Arap Devrimleri ve İslamcılar
Arap ülkelerindeki gelişmeleri olayların yakın tanığı Dr. Ramazan Yıldırım ile konuştuk.
13 Yıl Önce Güncellendi
2013-03-05 12:37:26
Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de rejim değişikliğine yol açan halk ayaklanmaları üzerine çok yazıldı çizildi. Batı’daki değerlendirmelerin çoğu emperyalist, sömürü odaklı bakış açısını yansıtmanın ötesine geçmedi. Ve ne yazıkki bu yorumlar ve değerlendirmeler Türkiye medyası tarafından tercüme edilip topluma sunuldu. Türkiye bu devrim süreçlerinde hep halkların yanında yer almasına rağmen Türk aydın ve gazetecileri olaylara Rueters perspektifinden bakma kolaycılığını tercih etti.
Haber10 olarak ilk günden itibaren olayları yerinde gözlemleyen, bölgeyi, halkları, siyasi-dini cemaatleri yakından tanıyan bir isimle konuşarak gelişmeleri anlamaya çalıştık. Dr. Ramazan Yıldırım ile konuştuk. Yıldırım, İslam dünyasındaki gelişmelerin tanığı olan az sayıdaki bilim adamı ve yazarlardan birisi. Söyledikleri, tespitleri ufuk açıcı.
İşte sorularımız ve Dr. Ramazan Yıldırım’ın cevapları:
Soru- Arap/İslam Dünyası’nda Tunus’ta başlayıp Suriye ile devam etmekte olan değişim ve dönüşümdeki temel nedenleri nelerdir?
Ramazan Yıldırım- 20. yüzyılın başlarından itibaren İslam dünyası birbirinden kopuk ve içe dönük bir döneme girdi. Siyasi ve ekonomik açıdan bir yenilgi yaşadı. Ümmet coğrafyasında birçoğu vekâleten kurulan rejimler Müslüman halkların onurunu, gururunu ve değerlerini yeterince temsil edemedi. Birçoğu ikinci dünya savaşı sonrasında iş başına gelen Arap dünyasının yöneticileri, selefleri olan sömürgecilerin yerli birer temsilcileri olmanın ötesine geçemediler. 21. yüzyıla girerken bu yöneticilerin aynı minval üzere devam etmeleri düşünülemezdi. Uyguladıkları baskı yöntemleri, halkların değerleriyle ve onuruyla çatışan siyasetleri ve içine düştükleri yolsuzlukları derinden giden bir öfkeyi biriktirmekteydi. Nitekim 2010 yılının Kasım ayında Tunuslu mühendis Muhammed Buazizi kendisini ateşe vererek Arap dünyasını saran bir devrim ateşinin ilk kıvılcımlarını çaktı. Tunus’un tüm bölgelerine yayılan halk gösterileri sonucu yarım yüzyıllık rejimin yöneticisi Zeynel Abidin b. Ali ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Tunus’tan kamuoyuna yansıyan iki görüntü aslında bu devrimlerin sosyolojisini göstermesi bakımından çok anlamlıdır. Birincisi orta yaşlarında bir Tunuslunun her iki eliyle ağarmış saçlarını yolarak “yaşlandık, yaşlandık!” diyerek ağlamasıydı. Diğeri de genç bir Tunuslunun her iki elini havaya kaldırarak “Bin Ali kaçtı, Bin Ali kaçtı!” diyerek haykırmasıydı. Bunlardan ilki Eski Tunus’un yılgınlığını, korkusunu, ümitsizliğini ve ezilmişliğini ifade ederken ikincisi de Yeni Tunus’un ümidini, cesaretini, özgüvenini ve başkaldırısını temsil etmekteydi.
Tunus’un fitilini ateşlediği devrim kısa bir süre içinde Mısır’ı sardı ve Tahrir Meydanı milyonlarca Mısırlının haykırışlarıyla inledi. Hüsnü Mübarek’in görevi bırakmak zorunda kalmasıyla da Arap dünyasında yeni bir süreç başladı. Bu devrimler, yüzyıllık bir suskunluğun sona ermesidir ve halkların üzerine örülen korku duvarlarının yıkılmasıdır.
S- Arap devrimi, Arap Baharı, Arap isyanı şeklindeki tanımlamalar ne derece doğru ve siz hangi tanımlamayı uygun görüyorsunuz? Neden?
