Dolar

34,8660

Euro

36,7937

Altın

3.049,56

Bist

10.118,10

Medine! Medeniyetin beşiği mukaddes belde!

Ekrem Dumanlı, bugünkü köşe yazısında 'Medeniyetin beşiği mukaddes belde'yi Medine'yi çok güzel tasvir ediyor.

13 Yıl Önce Güncellendi

2013-04-15 09:43:23

Medine! Medeniyetin beşiği mukaddes belde!

TIMETURK / Haber Merkezi

Ne güzel buyurmuş ehlullah: “Nice adamlar vardır ki Horasan’da yaşarken Kâbe’yi tavaf edenden Kâbe’ye daha yakındır. Ve nice adamlar da vardır ki Kâbe’nin örtüsüne sarılır; ancak Horasan’daki adamdan daha uzaktır.”

Gönül meselesi bu! Tam da bu yüzden İmam-ı A’zam’a “Niye Medine yahut Mekke yerine Bağdat’ta yaşıyorsun?” dendiğinde “Mekke’de yaşayıp Bağdat’ı özleyeceğime Bağdat’ta yaşayıp Mekke’yi özlüyorum.” diyor. Ey dünyanın dört bir yanında (nefsim gibi) hayatın labirentlerine sıkışıp gidenler, İmam-ı A’zam bizim için de bir şeyler söylemiş olmuyor mu?

Dünyanın bir köşesinde hayat sürüp Mekke’yi özlemek! Medine için hasret dolu türküler söylemek, şiirler yazmak, makaleler tasarlamak…

Sen Medine’yi, Mekke’yi özleyeceksin ki onlar da seni özlesin. Sen onu ruhunda duyacaksın ki o da seni şefkatle bağrına bassın, saçlarını okşasın, gönlündeki kasveti silip süpürsün…

Bugün bize ait pek çok değerden cüdâ düştüğümüz gibi o mukaddes beldelerden de uzak düştük; üstelik ulaşım imkânlarının artmasına, sefer meşakkatinin ortadan kalkmasına rağmen. Halbuki şu fâni dünyada bize ‘gündem’ diye dayatılan konuların Kâbe hakikatinin yanında zerre kadar önemi yok. Bir televizyon ekranına mahpus hale geldiğimiz zaman dilimleri ile Medine’den esen bir saniyelik bir meltem nasıl kıyaslanabilir ki! Konuştukça tükettiğimiz, cerbeze yaptıkça manasızlaştırdığımız günlük telaşların, bizi Mekke ruhundan, Medine aşkından nasıl kopardığını idrak edebiliyor muyuz acaba?

Medine!

Medeniyetin beşiği mukaddes belde!

Ne demişti o güzel Nebi: “Medine körük gibidir. Münafık barındırmaz bünyesinde.” Nifakın hâk ile yeksan olduğu yer!

Hele o Yeşil Kubbe, hele o Yeşil Kubbe! Her salat-u selamı bizzat cevaplayan Hazreti Muhammed (sas) işte tam orada bulunuyor. Selam verenler biliyor ki her selam, aradaki mesafeleri yıkıp geçiyor ve Allah Resûlü, cürmün ne olursa olsun seni bağrına basıyor. Ağlayanlar, tir tir titreyenler, elindeki buruşuk nameyi sanki o esnada O’na verecekmiş gibi heyecan yaşayanlar… Cennet Bahçesi’nde iki rekat namaz kılmak için bekleşen insanların nefesine dünyanın dört bir yanından getirilen salavatlar ekleniyor. İmkân bulup gidebilenler o ruhani zevki yerinde idrak ediyor.

Ya gidemeyenler? Onlara da özel hediyeler veriyor şanı yüce Nebi. Yeter ki gönül gözümüz o mukaddes beldeler için her daim açık olsun...

Hani Surre Alayları varmış Osmanlı’da. Tekbirlerle, tahmidlerle, tesbihlerle başlarmış yolculuğa kervanlar. Aylarca süren yolculuk yürekleri çatlatırmış. Ya vuslat ânı! Yerleri öpe öpe Medine’ye girenler, yalınayak Ravza’ya yaklaşırken kalbi duranlar… İlahi Nâbî! İyi ki görmüşsün ayaklarını uzatarak istirahat eden o “devletlû” şahsı. “Sakın terk-i edebden Kûy-ı Mahbubu Hüdâdır bu / Nazargâh-ı İlahîdir makam-ı Mustafa’dır bu” dediğinde, o devletlû bu mısraı unutmanı emretmişti.

Ne var ki, rivayetlere göre, Hazreti Peygamber (sas) o gece Medine müezzininin rüyasını teşrif buyurup o mısraları okumasını emretmişti. Sense minare merdiveninde yakaladığın müezzinden şu cümleyi duyuyordun: “Bana buyurdu ki, ümmetimden Nâbî adında biri...” Nutku tutulmuştu Urfalı şairin. Tekrar be tekrar soruyordu “Ümmetimden dedi mi? Beni de ümmetinden saydı mı?” Ve baygınlık geçiriyor oraya yığılıyordu.

Sırrı belki de şundaydı: Asıl adı Yusuf’tu; ama o ismini Farsça’da yok anlamına gelen iki kelimeden seçmiş ve kendine Nâ-Bî demişti.

