Dolar

34,8800

Euro

36,8224

Altın

3.049,96

Bist

10.104,20

Zındık muhtesipleri ve Mihna mahkemeleri

Ayşe Hür: İslam düşünce tarihi, sadece Hallac-ı Mansurgillere uygulanan ağır cezaların değil, Ravendi, Razi, Arabi, Maarri gibi son derece radikal söylemleri olan felsefecilere gösterilen tahammülün de tarihi.

13 Yıl Önce Güncellendi

2013-04-21 07:25:49

Zındık muhtesipleri ve Mihna mahkemeleri

TIMETURK / Haber Merkezi


Fazıl Say’a ‘halkın bir bölümünün dini değerlerini aşağılamak’ suçundan verilen 10 ay hapis cezası, İslam tarihi boyunca ‘zındıklık’ suçlamasıyla hayatı karartılanların izini sürmeye yöneltti beni. Yer sorunu yüzünden Abbasiler dönemi (750-1258) ile sınırladım yazımı. Aynı nedenle, Ebu Müslim, Sindbad, Türki, Ravendiyye, Üstad-ı Sis, Mukanna, Babek, Mazyar, Afşin hareketleri gibi kitlesel olanları dışarıda bıraktım.

‘Zındık’ (çoğulu ‘zendeka’) kelimesinin etimolojisine girmeyeceğim çünkü hem yerimiz az hem de tarih içinde kökeni ile açıklanmayacak kadar geniş bir anlam kazanmış. Başlangıçta sadece Manicileri tarif ederken, daha sonra Manicilerle birlikte Mazdekçileri ve Zerdüştleri de kapsar hale gelmiş. Ancak burada da kalmamış ve Sünnilik dışındaki İslama (Şiilik ve Haricilik) yakınlık duyanlar, İslamın ve imanın şartlarını katı biçimde yerine getirmeyenler, siyasi iktidarı sorgulayanlar, hele de devirmeye kalkan ihtilalciler zındıklıkla suçlanmış. Ve nihayet zevk-ü sefa düşkünlüğü, oğlancılık, içki içmek, kanunların, dini emirlerin ve ahlak kurallarının bağlayıcılığını kabul etmemek (ibahilik) zındıklık işareti sayılmış.
Sünniliğin dört mezhebi zındıklık konusunda farklı tutumlar takındı. Hanefiler zındığa tevbe imkânı tanınmasını, tevbe etmezse öldürülmesini doğru buluyordu. Maliki, Hanbeli ve Şafiiler “Zındığın tevbesi ölüm korkusu altında yapılmış bir tevbe olacağı için güvenilmez, dolayısıyla zındığın öldürülmesi gerekir” diyorlardı.

Ancak davalar, egemenler eliyle yürütüldüğü ve zındıklara ait eserler ‘suç unsuru’ diye imha edildiği için, suçlamaların ne olduğunu, suçlananların kendilerini nasıl savunduğunu, verilen cezaların ‘haklı’ olup olmadığını bilmiyoruz.


İbahi halifeler ve şairler

Abbasi Halifesi Mansur döneminde (754-775) saray kâtiplerinden Mukaffa Hind, hayvan masallarını Kelile ve Dimne adıyla Arapçaya kazandırmış, ancak eserin başına eklediği bölümle, eski dini olan Zerdüştlüğün gizli propagandasını yaptığı iddiasıyla, organları birer birer kesilerek, ardından da fırına atılarak öldürülmüştü. Halbuki fıkıh kurallarına göre ölüm cezasının, kafanın kılıçla kesilmesi suretiyle, işkencesiz biçimde infaz edilmesi gerekiyordu.

