Dolar

34,8728

Euro

36,7477

Altın

3.040,75

Bist

10.058,47

İmralı tutanaklarını ben de yayımlardım

Darbe Günlükleri'ni yayımladıktan sonra askeri savcılık isteğiyle polis baskınına uğrayan ve sonra sahibi tarafından kapatılan Nokta'nın o dönemki genel yayın yönetmeni Alper Görmüş AKŞAM'a konuştu. Taraf gazetesi yazarı Görmüş, Nokta baskınından bugüne medyadaki değişimi yorumladı...

13 Yıl Önce Güncellendi

2013-03-12 06:56:54

İmralı tutanaklarını ben de yayımlardım
İmralı sürecinden, Ergenekon-Balyoz davalarına kadar ilginç değerlendirmelerde bulundu. Görmüş, İmralı tutanakları için 'Ben de yayımlardım' dedi, bir eleştirisini de dile getirdi. 

Alaz KUSEYRİ / aksam.com.tr

GAZETECİLER MUTSUZ İNSANLARI MI SEVİYOR?

-Ülkemizin gazetecileri, siyasetçileri, toplum sizce barışı istiyor mu? Devlet-PKK müzakerelerden hoşnutlar mı?

Bu soruya, saydığınız her kategori için ayrı ayrı cevap vermek gerekir, çünkü her kategorinin davranış modelleri farklı etmenler tarafından belirleniyor. Tamamını cevaplamaya kalkarsam, çok uzar. O nedenle izninizle sorunuzu “gazeteciler” çerçevesinde sınırlı tutarak cevaplandıracağım. Taraf'ta şair Cahit Koytak, müzakerelerin başlamasından sonra "Dağdan Onurlu İniş" adlı bir şiir yazdı, ben de köşemde paylaştım. Bence olağanüstü güzel ve çok cesur bir şiirdi. “Ne kadar çok insan okursa o kadar iyidir” diyerek bu güzel şiiri Taraf'taki köşemde bir de ben yayımlamıştım. O şiirin sunuşu niyetine kaleme aldığım satırlarda sizin bu sorunuzun cevabı vardı. O yazıda, bir Fransız reklamcının büyük bir isabetle tespit ettiği "reklamcı" ruh halinden yola çıkarak benzer bir tespitin gazeteciler için de yapılıp yapılamayacağını sorguluyordum. Sözünü ettiğim reklamcı, "Reklamcılar mutlu insanları sevmez" diye yazmıştı bir kitabında, "çünkü mutlu insanlar çok az tüketirler." Vardığım sonuç şöyleydi: "Gazetecilerin huzurlu, sakin, kendi hâlinde insanların dünyasından değil de kavgacı, gürültücü, saldırgan insanların dünyasından beslendiği, bir vakıa... Eh, bu durumda reklamcıların 'mutlu insanlardan hoşlanmamaları'na benzer biçimde, gazetecilerin de huzurdan, sakinlikten hoşlanmamaları 'normal' değil mi? Türkiye medyasının savaşı, kargaşayı, gürültü-patırtıyı "meslek ruhu"ndan kaynaklanan nedenlerle sevmesinin kabul edilebilir sınırların ötesinde olmasının özgün nedenlerinin olduğu muhakkak. Bu çerçevede, gazetecilerin devlet-PKK müzakerelerinden hoşnut olup olmadıklarını şöyle cevaplayabilirim: Bence gazetecilerin kahir ekseriyeti, başka mesleklerden insanlarda bulunmayan, kendilerine bile itiraf edemedikleri garip bir duyguyla izliyorlar olan biteni.

 

'BÜYÜK AF' KAÇINILMAZ

-Yazılarınızda, Başbakan Erdoğan'ın başkanlık referandumunda insanların karşısına tüm toplumun ilgisini çekecek vaatlerle çıkabileceğini belirttiniz. PKK'lıların, Ergenekon tutuklularının, Balyoz'dan yargılananların birlikte affedilmesi; bir de üstüne kangrene dönmüş toplumsal sorunların çözülmesi mümkün mü?

