Apo’yla Son Tango
Okuryazartv'den Murat Hacıoğlu Usta Gazeteci Nur Batur'un Apo'yla Son Tango kitabı üzerine geniş bir röportaj yaptı...
13 Yıl Önce Güncellendi
2013-04-21 15:07:47
TIMETURK / Haber Merkezi
Usta Gazeteci Nur Batur’un ‘Apo’yla Son Tango’ kitabı, barış girişimlerinin ve diyalog çabalarının hızlandığı bir dönemde yayınlandı. Nur Batur; “Türkiye 100. yılın sabahına nasıl uyanacak? Demokrasisiyle Ortadoğu için gerçek bir model mi olacak? Yoksa kan gölünde boğulup parçalanacak mı? Ortadoğu’da harita yeniden çiziliyor. Kürtler için “yeni bir dünya” kurulmaya başladı. Türkiye, kanlı kavgada kritik bir yol kavşağına geldi. Daha ne kadar gencin dağlarda yok olmasını seyredeceğiz? İş ve aş yerine milyarları ne kadar bombalara yatıracağız? Kanlı kavganın devlette bile olmayan belgelerine daldım. Türklerin ve Kürtlerin tarihi hatalarına ayna tuttum.” diye anlatıyor kitabını… Kitap, PKK liderinin Suriye’den ayrılıp Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşamaya çalıştığı ve finalde Türkiye Cumhuriyeti hükümetine teslim edildiği dönemi bütün ayrıntılarıyla ve bir belgesel roman lezzetiyle anlatıyor. Aradan çok uzun yıllar geçti ve biz bugün, Abdullah Öcalan ile artık şeffaf ve doğrudan bir biçimde barış görüşmelerinin yürütüldüğü günlerde yazıştık… Ve Nur Batur, sorularımızı Abdullah Öcalan’ın mektubunun okunduğu 2013 Newruz’undan sonra, barış umutlarının ‘kuvveden fiile’ dönüştüğü, herkesin umutlandığı günlerde yanıtladı…
‘Apo’yla Son Tango’, Abdullah Öcalan’ın Avrupa’da sığınmacı olma çabalarından başlayarak TC Hükümeti’ne teslim edilmesine kadar yaşanan süreçleri anlatıyor. Bu süreçleri, siz gazeteci olarak yakından, hatta çoğunlukla olayların yaşandığı şehirlerde izlediniz. 13 yıl sonra, bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir zamanlar “ Kürt “ sözcüğünün bile tabu olduğunu hatırlarsak yaşananlar bir devrim gibi.. Nereden nereye geldik. 13 yıl önce birisi çıkıp Öcalan’ın devletle ve hükümetle Kürt sorunun çözümü ve PKK’nın silah bırakması için açıkça görüşmeler yapacağını söyleseydi hayal gördüğünü söylerdik. Hele müebbet hapis cezasıyla İmralı’da yatan Öcalan’ın mesajının Nevruz kutlamalarında okunması hayalin de ötesinde bir şeydi. Türkiye akıl almaz bir değişim yaşadı. Tüm tabuların yıkıldığı bir dönemden geçiyoruz. Türkiye’de artık “Türk’ü Kürdü” herkes “ Yeter bitsin artık bu kan davası ” diyor. Kısacası Türkiye’de devlet ve siyaset anlayışının yanısıra kamuoyu da değişti. Öcalan’ın Nevruz’daki mesajıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir yol kavşağına geldik. Öcalan 30 yıl önce başlattığı silahlı isyanı bitirdiğini açıkladı. PKK militanlarını sınır dışına çıkmaya çağırdı. Siyasi platforma kaydığını da dünyaya ilan etti. Ama yine de sonun başlangıcındayız bence… PKK militanlarının önce sınır dışına çıkması, sonra da silah bırakması şart… Bu da zor ve sancılı bir süreç! Süreç iyi yönetilir ve dinamitlenmezse Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yeni bir sayfa açılabilir. Kısacası 29. Kürt isyanını bitirecek yeni ve sancılı bir değişim döneme giriyoruz.