R.Y.- “Arap Baharı” söylemi bana biraz oryantalist bir söylem gibi geliyor. Birilerinin yumuşak müdahalesiyle bir zamanlar gerçekleştirilmeye çalışılan “Kadife Devrim” veya “Turuncu Devrim” söylemini çağrıştırıyor. Mevsimsel olduğu, geçici olacağı ve kalıcı etki oluşturmayacağı intibaını uyandırıyor. Kanaatimce yaşanan bu süreç bir devrimdir. Zaten devrimi yapanlar da bu yaptıklarına devrim diyorlar ve “Yasemin Devrimi, Özgürlük Devrimi, Nil Devrimi, Arap Halkları devrimi veya Tahrir Devrimi” gibi isimler kullanıyorlar. Bugün Mısır resmi makamlarınca 25 Ocak Devrimi ismi kullanılmaktadır. Halkların, sessizlerin, bir asırdır öfkesini yutanların insiyaki bir şekilde gerçekleştirdiği bir devrimdir. “İsyan” olarak da okuyabiliriz. Diktatörlüğe, zulme, yolsuzluğa, değersizleştirmeye ve onursuzlaştırmaya başkaldırı anlamında bir isyandır.
S- Ortadoğu ülkelerindeki İslamcı diye bilinen örgüt-cemaat ve yapıları dikkate alarak baktığımızda bölgede meydana gelen halk hareketlerinde İslamcıların etkisi nedir?
R.Y.- İslamcılık kavramının farklı çağrışımları var. 20. Yüzyılın başlarında dağılma sürecine giren Osmanlı coğrafyasını toparlama anlamında gündeme gelen ve daha çok bünye dışına yönelik bir tarzı siyaset olarak ortaya çıkan bir akımı ifade etmek için kullanılmıştır. Sonraki süreçlerinde bu bağlamını yitiren İslamcılık kavramı, İslam dünyasında ortaya çıkan tüm İslami hareketleri teşmil eden bir anlamda kullanılmıştır. Buna göre siyasi iktidar talebi olan ve talebini dinle temellendiren tüm gruplar ve cemaatler bu kavramla anılmaya başlanmıştır.
Bugün Ortadoğu coğrafyasında bu isimle anılan ve birbirinden farklı fikir ve yöntemler benimseyen birçok hareket vardır. Ama bunların hepsinin ortak vasfı din ile devlet ve devlet ile toplum arasında çatışmacı olmayan, uyumlu olan bir ilişki talebine sahip olmalarıdır. Zaten dinî birer hareket olarak ortaya çıkan bu hareketlerin büyük bir kısmı legal siyaset yapma imkanı bulamadıklarından dolayı kendi varlıklarını dinî bir cemaat olarak sürdürmek zorunda kalmışlardır. Eğer siyaset yapma imkânı bulsalardı kendilerine özgü bir ideolojisi olan çok güçlü siyasal partiler olarak varlıklarını devam ettireceklerdi. Mesela Mısır’da İhvan-ı Müslimin hareketi, Tunus’ta Nahda hareketi kuruldukları günden itibaren varlıklarını siyasi bir parti çatısı altında devam ettirme ve iktidara meşru yollarla talip olma imkânı bulsalardı bugün durum çok daha farklı olurdu.
Adına İslamcı denilen bu hareketler zaten devrim sürecini başlatan halkların bir parçasıdır. Kimi yüzyıl kimi yarım yüzyıldır bu halkların içinde yaşıyor. Halklardan bağımsız bünyeler değiller. Devletlerin gerçekleştirmek zorunda olup da yapmadığı birçok sosyal projeleri bu hareketler gerçekleştirmişler. Eğitim, sağlık ve kültür alanlarında birçok faaliyet yapmışlar. Dinin emrettiği iktisadi dayanışmayı topluma yaymak, fakirleri, yoksulları gözetmek amacıyla vakıflar ve dernekler kurmuşlardır. Dolayısıyla bu coğrafyada meydana gelen değişim ve dönüşümleri bu hareketlerden bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Eğer adına İslamcı dediğimiz bu gruplar devrim sürecinin içinde yer almasalardı bu sürecin başarıya ulaşması imkânsız olurdu. Tabiî ki halklar içinde en örgütlü topluluklar oldukları için de devrim sürecinde inisiyatifi ellerine aldılar. Eğer bugün devrimin yaşandığı tüm ülkelerde süreci kontrol etme ve başarıya doğru sürükleme rolü onlardaysa bu onların içinde yaşadıkları toplumların en hareketli ve en dinamik aktörleri olduğunu göstermektedir. Hiç kimse altın tepsi içinde onlara bu imkânları sunmuş değildir.
