyunu almıştır. Dolasıyla mesele, başkanlık sistemi midir, değil midir meselesi değil, mesele ‘iyi bir başkanlık sistemini nasıl yapılmalıyız’ı konuşulmasıdır.


Gelelim CHP’nin bu süreçteki duruşuna. CHP sürecin neresindedir? Sürecin taraftarı mı, karşısında mı?


Ben siyasetçi değilim, onun için siyasi aksiyonları çok iyi değerlendiremeyebilirim. Fakat gördüğüm kadarıyla CHP tabanında süreci destekleyen önemli bir bölüm var. Bölgeden en azında 10 CHP’li il başkanı süreci desteklediklerini söylediler. Deklarasyon da yayınladılar. Bana göre CHP, bu süreci desteklediğinde kaybedeceği oy oranı ile bu sürece karşı olduğunda alacağı oy arasında bir tercih yapmakta zorlanıyor. Yanılıyor da olabilir tabi. Ben siyasete baktığımda sosyolojik tabanla bakarım. CHP tabanında süreci destekleyen de var, desteklemeyen de.


Son olarak şunu sorayım; bu süreç başarıyla sonuçlanmazsa ne olur?


Felaket olur. Ama zannetmiyorum, sonuç başarılı olacaktır. Aksini düşünmek bile istemiyorum, çünkü çok kötü olacak. Oradaki insanların son umududur bu süreç. Müthiş bir barış isteği var insanlarda. Ve bu, onların son umududur gördüğümüz kadarıyla. Bu da çökerse çok kötü olur.


SON VİDEO HABER

İHH'dan Suriye'deki fırınlar için un desteği çağrısı

Haber Ara