Mehdi döneminde (775-785) şiir, güzel sanatlar, müzik, içki ve av partileri, sohbet toplantıları ile şenlenen Abbasi sarayı sofuluktan uzaklaşmış, zındıklıkla suçlanacak noktaya yaklaşmıştı. Ama elbette Mehdi ‘suçlanan’ değil ‘suçlayan’ oldu. ‘Zındık muhtesipleri’ denilen adamlar sürekli etrafı kolaçan ediyor, yerleşik İslam anlayışına uygun davranmayanları kadının ya da halifenin karşısına çıkarıyordu. Suçun ya da suçlananın niteliğine göre, sopa veya kırbaçtan ölüm cezasına kadar uzanan bir yelpazede ‘zındıklar’ cezalandırılıyordu. Halktan kişilerin kitlesel olarak zındıklık suçundan kılıçtan geçirildiği Mehdi döneminde, kelamcı Abdulkerîm b. Ebi’l-Avcâ, haramı helal, helali de haram gösterecek 4 bin hadis uydurduğu gerekçesiyle 772’de idam edildi. Hammad Acrad adlı bir başka şair, ibadete önem vermediği, Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın değil Muhammed’in kelamı olduğunu göstermek üzere bazı ayetlerin üslubunu eleştirdiği için 778’de ölümle cezalandırıldı. Beşşar b. Burd adlı şair ise öldükten sonra dirilmeye inanmamakla, Âdem’e secde etmediği için şeytanı haklı görmekle, beş vakit namaza iltifat etmemekle suçlanarak, 784’te kellesini kaybetti.

İbn Haldun tarafından ‘bir yıl savaşa, bir yıl hacca giden’ sofu ve mücahit bir şahsiyet olarak tarif edilen Harun Reşit (786-808), aslında eğlence ve içkiye (hurma şarabına) düşkün biriydi. Hatta bazı kaynaklara göre, dönemi eğlence âlemleriyle geçmişti. Nedimi Ebu Nuvas sadece içki, oğlancılık, sefahat hayatı ile değil, İslami değerleri sorgulayan tavırlarıyla da bilinirdi. Ama şeriat kılıcı Ebu Nuvas’ın başına değil, dönemin ünlü vezir ailesi Bermekilerin başına indi. Siyasi açıdan aşırı derecede güçlenmiş aile Şii İsmaililerle işbirliği yaptıkları iddiası ile 803’te tamamen tasfiye edildi. Harun Reşit’in oğullarından Halife Emin (808-813), Ebu Nuvas ile yakın ilişki içine girdi ama sonunda zındıklıkla suçlanıp öldürülen sadece Ebu Nuvas oldu.


Me’mun ve Mu’tezile hareketi

Harun Reşit’in diğer oğlu Me’mun, 813’te kanlı bir darbe ile halifeliği kardeşinden alınca, ‘zındıklık’ tanımı yeni bir içerik kazandı. Me’mun da selefleri gibi eğlenceyi ve içkiyi severdi ama daha önceki halifelerin tersine, bilim ve felsefeyle ilgilenen olgun bir kişilikti de aynı zamanda. Yunanca ve Süryaniceden birçok kitabı Arapçaya çevirtti, dev bir kütüphane yarattı. Ama en önemlisi, Tanrı’nın zatından ayrı sıfatları olamayacağını öne süren, özgür iradeyi ve kişinin kendi eylemlerinden bütünüyle sorumlu olduğunu vurgulayan Mu’tezile öğretisini halkına benimsetmeye çalıştı. Akılcı bir mezhep olan Mu’tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i Sünnet’ten farklı biçimde yorumluyor ve bu yorumlarında akla öncelik veriyordu. Bu öğretiyi savunanlar, Kur’an’ın kadim (ezeli) değil, ‘mahluk’ (yaratılmış) olduğunu öne sürüyordu. Bu yorum, Kur’an’ın hükümlerinin sosyal ve siyasal şartlara göre değiştirilmesine meşruiyet kazandırıyordu. Me’mun bu öğretiyi, daha esnek bir yönetimin yolu olarak gördü. 827’de Kur’an’ın ‘yaratılmış’ olduğu tezini kabul etti ve yeni dönemin ‘zındıkları’ Ehl-i Sünnet oldu.


Mihne ve Ahmed b. Hanbeli


Me’mun, bu kelamcıları tasfiye etmek için, Batılı araştırmacılar tarafından İslam Engizisyonu diye adlandırılan Mihna mahkemelerini kurdu. Sözlük anlamı ‘sınamak, denemek, işkence etmek, zorluğa düşmek, şiddet, sıkıntı, bela, eziyet’ olan Mihna, Me’mun’dan sonra işbaşına gelen halife Mu’tasım (833-842) ve onun yerine geçen Vasık (842-847) zamanında da devam etti.