S- Arap coğrafyasına damgasını vuran değişimci kalkışma İslamcı bir dalga mıdır?
R.Y.- İslamcı kelimesine olan rezervimi koruyarak evet, Arap coğrafyasındaki bu değişimlerin en büyük aktörü İslamcılardır. Onlar hem değişimin aktörleridir hem de bu değişimin kalıcı olmasını sağlayacak olanlardır. Ama burada bir hususu vurgulamak istiyorum. Geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar İslam tarihinin hiçbir döneminde Müslümanlar siyaset, fıkıh, itikat vb. alanlarda yaptıkları faaliyet ve icraatlarını vahye dayalı, sabit ve evrensel olan mutlak anlamdaki dinle özdeşleştirmemişlerdir. Mesela Müslümanların kurdukları devletler kurucu ailelerin, fıkıh ve kelam mektepleri kurucu imamların isimleriyle anılmaktadır. Bundan dolayı da bugünün Müslümanlarının özellikle de siyasal iktidar alanında ortaya koyacakları tecrübeler ile din arasında bir özdeşlik kurmaya çalışmak ve onların faaliyetleri üzerinden onların ideolojik veya dinî aidiyetlerini sorgulamaya çalışmak doğru değildir.
Eğer bu süreçte İslamcıların aktif katılımları olamasaydı bu devrimler başarıya ulaşmazdı. Mesela 2006 yılında Mısır’da “Kifaye/Yeter Artık” ismiyle bir hareket başladı. Batı dünyası bu harekete destek verdiğini çeşitli vesilelerle açıkladı. Günlerce süren protesto eylemleri yapıldı. Hedefte Hüsnü Mübarek vardı. Cumhurbaşkanlığının yolunu başkasına kapatan uygulamalara karşı çıkılıyordu. Hatta bu hareketin lideri Eymen Nur, Mübarek’in karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıkan ilk kişi olarak tarihe geçti ama tutuklandı. Müslüman Kardeşler cemaati, bu hareket üzerine düşen dış destek gölgesini gördü ve kuşkuyla yaklaştı. Ciddi anlamda desteklemedi ve bu hareket hiçbir başarı elde edemedi. Eğer Müslüman Kardeşler ve İslami hareketler 2011 yılının ilk ayında başlayan bu devrim sürecinin içinde yer almasaydı bugün Mısır’da oğul Mübarek’in ve Libya’da da oğul Kaddafi’nin iktidarı hüküm sürüyor olurdu.
S- Bu süreçte, İslamcı gruplar söylem, düşünce ve ideolojik bağlamda nasıl bir değişim ve dönüşüm yaşamaktadırlar. Bütün ülkelerde sadece İhvan-ı Müslimin mi etkili?
R.Y.- İslamcılar muhalefete endeksli hareketlerdi. Şimdi ise iktidar zamanı. İslamcı gurupların bir siyaset ve iktidar arzuları vardı, modelleri yoktu. İran’da gerçekleşen devrim, tüm İslam dünyası için yeni bir heyecan oluşturmuştu. Ama süreç içerisinde kendisini mezhep ve ulus blokajından arındıramadı. Kurucu bir irade ve model oluşturamadı. Sudan’da Hasan Turabi hareketine mensup subayların gerçekleştirdiği darbeyle birlikte işbaşına gelen yeni yönetim bu kurucu irade ve modeli meydana getiremedi. Aksine tüm devrimler kendi çocuklarını yerken Sudan’daki devrim kendi fikir babaları ve ideologları olan Hasan Turabi’yi yedi. İç siyasi çekişmeler ve uluslar arası baskılar Sudan’daki bu süreci içe kapattı. Arap devrimleriyle birlikte başlayan sürecin aktif unsurları ve aktörleri olan İslamcılar, muhtemelen bu her iki ülkenin tecrübesinden ders çıkarmışlardır. Tabii ki şimdilik bir şey söylemek acelecilik olur. İşleri çok zor ama başarı imkânsız değil.