Anlattığınız sürece bakılırsa, uluslararasılaşmış, bir çok ülkenin resmi ve gizli örgütlerinin performans alanına dönüşmüş karmaşık ve ilginç bir zaman diliminden bahsediyorsunuz. Kitabınız, Abdullah Öcalan’ın “yakalanış”ından sonrasını içermiyor. Bugünden baktığınızda Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesindeki asıl dinamik ne idi?
Evet PKK’nın birçok ülkenin istihbarat örgütlerinin desteğini aldığına hiç kuşku yok.. Bunların başında Rum-Yunan ve Suriye istihbarat örgütleri geliyor.. 1990’ların sonunda Hafız Esat siyasi ve ekonomik açıdan sıkışınca Öcalan’ı artık Türkiye’ye karşı kullanamayacağını anladığı için Şam’dan attı. Öcalan Moskova’ya ve bazı Avrupa ülkelerine sığınmaya çalıştığı zaman sempati duyulduğu dönemdeki koşullar değişmeye başlamıştı. PKK’ya en fazla bulaşan Yunanistan ve Rum kesimine gelince ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ bakışıyla sonuna kadar korumaya çalıştılar. Ama başlarına bela olduğu anda da kurtulmak için herşeyi yaptılar. O kadar ki Nairobi’deki Yunan Büyükelçiliğinden çıkartmak için gönderilen sivil polislere ‘bayıltın bir halıya sarıp bir otelin kapısına atın’ diye talimatı bile verildi. O günlerde yaşananların Öcalan açısından da öğretici olmuştur herhalde. Zaten kitabımda da bütün ayrıntısıyla anlatıyorum. ABD’nin Öcalan’ı teslim etmesine gelince, ABD’nin daima stratejik çıkarlarına göre kararlar aldığını akıldan çıkartmamalıyız. Ve bunu da yadırgamamalıyız. Dünyadaki bütün ilişkiler çıkarlara dayanıyor ve tek süper güç olan ABD de çıkarlarına göre hareket ediyor aynen Türkiye gibi… Bu açıdan bakınca da ABD’nin 100 yıllık enerji ihtiyaçlarını karşılayacak Ortadoğu petrol rezervlerinin güvenliğini sağlamak için müttefiklere ihtiyacını olduğunu görüyorsunuz… 1990’dan itibaren Irak’ın kuzeyinde koruma altına aldığı Kürtlerin ABD’nin bölgedeki yeni müttefiki olduğunu söylemek yanlış olmaz. O dönemde,Irak’daki Kürt yönetimiyle Ankara arasındaki ilişkilerin gelişmesini engelleyen en önemli faktör PKK ve Öcalan’dı.Bu yüzden Öcalan’ı o süreçte saf dışı bırakmak istedi. Uzun vadede nelerin planlandığına ilişkin ise kesin bir şey söyleyemeyiz. ‘ABD Öcalan’ın 13 yıl sonra oynayacağı kilit rolü planladı mı ?’ sorusu benim de yıllardır kafamı kurcalıyor ama bugün bu soruya cevap vermek zor. Belki 20 ve 30 yıl sonra yani 2019 ve 2029’da açılacak CIA ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı belgelerinde kafamızdaki sorulara cevap bulabiliriz. Doğrusu ben de çok merak ediyorum.
Neden kitap bu aşamada bitiyor? Abdullah Öcalan’ın TC hükümetince tutuklandıktan sonrasında, Yunanistan’da yaşanan gelişmeler açıklıkla yer alırken, Türkiye’de neler yaşandığına neden yer vermediniz?
