Zamanın âlimi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleriyle ilgili Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gelen evraklar geçtiğimiz hafta kamuoyunda geniş yankı buldu. Belgeler Emniyet, Jandarma ve MİT tarafından Said Nursi’nin hayatı boyunca takip edildiğini gösteriyor. 1950’li yıllarda dönemin istihbarat kurumu MAH tarafından hazırlanan belgeyse en ilginç olanı. Said Nursi’nin TSK’ya sızmaya çalıştığı, astsubay rütbesinden albay rütbesine kadar TSK’da görevli birçok subay ve astsubayın ‘Nurcu’ diye fişlendiği belirtiliyordu. Aslında Bediüzzaman ne ilk ne de tek. Efendimiz Hz. Muhammed (sas) başta olmak üzere, birçok peygamber ve İslam’a hizmet amacıyla çalışan sahabe, veli ve âlim pekçok zatın birçok eza ve cefanın yanı sıra ağır hakaretlere, iftiralara da maruz kaldığı biliniyor. Geçmişte haset yüzünden, yakın tarihten günümüze gelen zaman dilimindeyse İslam düşmanlığıyla âlimlere iftira atıldığını söylemek mümkün. İşte Kur’an ve İslam’a hizmetle ömrünü geçiren, sırf bu yüzden iftiraya maruz kalan büyük din âlimlerinden bazıları…
İmam-ı Azam Ebu Hanife
Kadılığı reddetmenin bedeli: Zulüm
İslam’ın hukuk öğretisi fıkhı, sistemleştiren ve dört Sünni mezhebinden biri olan Hanefiliğin imamı. Kadılığı ısrarla reddederek siyasetten uzak durduğu için yönetenlerin baskılarına uğrar ve hapiste yapılan işkencelerle ölür. Hadis ve sünneti teşri’ kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı olmamasına rağmen vefatından sonra da “Ebu Hanife ayeti delil alarak hadisi terk etti” iftirasına maruz kalır. Oysa bu âlim zat son nefesine kadar “Resulullah’ın (sas) üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Resulullah’ın (sas) söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz.” demiş ve bu istikametten ayrılmamıştır.
Hacı Bayram Velî
İsyan değil ilim için bir araya gelince…
Hacı Bayram Velî, Sultan İkinci Murad (1402- 1451) zamanında yaşayan, talebe yetiştiren, belirli vakitlerde camide de insanlara nasîhat eden âlim bir zat. İnsanların Hacı Bayram Velî’nin vaazlarına koşup, ahlâkî güzelliğini gördükçe ona daha çok bağlandığı bir dönem. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya başlar, ismi kısa zamanda her tarafta duyulur. Etrafına çok sayıda talebenin toplandığını gören bazı haset sahipleri, padişaha “Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram ismindeki kişi, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. İsyan çıkarmasından korkarız!” diyerek iftirada bulunur. Bunun üzerine Sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kişi vazifelendirip, “O kimseyi hemen gidip huzurumuza getirin. Emrimize baş kaldırıp isyan ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verir. Sultan Murad’ın huzuruna getirilen bu zatın aslında büyük bir âlim olduğu anlaşılınca iltifatlarla geri gönderilir.
Mevlânâ Celaleddin Rumi
Ajanlık ve evlat katilliği iftirası
Hoşgörü ve diyaloğun timsali Mevlânâ Celaleddin Rumi de hak etmediği iftiralara maruz kalır. Hz. Mevlânâ’nın Moğollara para karşılığı ajanlık yaptığı, bu nedenle düşmanlık beslediği, Nasreddin Hoca’yı ve hatta istilacılara karşı direnen öz oğlunu öldürttüğü iftirası belli aralıklarla gündeme getirilir. Sanki dinler üstü bir bireymiş gibi gösterilir. Evrimcilikle itham edilir. İslâm’ın dışında kalan uydurulmuş bir din veya bazı batıl ideolojileri benimseme iftirası atılır. Oysa Sezai Karakoç’un da dediği gibi, Mevlânâ bir İslâm ereni, önderi, düşünürü, şairi. Zaten Mevlana’nın hepimizin bildiği “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim, Allah’ın seçkin peygamberi Hz. Muhammed’in yolunun toprağıyım. Her kim benden bunun dışında bir söz naklederse, hem o sözden şikâyetçi olurum, hem nakledenden.” sözü bile bu konudaki hakikati ortaya koyuyor.