İslamcı hareketler yüzyıla yakın bir süredir hep muhalefette kaldılar. Örgütlenmelerini, söylemlerini, ideolojilerini ve düşüncelerini muhalefet ekseninde yürüttüler. Ama şimdi durum değişti. Çünkü artık karşılarında kendilerine çok iyi muhalefet ettikleri iktidarlar yok. Dolayısıyla muhalefet eksenli argümanlar da çöktü. Yeni bir durum söz konusu. Kendilerini iktidar olma durumuna göre yeniden dönüştürecekler. Cemaatten partiye doğru bir değişim ve dönüşüm yaşarken birçok sıkıntılar çekecekler. Henüz partileşme sürecini tamamlamadan iktidarın aktif aktörleri haline gelmeleri onların işini zorlaştırmaktadır. Mesela Müslüman Kardeşler, kurulduğu günden beri toplumsal muhalefeti elinde bulunduran bir harekettir. 1952 askeri darbesini gerçekleştiren hür subayların birçok üyesinin kendilerine yakın ilişkiler içinde olmasına rağmen tarihinin en büyük zulmüne de onlar tarafından çarptırılmıştır. Ama başta Mısır olmak üzere birçok ülkede varlığını koruyarak bugünlere kadar gelmiştir. 25 Ocak 2011 devrimi sonrasında bir yıl içinde Mısır’da yapılan parlamento, senato ve başkanlık seçimlerinde başarıyla çıktı. Mısır’ın en örgütlü ve en dinamik yapısı olduğunu gösterdi. Başkanlık seçimlerinin ikinci turunda her iki Mısırlıdan birinin oyunu alarak başarıyla çıktı. Cumhurbaşkanlığı için önerdikleri en güçlü ve asıl adayları olan Hayrat Şatır’ın veto edilmesinin ardından yedek adayla seçim kampanyasına devam etmişlerdir. Seçimlere katılan 26 milyon seçmenden 13,5 milyonun oyunu alarak seçimleri kazanmışlardır. Bu seçimlerle Mısır tarihinin ilk sivil cumhurbaşkanı İhvan kökenli bir aday olmuştur.
Tüm Arap ülkelerindeki baskın hareket İhvan’dır. Tunus’taki Nahda hareketi kendine özgü bir yapıya ve liderliğe sahip olmasına rağmen kültür olarak İhvan’la aynı havzaya mensuptur. Bunların dışında Arap dünyasında başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere birçok ülkede Selefilik denilen hareketler vardır. Selefi Hareketler, genelde söylem bazında aynı dinî eğilimler gösterirken yöntem olarak birbirlerinden farklılık gösterirler. Bu farklılık özellikle de Arap devrimlerinden sonra açık bir şekilde kendini göstermiştir. Mesela Mısır’daki Selefî hareketler hızla partileşerek daha önceleri mesafeli durdukları siyasi arenaya girmişlerdir. Seçimlere tek parti çatısı altında katılmışlar ama sonraki süreçlerde kendi içinde dağılmaya başlamışlardır.
Mesela bugün Mısır’da Selefilerin en güçlü koalisyon partisi olan Nur Partisi, İhvan karşıtı olarak kurulan ve aralarında Milliyetçilerin, Nasırcıların, Liberallerin ve bazı sosyalistlerin yer aldığı bir cephede yer almakta sakınca görmemişlerdir. Bu açıdan baktığımızda siyaset, onların ideolojik dünyasını parçalamıştır.
Katı ve sert tutumlarıyla bilinen Selefiler, eşi görülmemiş bir siyasi oportünizme doğru sürüklenebilirler. Onların bu durumlarını bölge siyaseti üzerinde kendisine alan açmak isteyen ve başarılı bir İhvan iktidar modelinden hazzetmeyen Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin örtülü girişimlerine bağlamak mümkündür.
Homojen bir yapıya ve örgütlü bir geleneğe sahip olmayan Selefi grupların mevcut siyaset ve bölgesel dengeler karşısında ezberi çok çabuk bozulabilir. Ama her şeye rağmen kendi iradeleriyle hareket ederlerse kurucu politik bir unsur olabilirler. Çünkü taşrada hala güçlüler ve kullandıkları din diliyle birçok insanı harekete geçirme kabiliyetlerine sahipler.