Hanbelilik mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel, Me’mun döneminde zindana atıldı, Mu’tasım döneminde 28 ay boyunca kırbaçlandı, hapsedildi, zehirlenmeye çalışıldı. Vâsık halife olduğunda, hapishaneler Kur’an’ın mahluk olduğunu reddedenlerle doldu. Maliki ve Şafii fakihlerinin mescitlere girmesi yasaklandı. Halk üzerinde etkili olanlar idam edildi. Vasık’tan sonra halife olan Mütevekkil (847-850) Mu’tezileyi yasaklayınca, bu sefer Mu’tezileci avı başladı. O güne kadar kelleyi kurtarmak için Mu’tezileyi benimseyen ya da benimsemiş gibi görünen bürokrasi, ulema ve halk ne yapacağını şaşırdı.


Hallac-ı Mansur

Kelamcıların bile kurtulamadığı zındıklık suçlamasından tasavvufçuların kurtulması düşünülemezdi elbette. Hallac-ı Mansur, sihirbazlık bildiği, bütün gizli ilimlere, ayrıca kimyaya ilgi gösterdiği için suçlandı. Ama en büyük suçu, Allah’ın insan bedenine geçtiğine inanmasıydı. İnancını ‘Ene’l-Hak’ şeklindeki ünlü sözüyle formüle eden Hallac-ı Mansur, 922’de, kolları ve bacakları kesilmek suretiyle öldürüldü, cesedi uzun süre teşhir olunduktan sonra yakıldı ve külleri Dicle’ye atıldı. Hallac’ın takipçilerinden Şihabeddin-i Sühreverdi-i Maktul 1191’de zındıklık suçuyla idam edildi ama ‘Vahdet-i vücut’ (yaradanla yaradılanın bir olduğu) düşüncesini doktrin haline getiren Muhyiddin İbn’ül-Arabi Suriyeli Emevilerin hoşgörüsünden yararlanarak 1241’de eceliyle ölmeyi başardı.


Zındık feylesoflar: Ravendi, Razi, Maarri, Arabi

Zındık avı, Abbasi hilafeti 1258’de Bağdat’ın Moğollar tarafından işgaline kadar sürdü ama zaman içinde cezalar hafifledi. Nitekim İbn’ül-Cevzi (ö. 1200) tarafından, “İslam tarihinin en korkunç zındıkları” diye adlandırılan İbn’ür-Ravendi ve Zekeriyya er-Razi, büyük baskı ve takibe rağmen ecelleriyle öldüler.

Maniheizme beslediği sempati ve imamet konusunda Şiileri desteklediği için Mu’tezile’den ihraç edilen kelamcı ve feylesof Ebu’l İsa el-Varrak’ın (ö. 861) öğrencisi olan Ravendi, Mu’tezile’den ‘fazla akılcı ve maddeci felsefeye eğilim gösterdiği için’ tard edilmiş, ölümden kurtulmak için Bağdat’tan kaçmış, Mu’tezileye karşı büyük bir savaş açmıştı. Ravendi’ye göre Kur’an vahiy ürünü değildi, taklit edilemezliği ve açıklığı bir rivayetten ileri gidemezdi. Gerçekte hiç de iyi yazılmamıştı, çelişkilerle doluydu. O güne kadar en radikal iddia, Kur’an’ın üslubunun taklit edilebilirliğiydi. Ravendi ise esasa girmişti. Bu nedenle İslam tarihçileri Ravendi’yi ilk İslam ateisti olarak nitelemişlerdi, ancak söylemine bakılırsa Ravendi yaratıcıya inandığı için ateist değil deistti. Bu radikal görüşlerine rağmen, Ravendi muhtemelen 910 yılında eceliyle Kûfe’de öldü.