Türkiye, 60 yıllık darbecilik tarihiyle hesaplaşma çabalarıyla 30 yıllık iç savaşını sona erdirme çabalarının örtüştüğü çok zor ve ilginç bir tarihsel dönemi idrak ediyor. Zorluk, başta Öcalan olmak üzere Kürt siyasi aktörleriyle başlatılan çözüm sürecinin belli bir aşamasında geniş bir KCK-PKK affının gündeme gelmesinin kaçınılmaz olması gerçeğinden. Benzer sorunlarda bu hep böyle oldu; istisnası yok. 8 Mart'ta Taha Akyol'un CNNTürk'teki programında, 20 yıldır İrlanda'da profesör olarak çalışan Erhan Kula, barışın "olmazsa olmazları" arasında birinci sırada saydı affı; İrlanda'da da bütün itirazlara rağmen böyle olduğunu hatırlattı. Kula, elini kana bulanmış birçok kişinin de affedildiğini ve toplumun bu "zehirli şerbet"i en sonunda içtiğini anlattı. Orhan Miroğlu araya girerek, belediye binasını bombalayan bir IRA militanının şimdi bombaladığı belediyenin başkanı olduğunu hatırlattı. Türkiye'de bu "şerbet"i daha da zehirli hale getiren bir şey var: Çok sayıda subay cezaevinde ve bunlar kendilerini "teröre karşı mücadelenin neferleri" olarak sundular topluma. Toplumun aşağı yukarı yarısının algısı da böyle.

Şimdi ne olacak?

Çözüm süreci tamamına erer de geniş bir PKK-KCK affı gündeme gelirse, böyle bir şey, Balyoz, Ergenekon vb. davalarından tutuklu ya da mahkûm olanların cezaevlerinde yatmaya devam ettikleri koşullarda gerçekleştirilebilir mi? Bu soru ciddi bir sorudur ve karanlıkta ıslık çalarak içinden çıkılamaz.

BÜYÜK AF, TOPLUMSAL BARIŞI SAĞLAR MI?

-Eğer böyle büyük bir af çıkarılırsa toplumun tüm kesimleri buna hazır mı?

Ben, "büyük af" diye adlandırdığım böyle bir affın, toplumda "büyük barış"ı sağlayıp sağlayamayacağı üzerine birkaç yazı yazdım Taraf'ta. Asıl olarak "büyük af"fın "büyük barış"ı sağlayıp sağlayamayacağı üzerinde durdum. O yazılarda bu soruya "ne yazık ki" diyerek "hayır, sağlayamaz" cevabı veriyordum. Nedeni açık: Çünkü darbecilikten yargılanan sanıklar, her şey gözümüzün önünde cereyan ettiği halde 2002'den sonra Adalet ve Kalkınma Partisi'ne karşı hiçbir darbe girişiminin yapılmadığını öne sürdükleri gibi, darbeciliği mahkûm eden tek bir laf etmediler. Belli ki, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde (TSK) ellerine fırsat geçtiğinde yeniden darbeciliğe soyunacak çok sayıda asker var. Öte yandan, Türkiye'nin "sivil toplum"u içinde askerlerin "darbe yapma hakkı"nın olduğunu kabul eden; seçimden ve sandıktan ümitlerini kestikleri için kaybettikleri siyasal-sosyal-ekonomik-kültürel üstünlüklerini geri alabilmelerinin yegâne yolu olarak askeri vesayeti gören milyonlarca insan bulunduğunu da unutmamak lazım.

SUBAYLARDAN ÖZELEŞTİRİ KİTAPLARI GELİYOR

Bu karamsar tablonun üstüne düşen küçük bir ışıktan da söz etmeliyim...Tutuklu-hükümlü askerlerle onların yakınlarının dünyasına çok yakın bir okurum telefon etti. Verdiği bilgiye göre, önümüzdeki aylarda cezaevinde bulunan bazı subaylardan, TSK'nın geçmişte üzerine vazife olmayan işlere giriştiğini, siyaseti vesayet altında tutmaya çalıştığını, bunun da başta TSK olmak üzere hiç kimseye faydasının olmadığını ifade eden "bir nevi özeleştiri niteliğinde kitaplar" gelecekti. Okuruma, bunun "büyük barış" yolunda belki küçük bir adım olabileceğini, bu tavrın yaygın bir "muvazzaf tavrı" haline geleceğine inanmadığımı söyledim. Yine de sözü edilen kitapları çok büyük bir merakla bekliyorum.