S- Arap ülkelerinde gerçekleşen devrimlerin öznesi kuşkusuz halk. Halk arasında da refleksi en güçlü olan kesim de gençler. Gençlerin devrimlere faal olarak katılması hakkında ne düşünüyorsunuz? İslamcı grupların gençler üzerinde etkisi ne ölçüde?
R.Y.- Gençler bu devrimlerin işaret fişeğini çakmışlardır. Bu gençler hem yıkılan Arap rejimleri tarafından hem de bu rejimlere muhalefet eden İslamcıların ıskaladığı, görmediği, etkisini tahmin edemediği gençlerdi. Tabir caizse her iki kesim birbiriyle uğraşırken bu gençler aradan sıyrıldılar. Kendilerinden önceki kuşakların taşıdıkları korkuları yoktu. Nerdeyse tamamı Hüsnü Mübarek’in veya Bin Ali’in iktidara gelmesinden sonra doğmuşlardı. 1980 yıllarından itibaren çok yoğun bir şekilde süren Burgiba ve Bin Ali rejimi ile Nahda veya Mübarek rejimi ile İhvan ve Cemaat-i İslami çatışmasının atmosferini yaşamadılar. Ayrıca dedelerinin veya babalarının İsrail karşısında Arap rejimlerinin yaşamış olduğu hezimetin birebir tanıkları da değillerdi. Modern sosyal iletişim araçlarını çok iyi kullanıyorlardı. Dünyada olup bitenlerin farkındaydılar. “An” itibariyle düşünüyorlardı. Sokaklara döküldüler, ebeveynlerini peşlerinden sürüklediler ve kendilerinden önceki kuşaklara gençlik iksiri aşıladılar. İslamcılar, örgütlü ve yılların tecrübesine sahip olmanın verdiği avantajla gençleri anladılar ve genç kuşaklar devrim sonrası tüm aşamalarda yoğun olarak yer aldılar.
Devrimlerin fitilini ateşleyip yeni bir Arap dünyasının kapılarını açan bu genç öfkesi, eğer iyi anlaşılamazsa ve yönetilemezse sıradan bir futbol maçını da cehenneme çevirip onlarca kişinin ölümüne sebep olabilir.
S- Devrimler olurken, toplumun her kesiminden insanlar meydanlara çıktı ve her gruptan insanlar farklı sloganlar attı. Bunların arasında İslami söylemlerin ağırlığı nedir?
R.Y.- Aslında devrimin başından bugüne kadar Arap sokaklarında atılan çeşitli sloganlar üzerinde durmak lazım. İlk başlarda “halk değişim istiyor” şeklinde atılan sloganların yerini “halk rejimin gitmesini istiyor” veya “git, git” gibi sloganlar aldı. İlerleyen zamanlarda artık tüm gösterilere damgasını vuran slogan “Hurriye”, “Adale” ve “Kerame” oldu. Bazen çok güçlü bir şekilde bunlara “Ekmek” de eklendi. “Hurriye” yani özgürlük, halkların serbestçe herhangi bir baskı olmadan kendi iradesiyle yaşamasını dile getirirken “adalet” ise her türlü zulüm ve zorbalığın son bulması yönünde bir çağrıydı. Aslında bu sloganlar içinde en manidar olanı “Kerame” yani onur, şahsiyet kavramıdır. Bu kavram İsrail karşısında yenilgi yaşayan Arap rejimlerinin kendi kabuklarına çekilmelerine, bölge de meydana gelen birçok önemli olayın içinde aktif olarak yer alamamalarına, işgal altındaki Filistin ve Kudüs için sahici politikalar üretmemelerine ve kendi halklarının boynu bükük kalmalarına yönelik dipten gelen bir tepkiyi dile getirmektedir. Bu kavramların nerdeyse tamamı devrim sonrası kurulan bazı siyasi partilerin isimleri arasında yer aldı.
Bundan daha iyi İslami söylem mi olur? Eğer İslami söylemin içinde özgürlük, adalet, onur, aş, iş gibi kavramlar yer almıyorsa o söylemin İslamiliği tartışmalıdır. Zaten bu kavramların tamamı İslamcıların devrim sonrasında Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da daha önceleri Fas’ta ve Cezayir’de kurdukları partilerin resmi isimlerinde mana ve mefhum olarak mündemiçtir.