Başta tıp, kimya ve hekimlik alanında pek çok kitap yazmış, pek çok değerli eserin koleksiyonunu yapmış olan Razi’nin fikirlerini de başka kaynaklardan aktarıldığı kadarıyla biliyoruz. Buna göre Razi Allah’a inanıyordu ama bu Allah İslamın tanımladığı türden bir Allah değildi. Razi’ye göre ikinci önemli güç akıldı. Ona göre akıl varken ne peygamberlere ne de onların Allah’tan aldıklarını iddia ettikleri vahiye dayandırdıkları kutsal kitaplara gerek vardı. Zaten peygamberler ve kutsal kitaplar çelişki içindeydi. Razi Kur’an-ı Kerim’den daha mükemmel bir kitap yazmanın mümkün olduğunu hatta mevcut tıp, geometri, astronomi ve felsefe kitaplarının Kuran’dan daha yararlı olduğunu ileri sürüyordu. Deist, yani yaratıcıya inanan ama dine inanmayan biri olduğu anlaşılan Razi’nin bu gözüpek hayat hikâyesi de 925’te doğal yollardan sona erdi.

Luzumiyyat adlı kitabın müellifi felsefeci, şair El-Maarrî ise “Yeryüzünde iki tür insan vardır; birisi akıllı ama dinsiz, diğeri de dindar ama akılsızdır”, “Sanma ki, resuller doğruyu söyledi. Yalan yanlış sözlerdi yazdıkları/İnsanlar huzur içinde yaşarken, hayal ürünü şeyleri getirerek onların huzurunu kaçırdılar/Şeriatlar aramıza kin ve nefret tohumları saçtı. Bize türlü türlü düşmanlıklar miras bıraktılar” benzeri nice dizesine rağmen, hayatını 1058’de eceliyle tamamlayabildi.

Sözün özü, İslam düşünce tarihi sadece ‘zındık muhtesipliği’ ve ‘Mihne’ gibi baskıcı kurumların, ‘İslam’da zorlama yoktur’ sözünü yalancı çıkarırcasına Hallac-ı Mansurgillere uygulanan ağır cezaların değil, Ravendi, Razi, Arabi, Maarri gibi son derece radikal söylemleri olan felsefecilere gösterilen tahammülün de tarihi. Fazıl Say’a verilen cezayı onaylayanların hangi geleneğin izleyicisi olduğuna varın siz karar verin.


Özet Kaynakça:

Ahmet Yaşar Ocak, Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yayınları, 1998; Melhem Chokr, İslam’ın Hicri İkinci Asrında Zındıklık ve Zındıklar, Çeviren: Ayşe Meral, Anka Yayınları, 2002; Mehmet Emin Özafşar, İdeolojik Hadisçiliğin Tarihî Arka Planı, Mihne Olayı ve Haşeviye Olgusu, 1999; Mahfuz Söylemez, Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi, Ankara Okulu Yayınları, 2012; H. İbrahim Hasan, İslâm Tarihi (Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal), Çeviren: İsmail Yiğit, Sadreddin Gümüş, Kayıhan Yayınları, 1987; John P. Turner, Inquisition in Early Islam: The Competition for Political and Religious Authority in the Abbasid Empire, I.B. Tauris. (Mayıs 2013’te çıkacak.)


Özür Notu:

Geçen haftaki yazımda “1444’te Varna’da Haçlı ordusuna yenilen II. Murad, yenilgisinin faturasını Karamanoğullarına kesen...” ifadesi “1444 Varna Savaşı arifesindeki İzladi Derbendi yenilgisinin faturasını…” olacaktı. “Safeviler ve Osmanlılar ‘İslam kardeşi’ olduklarını nedense hiç hatırlamadılar ve (...) kıyasıya savaştılar” ifadesi “Safeviler ve ardılları ile Osmanlılar...” olacaktı. Son olarak 1911 Trablusgarp Savaşı sonrasında isyan edenler arasında saydığım Yemenli Zeydi İmam Yahya, sonuna kadar Osmanlı’ya sadık kalmıştı. İsyan eden Asir’deki Seyyid İdrisi idi. Bu hatalarıma işaret eden okurlara teşekkür eder, hepinizden özür dilerim.



Haber Ara