TIMETURK / Haber Merkezi
* New York’un en büyük konser salonlarından Radio City’nin önü mahşer yeri gibi. Dört bin kişi kapıya yığılmış, yaklaşık bir saattir bekliyor. Etrafta farklı milletlerden yüzlerce gazeteci kameraları ve fotoğraf makineleriyle dolaşıyor. Buz gibi bir havada uzun bir beklemeden sonra kapılar nihayet açılıyor. Herkes içeri neredeyse hücum ediyor. Salon dolunca gazetecilerin varlığı daha net görülüyor. Savaş meydanlarında, olimpiyatlarda, Dünya Kupası’nda ya da olağanüstü bir anda görmeye alışkın olduğum medya kumpanyası tekmili birden salonda yerini alıyor. Şaşırıyorum. Bu kadar farklı milletten bu kadar çok gazeteciyi bir arada görmeyeli çok oldu. Birazdan ışıklar kapanıyor ve yeni çıkan bir akıllı telefonun lansmanı başlıyor. Sahnede yeni telefonun marifetleri anlatılırken zaman zaman salondan alkış zaman zaman da “Vaoovvv” sesleri yükseliyor. Bu, bende müthiş bir yabancılaşma hissi yaratıyor. “Ne kadar tuhaf” diye düşünüyorum. Artık bir akıllı telefonun yeni modelinin tanıtımı milyonlarca insanın dikkatini Türkiye-Suriye sınırında 180.000 kişinin aylardır yaşadığı bir mülteci kampından çok daha fazla çekebiliyor.
Akıllı telefonlar İsviçre çakılarına benziyor. Fiyatları 2000 TL civarındaki bu aletlere kısa zaman sonra telefon demeye de gerek kalmayacak. Zira artık ceplerinize sokmaya zorlandığınız büyüklükteki ekranları ile sağlıktan eğlenceye kadar hayatınızı kolaylaştırıcı pek çok uygulamayı içinde taşıyan aletlerden bahsediyoruz. Sıradan bir akıllı telefonun bile içinde o kadar çok uygulama var ki bunların çoğunun benim gibi teknoloji meraklısı birinin bile ucunu yakalaması imkânsız. Nitekim sonradan bu uygulamaların sadece %23’ünün pek çok kişi tarafından kullanıldığını öğrenmek beni şaşırtmıyor. Anlayacağınız telefonun akıllı olması yetmiyor. Kullananın da akıllı olması şart! Salondan çıkarken yeni bir çağa girdiğimizi bir kez daha fark ediyorum. İnsanların yaşam tarzı, ilgileri, merakları ve habercilik değişiyor.
* Bizim ‘Paytak Penguen’in annesinin başörtüsü meselesi son zamanların en renkli siyasi polemiğine dönüşmüş durumda. Penguen yetmezmiş gibi bir de namaz kılan Örümcek Adam meselemiz var. Keşke siyasi konuları hep böyle renkli örnekler üzerinden tartışabilsek. Madem Paytak Penguen meselesini çözdük gelin biraz da namaz kılan Örümcek Adam mevzuuna dalalım. Zira derin laik refleks için bu da ciddi bir mesele! Benim anlamakta zorlandığım Örümcek Adam’ın neden namaz kıldığı değil neden kılmadığı? Bizim bilmediğimiz bir yerde süpergüçler için bir anayasa var da orada “Süper kahramanların hepsi Hıristiyan ya da ateist olmak zorundadır” diye bir madde mi yazıyor. Mesela Batman günün birinde şahadet getirip Müslüman olursa süper güçlerini mi yitirecek? Ya da mesela Superman diyelim vırrrtt pelerinini arkaya savurup oraya uçarken, zırttt sol yumruğu önde kutuplardan Amerika’ya bulutların üzerinden süzülüp dururken günün birinde Mekke’de dursa ve şahadet getirip bir güzel Müslüman olsa kriptonik güçlerinden mi olacak! Şöyle soralım: SÜPER MÜSLÜMAN diye bir süper kahraman olamaz mı? Bal gibi olur. Nitekim Diyarbakırın belki de en özgür sanatçılarından Şener Özmen 2003 yılında yaptığı bir eserinde bizzat Süperman kostümü giyip bunu hayata da geçirmişti. Sırtındakı kırmızı pelerini önüne serip bir güzel namazını kılmıştı. Üstelik inanır mısınız o zaman da İran olmamıştık! Hay Allah!
* Geçen ay dünyayı dolaşan sayılı Türklerden biriyle öğle yemeğinde Londra’da buluştuk. Biraz denizlerden, yeni dünya seyahatlerinden, Londra’nın havasından suyundan konuştuktan sonra laf döndü dolaştı açılım sürecine geldi. Benim bu süreci desteklediğimi artık sanırım hepiniz biliyorsunuz. Gelin görün ki dünyanın etrafında dört bir tur atan İzmirli gezginimizle bu konuda görüşlerimiz pek örtüşmüyordu. Ben de kendisini kırmamak için sürekli konuyu değiştirmeye başladım. O ne zaman “Bu Kürtler” dese ben “Maldivler’in denizini” soruyorum. “Bu görüşmeler böyle olmaz” diyor, ben Panama Kanalı’na lafı getiriyorum. Baktım olmayacak en sonunda çok basit bir soru sordum. “Siz” dedim “Güneydoğu’ya hiç gittiniz mi?” Bir sessizlik oldu. “Hayır” dedi. Karşılıklı sustuk. Yaklaşık iki yılda tek başına dünyayı dolaşmıştı dolaşmasına ama uçakla bir saatlik mesafede hakkında çok keskin fikirleri olduğu Güneydoğu’ya gitmeye gerek görmemişti. Bu elbette onun suçu değil. Türkiye’de yaşını başını almış yıllardır gazete yöneten genel yayın yönetmenlerinin rastlantı eseri hayatlarında bir kez olsun Diyarbakır’a bile gitmedikleri bir ülkeden bahsediyoruz. Velhasıl konuşma benim bu sorumla bitti. Hele bir Güneydoğu’ya gitsin; gezsin-tanısın-gelsin devamını da getireceğiz umarım.