Öncelikle Öcalan yakalandıktan sonra Türkiye’de yaşananlar çok yazılıp çizildi. Ayrıca o dönemde ben hala Yunanistan’daydım. Kitabımı yazarkenki amacım Ankara ve Atina’da yaşadığım üç tarihi dönemin perde arkasına ayna tutmaktı. 1991-1994’de Ankara’da hem olayları çok yakından izledim hem de daha sonraki yıllarda başrol oyuncularıyla konuştum.. 1999’da ise Atina’daydım ardından da 2004’deki Atina’daki duruşmayı izledim. Mahkeme zabıtlarına dayanarak film senaryosu gibi kaleme aldığım kaçırılış ve yakalanış hikayesi ve Yunan ve Rum istihbaratının PKK’yla olan bağlantısını anlatan bilgi ve belgeler devlet arşivlerinde bile yok.
Öcalan’ın tutuklanmasıyla kitabın ana gövdesi bitiyor ve siz, 1991’de Kürt milletvekillerinin TBMM’deki yemin krizini ve 1994’teki dokunulmazlıkların kaldırılması, Kürt milletvekillerinin tutuklanması süreçlerini anıyorsunuz. ‘Yemin krizi’ne bu kitapta yer verme nedeniniz nedir? Sizce bu olay, barış için kaçırılmış bir fırsat mıydı?
Evet ilk barış fırsatının 1991’de kaçtığını düşünüyorum. O dönemi yaşayanlarla konuştuğum zaman onlar da büyük bir fırsat kaçtığını düşünüyordu. Erdal İnönü PKK’yı marjinalleştirmek için Kürt sorununun çözülmesi gerektiği kanısındaydı. Hatta SHP’nin hazırladığı bir rapor var.SHP 24 sene önce Kürt kimliğinin tanınması, herkesin kendi anadil ve kültürünü özgürce yaşayıp geliştirmesi, özel Kürtçe eğitim yapılabilmesini bile savundu. Hatta bugün tartışılan Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartına konulan çekincelerin kaldırılmasına kadar bir dizi öneri yapıldı. Bu bakışla da İnönü Kürt kimliğiyle siyaset yapmak isteyen Leyla Zana ve arkadaşlarını SHP çatısı altında Parlamentoya soktu. Eğer Zana yemin törenine PKK’nın simgesi olan saç bandıyla gelip DYP ve MHP içindeki aşırı milliyetçileri tahrik etmeseydi belki ne onlar 10 yıl hapis yatarlardı ne de Türkiye 20 yılı kaybedip bu kadar kan akardı. Kitapta rahmetli Erdal İnönü’nün olayların perde arkasını anlattığı söyleşim de var.
Öcalan’ın Avrupa’da yaşama mücadelesini anlatırken, Yunanistan’ın tüm kurumlarıyla işin içinde olduğunu görüyoruz kitabınızda… Hatta sunuş yazınızda, “Yunanistan’la Öcalan dosyasını açmak gibi bir niyetim yok.” diyorsunuz. Ama neredeyse kitap, Yunanistan’ın bu olaydaki varlığının tüm detaylarını sunuyor. Hangi tarihsel dinamikler, bu ülkeyi konunun merkezinde tuttu ve size göre- bugün Yunanistan bu denklemin neresinde?