NOKTADAN BUGÜNE MEDYA NASIL DEĞİŞTİ?

-Nokta'nın Nisan 2007'de yayımlanan son sayısından bugüne baktığınızda neler görüyorsunuz? 6 yılda Türkiye'de ve medyada nasıl bir değişim yaşandı?

Nokta'dan önce Türk basınında, TSK'yı 'kabul edilebilir sınırlar'ın ötesinde rahatsız edecek haberlerin yayımlanamayacağı yönünde tuhaf bir konsensüs vardı. Bu, ülkedeki bütün gazetecilerin istifade ettiği bir konfor ortamı yaratıyordu. Bu sayede, sarsıcı derecede önemli de olsa, bir haberi bir gazete yayımlamaktan imtina ettiğinde, meslektaşları onu ayıplamıyordu. Nitekim Darbe Günlükleri'nin Nokta'dan önce Mehmet Ali Birand'a, Mustafa Balbay'a ve Metehan Demir'e ulaştırıldığını, fakat onların yayımlamadıklarını bizzat kendileri ifade ettiler. Ben, bunu "itiraf" edemeyen başka gazetecilerin ve gazetelerin olduğunu da biliyorum.

GAZETECİLERİN RAHATI BOZULDU

Nokta'nın kapak haberleriyle bu konfor berhava oldu. Çünkü görüldü ki, yayımlanamaz gibi görünen bazı haberler, bazı riskler göze alınırsa, pekâlâ yayımlanabilir. Nokta'nın kapatılmasından 8 ay kadar sonra ise Taraf gazetesi yayına başladı ve bildiğimiz dosyaları yayımladı. Nokta'nın ve Taraf'ın gazeteciler arasında pek fazla sevilmemesinin nedenlerinden biri de onların konfor bozan yayın organları olmalarıdır. Son 6 yılda medyadaki en önemli değişiklik Taraf'ın yayımlanmaya başlamasıdır. Bir başka önemli gelişme de eski merkez medyanın yanı sıra hükümete yakın yeni bir merkez medyanın ortaya çıkmış olması.

BİR TEK ERTUĞRUL GÜNAY ARADI

-O günlerde size desteğini ileten siyasetçiler, iş dünyasından isimler oldu mu? Daha sonra yanınızda olmadığı için özür dileyen, özeleştiri yapanlar var mı?

Gazeteci meslektaşlardan arayanlar oldu tabi. Siyasetçilerden bir kişi aradığı için onun ismini verebilirim: Ertuğrul Günay... Bir de adına hatırlamadığım bir AK Parti milletvekili aramıştı. Adına özeleştiri denebilecek tek ciddi çıkış, yıllar sonra Mehmet Ali Birand'dan geldi. Onun dışında, ortada bir mahçubiyetin olduğu açık.

-Nokta'nın tekrar açılması durumunda aktif gazeteciliğe döner misiniz? Ya da başka yerlerden teklif alıyor musunuz?

2007 Haziran'ından bu yana bir Akdeniz köyünde, basit, yavaş, sade bir hayat yaşıyorum. Yeniden İstanbul'da ikamet etmemi gerektirecek bir teklifi artık kabul edemem. İki yıl öncesine kadar bunun tek istisnasının Nokta olabileceğini söylüyordum, artık onu da söylemiyorum. Nokta'nın imtiyaz sahibi Ayhan Durgun arada bir üçüncü kişiler aracılığıyla beni yoklayıp, dergiyi bir gün mutlaka yeniden çıkarmak istediğini söylüyor. Olur da Nokta bir gün yayımlanırsa yayın yönetmenliği dışında katkı verebilirim.