S- Mısır’da yaşanan devrimden sonra İhvan ağırlıklı bir iktidar ortaya çıktı. Cumhurbaşkanlığını da İhvan’ın adayı kazandı. Şu anda Mısır’da İhvan/Mursi karşıtları boy gösteriyor. İhvan, halkın taleplerini karşılamada yetersiz mi kalıyor, yoksa birileri Müslüman Kardeşler aleyhine düğmeye mi bastı? Bu bağlamda Halkın Müslüman Kardeşler iktidarından beklentileri nelerdir?
R.Y.- Evet, devrimden sonra yapılan anayasa referandumuyla birlikte siyasi partilerin önündeki engeller kaldırıldı ve birkaç ay içerisinde tüm siyasi eğilimleri temsilen yüzlerce parti kuruldu. Tüm partilerin katılımıyla farklı çatılar altında parlamento ve senato seçimlerine gidildi. Dünyanın en karmaşık seçim sistemine sahip olan Mısır’da 90 günlük bir maraton yaşandı. Parlamento seçimlerinde İhvan’ın Hürriyet ve Adalet Partisi %47 Selefilerin Nur Partisi %25 oy aldı. Devrim sonrası iş başına gelen Yüksek Askeri Konsey, tüm ipleri elinde tutuyordu. Mısır Yargısı da ortaya çıkan bu tablodan rahatsızdı. Türkiye’de yaşanan 367 gibi yargı garabetleri orada da yaşandı. Meclis işlevsiz hale getirildi ve lağvedildi. Yani İhvan kağıt üzerinde başarılı oldu ama hiçbir inisiyatif kullanamadı. Ardından cumhurbaşkanlığı seçimleri oldu. İhvan’ın asıl adayı Yüksek Askeri Konsey tarafından veto edilince yedek aday Muhammed Mürsi ile başkanlık seçimlerine gidildi ve Mürsi, %52 civarında oy alarak Cumhurbaşkanı oldu. Tüm çevreler ona emanetçi vekil gözüyle bakıyordu ama o, iktidara geldikten iki ay sonra Yüksek Askeri Konsey’in tüm yetkilerini lağvederek muktedir generalleri emekliye sevk etti. İşte muhalefet bu icraattan sonra onun sahici ve kalıcı bir lider olduğunu anladı. Kısa bir süre içinde anaysa hazırlandı ve yapılan referandumdan %64 civarındaki evet oyu ile kabul edildi. Bu bir bakıma Mürsi’ye verilen destek anlamına da gelir. Aslında Mürsi’nin 6 aylık bir iktidarından bahsedebiliriz. Altı ay içinde yılların sorunları nasıl çözülebilir ki? Mürsi’nin atadığı yeni hükümet bir teknokratlar hükümeti. İçinde İhvan kökenli olan sadece 8 bakan var. Ortada parlamento diye bir şey yok. Ama halkın beklentileri çok yüksek. İktisadî durum hiç de iyi değil. İki yıldır Mısır’ı İhvan yönetiyor havası estirilmeye çalışılıyor. Muhalefet çevreleri artık muhalefet yapmıyor açıkça Mürsi’yi hedef alıyor ve görevi bırakmasını söylüyor. Mübarek dönemi kalıntılar, devlet eliyle zenginleşen ve yeni süreçte rantları kesilen iş çevreleri, yeni döneme ayak direten bürokratik oligarşi, eski düzenin beslediği medya, başarılı bir İhvan modelinin ortaya çıkmasını istemeyen Körfez ve Suud krallıkları gibi faktörler Tahrir Meydanı üzerinden tüm Mısır’ı esir almak istiyor. Kısaca bir nevi İhvanfobia oluşturuluyor. Lokal düzeyde yapılan küçük katılımlı eylemlere mercek tutuluyor, bu eylemlerde son dönemlerde ortaya çıkan “kara pençeliler” her türlü şiddete başvuruyor ve İhvan korkusu oluşturularak tüm Mısır bu korku üzerinden esir alınmak isteniyor. Hüsnü Mübarek de 30 yıllık iktidarı boyunca ülkeyi bu korkuyu yayarak yönetmeye çalıştı. Son dönemlerde yaşanan bu lokal olaylar Mısır’ın iç ve dış derin yapılarının hala aktif olduğunu gösteriyor. Aslında Mısır’da bir muhalefet yani muhalefetsizlik sorunu vardır. Çok parçalı bir muhalefet yapısı var müşterekleri çok az. Herkes kendi kısır gündemine koskoca ülkeyi mahkum etmek istiyor.