Evet kitabımda PKK’yı nasıl desteklediklerini Atina Mahkeme tutanaklarına dayanarak anlatıyorum. Verdikleri desteğin ardında ise Kıbrıs sorunu yatar. Hedefleri büyük tehdit olarak gördükleri Türkiye’yi ve Türk ordusunu zayıflatmaktı. Mahkemede bunla PKK’yla içli dışlı olan Yunan milletvekilleri anlattı. Rum yönetimi 1980’lerin başında yani Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinden birkaç yıl sonra ‘Kürdistan’la Dayanışma komitesi’ kuruyor. Başına da Teofilos Yoryadis adındaki Rum ajanı getiriyor. Yoryadis 1989’da PKK’yla doğrudan temasa geçiyor. İlişkinin en yoğun olduğu dönem 1990-1996 arası.. PKK’lılara askeri yardım yapıyorlar ve eğitim de veriyorlar. Yoryadis Öcalan’la da dost oluyor. 20 Mart 1994’de Yoryadis faili meçhul bir cinayete kurban gidiyor. Rumlar Mit’i suçluyorlar. O dönemde Yunanistan’daki 17 Kasım terör örgütü PKK’nın taşaronluğunu yapıp 16 Temmuz 1991’de Türkiye Büyükelçiliği Müsteşarı Haluk Sipahioğlu’nu öldürdü. 17 kasım’ın PKK adına düzenlediği bu suikasti yıllarca aydınlatılamadı ancak 2003’de yakalanan 17 Kasım terör örgütü militanı mahkemede anlatıncaya kadar. Kitabımda 17 Kasım PKK bağlantısını da mahkeme zabıtlarına dayanarak anlattım. 1999’da Öcalan yakalandıktan sonra o zamanki Yunan Başbakanı Simitis, yıllardır uygulanan politikanın iflas ettiğini görüp derin devleti temizleme operasyonu başlattı ama tümüyle temizleyebildiğini hiç zannetmiyorum. Gerçi Yunanlar ve Rumlar ekonomik kriz yüzünden artık kendi dertleriyle uğraşıyorlar ama Kıbrıs sorununun hala ilişkilerde bir yara olarak durduğunu unutmamak lazım.
Kitabınızın yayınlandığı Ekim 2012 te, barış süreci çeşitli aşamalardan geçmekte idi ve yalnızca birkaç ay sonra doğrudan Abdullah Öcalan ile yürütülen barış görüşmeleri gündemin üst sıralarında iken bu yazışmayı yapıyoruz. Dünya süreçlerini çok iyi izleyen biri olduğunuz için soruyorum, bu diyalog bunca yıl savaşla ve ölümlerle geçmeden olabilir miydi?
Ne acı ki yaşananlarda birçok faktör rol oynadı. Türkiye’de demokrasi ve uzlaşma kültürünün gelişmemesinin yanısıra büyük güçlerin Soğuk Savaş döneminde ve daha sonra bölgede oynadığı kanlı oyunları da unutmamak lazım. Ama tarih de hep acılarla ve kanla yazılıyor. Avrupa’daki etnik ve dini savaşlar yüzyıllarca sürdü. Çok acılar yaşandı. Avrupa’da “ Barış demokrasi ve kalkınma “projesi olan Avrupa Birliği ancak İkinci dünya savaşında milyonlarca insan öldükten sonra gerçekleşebildi. Batı demokrasilerinin temelini uzlaşma kültürü ve ortak çıkarlarda buluşma anlayışı oluşturur. Bu kültürü geliştirmeleri kolay olmadı. Sorunları sadece silahlarla çözülemeyeceklerini anlamaları için çok kan aktı. Avrupalılar ortak çıkarlarda buluşup uzlaştıktan sonra demokrasi ve kalkınma sürecini başlatabildiler. 30 yılda Türkler de Kürtler de çok acı çekti. Binlerce gencimiz dağlarda telef oldu. Binlerce ailenin yüreğine ateş düştü. 500 Milyar dolar dağlara gömüldü. Ama artık herkes öldürerek sorunları çözemeyeceğimizi görüyor. Artık ortak çıkarlarda buluşmaya ve uzlaşmaya çalışıyoruz. Uzlaşmanın ‘taviz vermek ya da teslim olmak’ anlamına gelmediğini herkesin kabul etmesi gerekiyor. Daha fazla acı çekmeden, ortak çıkarlarımızı görerek ve parçalanmadan birlikte yaşamanın yolunu bulmamız gerekiyor.