ELEŞTİRİLERİMİ İSTİFALARDAN ÖNCE YAZDIĞIM İÇİN MEMNUNUM

-Taraf'ın yayın yönetmeni Ahmet Altan ve yardımcısı Yasemin Çongar'ın istifaları sonrası ayrılıklar, daha sonra da geri dönüşler oldu; siz Taraf'ı nasıl buluyorsunuz?

Taraf'ın yayına başlamasının son altı yılın en önemli gazetecilik olayı olduğunu söylemiştim. Ahmet Altan-Yasemin Çongar döneminin son bölümünde ise gazetenin iktidar eleştirisi dilinin "eleştirel" olmaktan çıkıp "muhalif" bir siyasi partinin diline yaklaştığını düşünüyorum. Bunu da Altan ve Çongar daha görevdeyken "Gazeteme eleştiriler" başlığı altında kaleme aldığım bir dizi yazıda dile getirmiştim. O yazıları Ahmet ve Yasemin görevdeyken yazmış olmaktan dolayı şimdi çok memnunum.

MİLLİYET'E BİR ELEŞTİRİM VAR

-Milliyet'in İmralı tutanaklarını yayımlamasını bir gazeteci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben, hepimizin hayatını ve geleceğini ilgilendiren bir haber gerçekse, yayımlanması gerektiğine inanan gazetecilerdenim. Milliyet'in genel yayın yönetmeni olsaydım, o haberi ben de yayımlardım. Habere yegâne itirazım, konuyla ilgisiz bazı bilgilerin, bazı kişileri tek yanlı suçlamanın nesnesi yapacak biçimde yayımlanması... Bizim gibi gazeteciler, "milli çıkar" diye bir şeyi tümüyle inkâr ettiklerinden değil, belli bir tarihsel anda "milli çıkar"ın hangi gazetecilik tutumuyla örtüştüğünün bilinemeyeceği gerçeğinden hareket ederler. Nitekim gazetecilik tarihinde, başlangıçta "milli çıkar"lara aykırı gibi görünse de, tarihin o haber hakkında tam tersi bir hüküm verdiği sayısız örnek vardır.

GAZETECİLERİN DİRENÇLİ DURMASI GEREKİR

-Başbakan, Milliyet'in haberine sert tepki gösterdi ve 'Eğer böyle gazetecilik yapacaksan, batsın senin gazeteciliğin' dedi. Başbakanın öfkesi sonrasında Milliyet ve Hürriyet'teki bazı isimlerin yazılarının yumuşatıldığı, yayımlanmadığı son günlerin önemli tartışma konusu...

Tarhan Erdem, 'Milliyet olayı' başlıklı yazısında "Başbakan'ın konuşması tehdit veya baskı değildir; siyaset adamının ölçüsüz sözleridir" diye yazdı ve önemli olanın, gazete sahiplerinin ve gazetecilerin basın özgürlüğüne sahip çıkıp bu türden ölçüsüz çıkışları "yok saymaları" olduğunu söyledi. Bence sorun burada gizli... Gazete sahipleri ve gazeteciler, iktidarlardan gelecek her türlü "ölçüsüz söz"ü, baskıyı "yok saymadıkları" ve direnmedikleri takdirde böyle gider. Risk alamayan gazetecilerin iktidara dönüp, "lütfen bize baskı yapmayın" mızıldanmalarının sonu işte budur. 2011 Kasım'ında özellikle NTV'de olan bitenlerden yola çıkan bazı köşe yazarları arasında, geniş bir tartışma yürütülmüştü. O tartışmaya katılan gazetecilerden biri de, bugün yazılarına geçici bir süre ara verilen Hasan Cemal'di. O tartışmaya ben de “Lafla editoryal bağımsızlık gemisi yürümez” başlıklı bir köşe-diziyle katılmış, Hasan Cemal'in, "iktidarlar karşısında dik duruyor muyuz" sorusunu özellikle "gazete sahiplerinin kendilerine sorması" gerektiği tespitine katılmadığımı belirtmiştim. Ben, bu soruyu özellikle gazetecilerin kendilerine sorması gerektiğine inanıyordum. Ancak gazetecilerden gelen dirençle medya patronları iktidara dönüp, "kusura bakma, fazla bir şey yapamam" diyebilir. Oysa bizde olan, yıllardır izlediğimiz gibi, gazetecilerin, iktidarlar karşısında bunalan patronlarını rahatlatacak biçimde davranmalarıdır. Bu durumda medya patronları da iktidara direnmek yerine “uysal” gazete yöneticilerine dönüp “onu at, bunu kes” demeyi daha rasyonel buluyor.