Medine’yi anlamak, Mekke’ye âşık olmak; hatta İslam’ı ve insanı idrak edebilmek için Nâ-Bî olmak gerekiyor Nâ-Bî… Önce ‘hiç’ olacaksın ki sonra ‘her şey’in kapıları aralansın. Benlik duygusundan ego saplantısından uzaklaşmayan, Kubbe-i Hadra’ya yaklaşamaz ki! O güneşe yaklaşmak için içindeki o buzu eriteceksin...

Mescid-i Nebevi’ye doyum olmaz elbette. Lakin Medine’yi bileceksin ki bu mukaddes şehrin şehadet ettiği gerçeği daha derinden yaşayabilesin. Çok doğru ve güzel bir şey yapılmış Medine-i Münevvere’de. Bir müze kurulmuş; Medine’yi ve çağlar boyunca o beldede yaşanan hadiseleri maketlerle anlatan bir müze. Orada bir Türk delikanlısı öyle içten, öyle samimi anlatıyor ki Medine’yi! Adeta elinden tutuyor ve seni tarihin koridorlarında gezdiriyor.

Maketler yetmez tabii ki Medine’yi hücrelerine kadar duymak isteyenlere. Sağ olsunlar, var olsunlar; rehberler varmış hem Medine’yi güzel anlatan hem Mekke’nin sırlarını size açan. Selman’lar, Osman’lar, Talha’lar... Saygıyla ama duyarak anlatıyorlar oralarda yaşanan hadiseleri.

Mesela onlardan biri Okçular Tepesi’nin en başına çıkarıyor konukları. Gecenin bir yarısında. İyi ki de öyle yapıyor. Sokak satıcıları çoktan gecenin koynunda kaybolup gitmiş. Eliyle bir daire çiziyor ve “İşte Resulullah (sas) ve ashabının sırtını verdiği Uhud Dağı.” diyor. O an Allah Resûlü’nün (sas) “Uhud bir dağdır; biz onu severiz, o da bizi sever.” dediğini hatırlıyor insanlar.

İster istemez düşünüyorsunuz o manidar tabloyu: Hani bir gün Resulullah (sas) Uhud Dağı’na çıkmıştı da bu dağ deprem yaşıyor gibi zangır zangır titremişti. Ve Efendimiz (sas), “Sabit ol ey Uhud! Şu an senin üzerinde bir Nebî, bir Sıddık ve şehitler var.” demişti. Ve o gün anlaşılmıştı kimin şehitlik mertebesine ereceği…

70 Uhud Şehidi’nin medfun bulunduğu kabre yaklaşıyorsunuz. 3 Arslanın yeri belli sadece: Hazreti Hamza, Abdullah ibni Cahş ve Mus’ab bin Umeyr!

O üç mukaddes yiğide yaklaşıyorsunuz. Aranıza duvarlar giriyor. Kabirlerin başına oturup gözyaşı dökemiyorsunuz. Kapılar kilitli, dört tarafı duvarlarla çevrili, gireni yok çıkanı yok; ama sizi kendine cezbeden bir atmosferi var.

Cennetlerden kopup gelen bu muazzam koku da ne böyle!

Oraya ulaşan herkes kırık pencerelerden dışarı taşan ve mütemadiyen insan ruhunu yıkayan o Arslanlar Arslanı’nın ne kadar özel biri olduğunu bir daha hatırlayacak. İşte o zaman Peygamberimiz’in (sas) şehit yakınlarını ziyaretinden sonra söylediği, “Herkesin evinin önünde ağlaşanlar gördüm; Hamza’nın ağlayanı yoktu.” dediğini hatırlayacaksınız.

Kıyamete kadar sana ağlamak boynumuzun borcudur Ya Hamza!

Ashab da öyle yapmamış mıydı? Anası babası bile ölse önce “Hamza!” diye gözyaşı dökmemiş miydi?

Hangi birini anlatabilirsin ki ey ebkem! Hendek Savaşı’nın yapıldığı yere varınca anlayacaksın neden hendek kazıldığını. Medine’nin volkanik dağlarını arkasına alan ümmetin ön tarafa hendek kazışındaki sırrı, yeryüzünün bütün şer şebekelerinin o gün için de nasıl müttefik olduğunu...

Ve bir dağın bağrında Allah’a uzanan Peygamber Elleri’nin semanın derinliklerinden nasıl yıldız topladığını düşüneceksin. O yakarış olmadan nusret gelmiyor ki!

Sonra küçük bir tebessüm... Muazzam bir müjde... O günkü şartlar içinde asla sarsılmaz sanılan imparatorlukların hâk ile yeksan olacağını, müstebitlerin devrilip gideceğini, acziyet ve fakriyet içinde müşahede edeceksin...

Ah Medine!

Seni hakkıyla duyumsatacak bir şiir yazmak ya da seni tastamam tasvir edecek bir kitap ortaya çıkarmak ne mümkün. Senin tozun toprağın, dağın taşın ayrı bir güzellik. Ne Mescid-i Kûba’nın sırrını hakkıyla nakletmek mümkün, ne Mescid-i Kıbleteyn’in o muazzam mesajını anlatmak! Yine de seni anlamak için çırpınmak gerekiyor ki nelere mazhar olduğumuzu idrak edebilelim. [email protected]

(Ekrem Dumanlı / Zaman)

Haber Ara