90’larda Korsika’ya gittiniz ve ‘Korsika Modeli’ni araştırıp yazdınız. Bunun üzerine Genelkurmay tarafından davet edildiniz ve Yaşar Büyükanıt sizinle görüştü… Bu görüşmede neler konuşuldu?
Evet 1990’ların başında Turgut Özal öylesine cesurdu ki, Kürt ve PKK sorununu çözmek için çok uğraştı. Hatta Türkiye’yle Irak’lı Kürtlerin konfederal bir çatı altında birleşmesi fikrini bile tartışmaya açtı. 1993’de Korsika’nın bağımsızlığı için terör eylemlerine başlayan örgütü ve Fransa’nın aldığı önlemleri araştırmak için Korsika’ya gittim. Yazılarım yayınlanmaya başlayınca Genelkurmay’dan aradılar. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’in sağ kolu olan genç bir General görüşmek istiyordu. Yaşar Büyükanıt’tı. Napoli’deki Nato Karargahı’ndan yeni dönmüştü.. Korsika’nın ayrılıkçı terör örgütünü marjinalize etmek için Fransa’nın aldığı kararları anlamak istiyordu. Gerçi Korsika, Kürt sorunu kadar büyük değildi ama yine de benzerlikler vardı. Korsika’daki tabloyu ayrıntılarıyla anlattım. Son derece açık bir görüşme yaptık. İlginçtir, Öcalan 30 Ekim 2009’da avukatları aracılığıyla Korsika modelinin uygulanmasını istedi. Eğer 1990’larda Türkiye Korsika modelini uygulamış olsaydı, belki de tarih farklı yazılacaktı.
Yaşar Büyükanıt’la görüşmenizden sonra duygularınız ne idi? Genelkurmay’ın barışçıl bir arayışı olduğu gibi bir izlenime kapıldınız mı?
Evet… Genelkurmay, PKK’ya karşı askeri tedbirlerin yanısıra özellikle Güneydoğu’daki işsizliği ve çaresizliği ortadan kaldıracak ekonomik kalkınmayı süratlendirecek tedbirlerin alınmasından yanaydı. Sorunu çözmek için bazı kültürel hakların verilmesine de çok karşı değildi. Özellikle Öcalan yakalandıktan sonra Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst kademesi ekonomik ve kültürel açılımın yapılmasını istedi. Böylece büyük darbe yiyen PKK’nın altındaki zeminin tümüyle kayacağını düşünenler çoktu ama biraz zafer sarhoşluğuyla biraz da siyasi istikrarsızlıklar yüzünden adım atılamadı. Sorunu sadece askeri tedbirlerle çözmeye çalışınca da çığ gibi büyümeye devam etti.
Diyorsunuz ki, “Türkiye on yedi yıl önce Korsika modelini uygulamış olsaydı, belki akan kan on yedi yıl önce duracaktı.” Bize bu modeli biraz anlatır mısınız, bu topraklara model olma dinamiği gördüğünüz unsurlar neler?
Fransa da Türkiye gibi, ‘Üniter Devlet’ modeline dayanıyor ama 1982’de Fransa Hükümeti, Korsika Bağımsızlık Cephesini (FLNC) izole etmek için merkezin yetkilerini 22 bölgeye dağıtıp bölge
meclisleriyle ilk açılımı yapıyor. 1982’deki açılım bağımsızlık için teröre başvuran FLNC’ye sempatiyi kırmayınca, 1992’de Kültürel açılım yapıyor.. Devlet Radyo ve Televizyonu’nda sınırlı Korsika’ca yayınlara başlayıp seçmeli ders olarak da Korsika’ca eğitime izin veriliyor. Kısacası, Fransa sınırlı olsa bile siyasi ve kültürel açılımla 1990’ların sonuna doğru Bağımsızlık hareketini büyük ölçüde kırmayı başarıyor. O günlerde Türkiye’de parçalanma korkusu öyle boyutlardaydı ki Fransa’nın yaptığı sınırlı açılımlar bile yapılamadı. Halbuki o yıllarca Amerika’nın Sesi radyosu Kürtçe yayına başladı. Daha sonra da Avrupa’da Roj TV kuruldu .