Devrimler uzun soluklu bir süreçtir. Eski iktidarlara ve düzenlere başkaldırıp onları yerinden etmek bu sürecin ilk aşamasıdır. Arap dünyasındaki devrimler artık inşa sürecine girmiştir. İnşa süreci sıkıntılı olabilir ama geriye dönüş asla mümkün değildir. Gidişat yavaş olabilir ama durmak veya eskiye dönmek tarihe karışmıştır.
Bugün Tunus’ta da 20 yıl öncesi Türkiye’de sergilenen senaryolar icra edilmeye çalışılıyor. Girdiği seçimlerde hiçbir başarı elde edemeyen marjinal bir parti lideri suikasta kurban gidiyor, iki saat içinde Burgiba caddesinde çok organizeli gösteriler yapılıyor ve Nahda Hareketi hedef gösteriliyor. Düşünün Mısır’ın bir siyasi suikast geleneği var ama Tunus’un hiç yok. Belki de bu suikast bir ilktir. İnşallah son olur.
S- Arap ülkelerindeki İslamcılar, demokrasi ile İslamcı dünya görüşleri arasında bir sentez üretebildiler mi? Ve bu konuda Türkiye etkin bir rol üstleniyor mu?
R.Y.- Bugün Arap dünyasındaki İslamcı hareketler teorik tartışma alanından fiili bir duruma geçme ve icraat yapma alanına girmişlerdir. Bu hareketler, muhalefet dönemlerinde yaptıkları teolojik ve teorik tartışmalarla varlıklarını koruyabildiler. Mesela devrim öncesi Kahire’nin arka sokaklarına girdiğinizde çöp yığınlarıyla karşılaşırdınız. O çöplerin içinde kaybolmuş bir vaziyette duran konteynerin üzerinde “temizlik uygar bir davranıştır” yazılıyordu. Hemen karşısındaki duvarın üzerinde de belli ki korsan olarak yazılmış olan “Temizlik imandandır” hadisi yer almaktaydı. Yani ortada çöp duruyor, kimse onu kaldırmıyor ama temizliğin yapılmasıyla ilgili bir referanslar savaşı yaşanıyordu. Şimdi durum değişti, referanslar savaşının hiçbir anlamı kalmadı. Artık vatandaş o çöpün kaldırılmasını istiyor. İster bunu uygar bir davranış olarak kaldır ister Peygamber sözünün bir gereği olarak kaldır. İslamcıların herhangi bir sentez üretip üretmemeleri sorunu çözmüyor. Mevcut problemlerin çözümüne odaklanmış her çözüm onların dünya görüşlerinin bir gereğidir. Artık bir isim-müsemma tartışmasının zamanı geçiyor. Besmele çekip işe koyulmaları gerekiyor. Mevcut sorunların çözümüne fiili katkı sağlamayan her türlü söylem hariçten gazel okumaktır. Mevcut siyasi ve ekonomik sorunların çözümünde Türkiye tecrübesi Arap dünyasındaki farklı eğilimleri olan tüm siyasi çevreler tarafından ilgiyle izleniyor. Bu ilginin arkasında Türkiye’nin Arap devrimlerinin başladığı ilk günden itibaren tercihini ve desteğini halklardan yana kullanmasının payı vardır. Siyasi ve ekonomik istikrarın sağlanmasında elbette ki Türkiye tecrübesi onlara bir ilham kaynağı olabilir. Ama Tunus’u hariç tutarsak din-devlet ve toplum ilişkilerinde muhtemelen kendi modellerini oluşturacaklar.
S- Arap devrimleri ve İran’ın devrimlere karşı tavrı konusuna gelirsek, Arap devrimleri yaşanırken İran bu manzaranın neresindeydi? İslamcı gruplarla olan ilişkisi nasıl bir zemin üzerinde ilerliyordu?