 

-Yayın yönetmenliği, yazarlık yaptığınız dönemlerde gazete sahiplerinin müdahalesi ile karşılaştınız mı?

Önceki sorunuza cevabımda zikrettiğim “Lafla editoryal bağımsızlık gemisi” yürümez başlıklı dizinin son bölümünü, kendi kişisel tecrübeme ayırmıştım. Tabii şu rezervle: “Elbette anlatacaklarım benim hatırladıklarımla şekillenecek; dolayısıyla bunları benimle birlikte yaşayanların eleştirilerine, itirazlarına ve hatta yalanlamalarına da açıktırlar...”
Sorunuza cevap olarak, o bölümlerin geniş bir özetini Akşam okurlarının dikkatine sunuyorum; 1990’ın sonlarında patronumuz Ercan Arıklı başımıza bir Ankaralı gazeteci getirmeye karar verdi. Biz hemen anladık; Ercan Bey’in aklında ne vardı bilmiyorduk ama (muhtemelen Nokta’nın bir yıl sonraki satışıyla ilgiliydi bu), Nokta belli ki artık bizim bildiğimiz dergi olmayacaktı. Yani şu soruyla karşı karşıyaydık: Sırf eve ekmek götürelim diye kesinlikle benimsemeyeceğimiz bir yayın çizgisine “evet” diyecek miydik, demeyecek miydik? Toplam altı ya da yedi arkadaş “hayır” demeye karar verdik ve istifa ettik. Öbür arkadaşlarımı bilmiyorum ama, benim birikmiş tek kuruşum yoktu. Bir hafta kadar sonra o zamanki eşimle birlikte gidip nikâh yüzüklerimizi sattık.

BENİM İÇİN ŞERİATÇI DEDİLER

Bir yıl sonra Ercan Arıklı ile yeniden yollarımız kesişti. Büyük iddialarla başlattığı Aktüel dergisinin kuruluşuna katıldım. 1994 baharında genel yayın yönetmeni oldum. Yayın yönetmenliğimin başında çok acı verici bir arkadaş hançeri yedim...

Aktüel’in ilk genel yayın yönetmeni Mehmet Yılmaz, bir buçuk yıl kadar önce yanına bazı başka arkadaşlarımızı da alarak rakip dergi Tempo’ya transfer olmuşlardı. Bu arkadaşlarımız, benim yayın yönetmenliğimin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, Tempo’da, Ercan Arıklı’nın ortağı ve Sabah gazetesi sahibi Dinç Bilgin’e hitaben bir “uyarı” yazısı kaleme aldılar. Uyarı, dinci, şeriatçı ve Refah’çı olduğu apaçık birinin Aktüel’i yönetmesine nasıl izin verildiğine dair sorulardan ibaretti. (Suçumuz, Mart 1994’teki büyük seçim zaferiyle herkesi şaşırtan Refah Partisi’nin başarısının altında nelerin yattığına dair bir ek hazırlamamızdı.)

Hiçbir tepki göstermedik, güldük geçtik; Ercan Arıklı’nın tavsiyesi de o doğrultudaydı. Fakat ertesi hafta, aynı şikâyet bu defa Sabah’ın yeni ortağı Karamehmet Grubu’na yönelik olarak yapıldı. Yani arkadaşlarım açık açık benim işten atılmamı talep ediyorlardı... Patronlar, memleketteki “şeriat geliyor” paranoyasına kapılıp beni kapı önüne koysalardı yeni bir iş bulmam neredeyse imkânsız olacaktı. Yalnızca yiyeceğim damgadan dolayı değil... O sırada Başbakan Tansu Çiller 5 Nisan kararlarını açıklamış, en büyük darbeyi basın sektörü yemiş, gazetecilerin yüzde 20’si işten çıkartılmışlardı. Bunları, ikinci istifa kararımla bağlantılı olduğu için anlattım...