‘Biz gazeteciler tarihi yaşarken yazarız’ diyorsunuz. Sizin gibi süreçlere hakim, tarihin gelişiminde rolü olan insanlarla yüzyüze görüşmeler yapan gazeteciler, bence yalnız tarih yazımının değil, ‘tarih yapımının’ da parçası oluyorlar, etki gösteriyorlar. Siz kendi etkinizi bu anlamda nasıl görüyorsunuz?
Uzun gazetecilik yıllarımda hep tarihi hem yaşayıp hep yazdığımı hissettiğim için kitabıma da ‘Tarihi Yazarken Yaşamak’ adını verdim. Ben, tüm gazetecilerin tarihi yazarken tarihin yapımında da önemli rol oynadıklarına inanıyorum.
‘Tarihi Yazarken Yaşamak’ adlı liderlerle yaptığınız söyleşilerin toplandığı kitabınız da oldukça başarılı olmuştu. Bu söyleşilerde konuşturduğunuz dünya liderleri 21. Yüzyıla yön vermiş isimler. Bu liderlerle bire bir konuşmak sizi dünyadaki süreçleri izlemek anlamında daha donanımlı kıldı mı?
Evet kesinlikle… 21. Yüzyıla damga vuran liderlerle buluşup konuşmak dünyayı ve hayatı daha iyi anlamamı sağladı. Her lider bana farklı bir pencereyi açtı..Avrupalı liderlerle konuşurken özlediğimiz Batı demokrasilerinin temellerini, uzlaşma anlayışını ve akılcılığı öğrendiğimi söyleyebilirim.Arap dünyasının liderleriyle konuşurken İslam dünyasının çıkmazlarını daha iyi anlamaya çalıştım. Ben kiminle konuştuysam hep duygu ve düşünce dünyasını da anlamaya çalıştım. Çoğu zaman liderleri bir davayla özleşleştiriyoruz. Onların aşık olabileceğini, duygu fırtınaları yaşayabileceğini hayal edemiyoruz. Yakından tanıyınca çoğununun çok zengin duygu dünyaları olduğunu ama içlerinde kopan fırtınaları sakladıklarını gördüm.
Rauf Denktaş’ın hayatını kaleme aldığım “ Yeniden Yaşasaydım “ adlı kitabımı yazarken öyle farklı bir Rauf Bey tanıdım ki. Benazir Butto ,Yaser Arafat ve Suha Arafat’la yaptığım uzun söyleşiler de bana görkemli hayatların ardındaki acıları daha iyi gösterdi. Çok şanslıyım. Buluşup konuştuğum her liderden yeni bir şey öğrendim.
Bu görüşmelerde konuşulan ama yazmadığınız, paylaşmadığınız önemli bilgiler oluyor mu?
Evet oluyor. Bazen sıradan insanların hayatlarında her zaman olabilecek olaylara liderlerin hayatında da şahit oldum.Bir olay var ki dünyaca ünlü bir liderin özel hayatıyla ilgiliydi. Olayın üzerinden uzun zaman geçmişti ama aile içinde kapanmayan bir yara gidiydi. Hiç kuşku yok ki yazsam büyük sansasyon olurdu. Ama yazmamın da kimseye yararı olmayacağını düşündüm. Aksine yarayı daha derinleştirecekti. Ve yazmadım.
Son olarak, Abdullah Öcalan’ın bundan sonra siyaset sahnesinde nasıl bir varlık göstereceğiyle ilgili önsezilerinizi / değerlendirmelerinizi sorabilir miyim?