R.Y.- İran, devrimlerin başladığı ilk aylarda yaptığı açıklamalarda bu devrimlerin halkların bir talebi ve iradesi olduğu anlamına gelecek sözler söyledi. Hatta İran İslam devriminden ilham aldıklarını dile getirdi. Ancak bu devrim ateşi Libya ve Suriye’yi sarınca rezerv koymaya başladı ve Suriye’de tamamen karşı tarafta yer aldı. Kendine göre stratejik hesapların içine girdi ve devrimci bir çizgi izleyemedi. Arap dünyasındaki İslami hareketler, İhvan hariç İran’a hep mesafeli durdu. Özellikle Selefi kökenli hareketler, mezhep üzerinden İran’ı mahkûm etti. Ama Müslüman Kardeşler hareketi başından beri İran’ı ve resmi mezhebi olan İmamiyye Şiası’nı hep İslam dairesi içinde gördü ve mezhepçilik taassubuna bulaşmadı. Ezher Üniversitesinde dört Sünni mezhebin yanında Caferilik mezhebi de tahsil edilir. Hatta Mısır’daki Selefilerin bir kısmı İhvan’ın bu tavrını eleştiri konusu yapmışlardır ve onların İran’a bakışına karşı çıkmışlardır. Muhammed Mürsi’nin cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk yurt dışı ziyaretlerinden birini İran’a yapması, başta Selefi hareketler olmak üzere birçok çevre tarafından eleştiri konusu yapıldı. Mürsi’nin Tahran’daki konuşmasının İran resmi televizyonu tarafından tahrif edilerek yayınlanması bir skandaldı. Bu durum İran resmi çevrelerin İhvan’a da mesafeli olduklarının bir göstergesidir. Ancak bu günden sonra İran ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin belirleyici faktörü dini grupların bakışından daha çok dış politik ve ülkeler arası menfaat birlikteliğinin gerekleri doğrultusunda şekillenecektir.
S- Tunus, Mısır, Yemen’de nispeten az kanlı olaylarla iktidarlar değişirken, Libya’nın kanlı olması ve Suriye’de hala katliamların devam etmesini hangi faktörlere bağlıyorsunuz?
R.Y.- Kanaatimce batı dünyası Tunus ve Mısır’da gafil avlandı. Bu devrimlerin ruhunu kavrayamadı. Ön almak istedi ama başaramadı. Libya’da işin içine girerek devrimin doğal gidişatını şekillendirmeye çalıştı. Bunda Libya’da geleneksel anlamda bir devlet mekanizmasının olmaması etkili oldu. Ordu ve kurumsal bir devlet mekanizması yoktu. Her şey Kaddafi özelinde kişi merkezliydi. Suriye’de de durum aynıdır. Ordu ve devlet mekanizması halka ait değildir. Her şey belirli çevrelerin çıkarlarını koruyacak bir şekilde dizayn edilmiştir. Suriye’nin etnik ve dini çeşitliliği mevcut rejim tarafından istismar edilmiştir. Ayrıca yarım yüzyıldır hem Libya’da hem de Suriye’de hiçbir muhalif örgütlenmeye müsaade edilmemiştir. Her türlü farklı ses yıllarca kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Batı dünyası başta olmak üzere bölge üzerinde politika belirleme kabiliyetine sahip olan ülkeler Suriye’de rejimin yanında mevzilenmişlerdir. Hem birbiriyle olan hesaplarını bu ülke üzerinden görmeye çalışmışlar hem de Mısır ve Tunus gibi bir iktidarın gelmesinden endişe duymuşlardır. Bundan dolayı da katliamlar devam etmektedir. Ama Suriye halkı, özgürlük, adalet ve onur mücadelesini sürdürmekte kararlıdır ve bunun bedelini ödemeyi göze almıştır. Korku duvarlarını yıkarak kendi geleceğini inşa sürecine girmiştir. Bana göre bu mücadelede kaybedecek olanlar, Baas rejiminin yanında duranlardır. Tarihin hiçbir döneminde halkların mücadelesi karşısında duranlar veya mazluma karşı zalimden yana tavır alanlar başarıya ulaşmamışlardır. Bu süreçte de kuşkum yok ki zalime karşı mazlumdan yana olanlar er ya da geç kazanacaktır.
- Sayın Yıldırım, bize zaman ayırıp sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için teşekkür ederiz.
Dr. Ramazan YILDIRIM
İstanbul Üniv. Öğretim Üyesi ve Arap dünyasına yönelik olarak yayınlanan Arapça “Ru’ye Türkiyye” Dergisi’nin Editörü.(haber10)
SON VİDEO HABER
Haber Ara