ERCAN ARIKLI, İSTİFAMI KABUL ETMEDİ

Sonra şöyle oldu: Mehmet Yılmaz birkaç ay sonra bu defa Aktüel’in de dâhil olduğu bütün dergilerin direktörü olarak yeniden Sabah grubuna döndü. Ben, Ercan Arıklı’dan bir randevu alıp istifamı verdim.

Arıklı, istifamı kabul etmedi, git evde otur dedi. Öyle yaptım, bir süre sonra meseleyi anladım: Mehmet Yılmaz grupta bir buçuk ay kadar kaldıktan sonra yeniden Hürriyet grubuna dönmüştü. O gittikten sonra da ben Aktüel’e tekrar döndüm.Ne var ki sadece 6 kadar sürdü bu dönem. Arıklı, 1994 aralık ayında satış rakamlarından memnun olmadığını söyleyip benden “Sekreter Ayşe’nin okuyacağı dergi”yi yapmamı isteyince kesin olarak ayrıldım Aktüel’den.

1990'lar karanlığının tam ortasındaydık. Gazeteciliği de İstanbul'u da terk edip bir çocuklu, üç kişilik bir aile olarak Ayvalık'a yerleştik. Dördüncü istifa, 2005'te ikinci kez Aktüel genel yayın yönetmenliği yaparken gerçekleşti... Eski bir Diyanet İşleri başkanının eski bir Ermeni patriğiyle kardeş olduğunun iddia edildiği kapak haberimizin doğru olmadığı ortaya çıktı. "Bir iddiayı yayımlamadan önce, onu doğrulatmak için yapılması gereken her şeyi yapmak" prensibini çiğnemiş, hata etmiştik. Sorumluluğu üzerime alıp istifa ettim.

SON YÖNETİCİLİK TECRÜBEM NOKTA OLDU

Meslek hayatı boyunca, editoryal bağımsızlık gerekçesiyle 4 kez istifa ettiğini belirten Görmüş, Nokta dergisi deneyimini de şöyle anlattı:

"Son yöneticilik tecrübemi Nokta'da (2006-2007) yaşadım. Orada "istifa" yok ama büyük (editoryal) dersler var... 2006 baharında Nokta'nın yeni imtiyaz sahibinin dergiyi yönetmemi istediğini bildiren ortak tanıdığımıza, "Peki" dedim. Görüşmeye giderken neler konuşacağımı belirlemiştim. Ona her şeyden önce, "sahiplikle editoryal sürecin birbirinin içine girmesi" sorununu uzun uzun anlatacak ve ancak bunun dışına çıkabilmiş bir yapıyı kabul ederse çalışabileceğimizi söyleyecektim. Esasen siyasetçi olmak istiyordu, medya patronluğunun da bunun için iyi bir basamak olacağını düşünüyordu.

MUHAFAZAKAR BİR GAZETE DARBE GÜNLÜKLERİ'Nİ YAYIMLAMADI

Anlaştık ve başladık. Eğer patrona karşı editoryal bağımsızlığınızı garanti edememişseniz, siyasi-askerî güç odaklarına karşı da bağımsız davranamazsınız. Mehmet Ali Birand Günlükler'in Nokta'dan önce kendilerine de gittiğini fakat korktukları için yayımlamadıklarını açıklamıştı. Mustafa Balbay ve Metehan Demir de Günlükler'in Nokta'dan önce kendilerine gittiğini fakat yayımlamamaya karar verdiklerini açıkladılar. Günlükler'in muhafazakâr basından en az bir gazeteye gittiğini fakat onların da yayımlamadıklarını biliyoruz. İnkâr durumunda "dedi", "demedi" polemiğine girmemek için isim vermeyeceğim. Belki bir gün onların içinden de bir Birand çıkar!"

SON VİDEO HABER

Kassam, İsrail askerlerini araçlarıyla birlikte imha etti

Haber Ara