Türkiye’de devrim gibi olaylar yaşıyoruz ama PKK’nın hala Nato, ABD ve AB’nin de terör örgütü listesinde olan bir örgüt ve Öcalan’ın da PKK’nın lideri olduğunu unutmayalım. PKK’nın 24 saat içinde Uluslar arası terör örgütleri listesinden çıkartılmasını beklemek yanlış olur. Gerçi Nevruz çağrısıyla Öcalan siyaset sahnesinde de varlık olabileceği mesajını verdi ama silahlar bırakılmadan ne Öcalan ‘Terör örgütü lideri’ damgasından kurtulabilir ne de siyaset sahnesinde istediği yeri alabilir. Öcalan’ın siyasette gerçek anlamda varlık göstermesinin ancak PKK’nın silahları bırakmasıyla mümkün olacağı kanısındayım… Hala ‘Büyük Kürdistan’ hayalleriyle yaşayanlar yok mu ? Tabi ki vardır ama Celal Talabani 2009’da Süleymaniye’de yaptığım uzun söyleşide ( ‘Tarihi Yazarken Yaşamak’ kitabımda) bana ‘Büyük Kürdistan şiirlerdeki bir hayaldir. Dağların arasında sıkışan bir Kürdistan nasıl yaşayacak?’ diye sormuştu… Ben de aynı kanıdayım. Yine de bölgede büyük bir depremin yaşandığı da bir gerçek.. 100 yıl sonra Ortadoğu yeniden şekilleniyor. Bu tabloda Türkiye için iki yol var.. Ya daha fazla acı ve kan !! Ya da PKK’yı silahlardan arındırmış ve Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye’nin ekonomik kalkınması ve demokrasisiyle bölge için çekim merkezi olması!! Riskleri de olsa barış yolunu denemekte Türklerin de Kürtlerin de büyük çıkarı var.
Apo’yla Son Tango / Yazar: Nur Batur / İnceleme Araştırma / Turkuvaz Yayınları / Genel Yayın Yönetmeni: Selçuk Güven / Editör: Erdem Öztop / Kapak: Selen Çalışkan / 1.Basım Ekim 2012 / 288 Sayfa
Nur Batur; Tercüman, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde uzun yıllar iç ve dış politika yazıları yazdı. ” Hürriyet” gazetesinin Atina ve Ankara Temsilciliğini yaptı. Kanal D ve CNN Türk televizyonlarında haber programları ve belgeseller hazırlayıp sundu. TRT, BBC, Amerika’nın Sesi ve Almanya’nın Sesi radyolarına da haber ve yorum yaptı. Aralarında Yaser Arafat, Benazir Butto, Kostas Simitis, Haydar Aliyev, Ziyaü’l-Hak, Lech Walesa, İzak Rabin, Ezer Weizman, Şimon Peres, İzak Şamir, Saddam Hüseyin, Tarık Aziz, Konstantin Miçotakis, Yorgo Papandreu, Rauf Denktaş, Glafkos Klerides,Vaclav Klaus gibi devlet adamlarının bulunduğu pek çok ünlü siyasetçiyle röportajlar yaptı. Batur, Benazir Butto’yla dünyadaki son kapsamlı röportajı öldürülmeden önce Dubai’de yaptı. 1992’de de Yaser Arafat’ın gizlediği karısı Suha Arafat’ı dünyaya tanıtan röportajı yapan gazeteci oldu. Batur’un Yunan siyaset dünyasının perde arkasını anlattığı ‘Yürekten, Gülerekten Yürüdüm’ Rauf Denktaş’ın hayatını kaleme aldığı ‘Yeniden Yaşasaydım’, Benazir ve ‘Tarihi Yazarken Yaşamak’ adını verdiği 4 kitabı daha bulunuyor. Nur Batur, halen Sabah gazetesinde yazılar yazıyor. A Haber-TGRT Haber ve Sky Türk 360 TV’de yorum yapıyor . Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesinde de Siyasi Gazetecilik dersleri veriyor.
SON VİDEO HABER
Haber Ara