İskilipli Atıf Hoca
Yakın tarihin ilk iftirası ve ilk mazlumu
İnkılâp tarihine göz atar atmaz, iftiraya uğrayan ilk din mazlumları arasında İskilipli Atıf Hoca’yı görüyoruz. Şeyh Said İsyanı’ndan sonra, daha da esip gürleyen tek parti rejimi, artık kavun koklar gibi, din-i mübin-i İslâm için çalışan insan avına çıkar. İnançlı insanları yaşatmamaya niyetlidir. Hayatı baştan sona çile dolu Atıf Hoca, Şapka Kanunu’na karşı geldiği gerekçesiyle, gerici ayaklanmalar ve irtica kitapları yazdığı iftirasına maruz kalır.
Atıf Hoca’nın Şapka Kanunu’nun çıkmasından 1 buçuk yıl kadar önce bastırdığı kitapçıktır iftiralara bahane olan. ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ adlı bu kitap altı üstü 32 sayfalık bir broşürdür ve Milli Eğitim Bakanlığı onaylıdır. Erzurum, Rize ve Elazığ’da vuku bulan şapka protestoları bahane edilerek 190 küsur ‘elebaşı’ yakalanır. Yazdığı kitapla onları ‘isyana’ teşvik ettiği iddia edilen Atıf Hoca da yanlarına gönderilir ve İstiklal Mahkemesi’nde idama mahkûm edilir.
Esad Erbilî
En vicdansız iftira
Dindar avının yaşandığı 1930’lu yıllar... Dine eğilimi besleyen, geliştiren zümrelerin başında Nakşîler var. Bir şekilde bu tarikatın fertlerini tek tek toplayıp ortadan kaldırma planları yapılır. Hem dinine bağlı Müslümanları hem de Nakşibendî tarikatı büyüklerini ortadan kaldırmak için dönemin hükümeti Menemen olayını düzenler. Bu hadise en vicdansız iftira olarak tarihe geçer. Büyük İslâm âlimi Erbilli Şeyh Esad Efendi, Asteğmen Kubilay’ın şehit edildiği Menemen olaylarıyla hiçbir ilgisi olmamasına rağmen Divan-ı Harp’te yargılanır. Oysa ki İzmir Menemen’de Derviş Mehmet adındaki bir meczubun başını çektiği yedi kişilik bir grup esrarkeş, 23 Aralık 1930’da Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ı şehit etmiştir. Çok ağır hasta olmasına rağmen hapisteki zor koşullarda yaşamaya mecbur edilen Esad Erbilî Hazretleri kimi iddialara göre yargı kararı açıklanmadan zehirlenerek hayatını kaybeder.
Bediüzzaman Said Nursî
80 küsur senelik ömrün bitmeyen eza ve cefası
Asrın müceddidi Bediüzzaman Said Nursî, “Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde, bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım.” sözleriyle aslında geçmişten bugüne iftiraya uğrayan ve kendisiyle aynı kaderi paylaşan birçok âlimin de ahvaline tercüman olur. Nakşibendî tarikatına mensup olduğu, 1925’de Şeyh Said isyanına destek vermese de Kürt milliyetçiliği fikir ve gayesini din ve tarikat kisvesi altında yaymaya çalıştığı iddia edilir. O da yetmez. Mahkemelerde defalarca beraat ettiği halde Kürtçülük mefkûresi taşıdığı, dinî hassasiyetleri buna alet ettiği, Nurculuk teşkilatı kurmak istediği iddiaları yıllarca sürgün edilmesine sebep olur. Dinî hassasiyetleri alet ederek devletin emniyetini bozacak hallere halkı teşvik etmek ve Nurcular adında gizli bir cemiyet kurmak... Milletinin imanını kurtarmak için çalışan bir âlimin, yine milletinin istihbarat örgütü tarafından akla hayale gelmedik iftiralara maruz kalması ne kadar acıdır!
Süleyman Hilmi Tunahan
Mezarının yerine dahi müdahale
Dinî içinden bozan ve küfrü destekleyenlere karşı başlattığı mücadele ömrünün sonuna kadar devam eder. İlk çilesi 1939’da vaizlik görevindeyken tutuklanmasıyla başlar. Polis işkenceleri altında kalır. Birkaç deneme sonunda komplo neticesi üçüncü kez tevkif edilir. İstanbul’dan Kütahya Emniyet Müdürlüğü’ne gönderilir. 70’ine merdiven dayamış ihtiyar ilim adamına, nezarette sabaha kadar edilmedik cefa bırakılmaz. Tunahan Hazretleri, irşada başladığından beri düşmanlarının türlü iftira, isnat ve ihbarlarıyla karşılaşsa da devlete ve kanunlara karşı hiçbir olumsuz hareketi tespit edilemez. Bu çileler içinde ani bir şeker hastalığıyla 71 yaşında ebedi âleme uğurlanır. Âlim zatın çilesi vefatında da devam eder. Cenazesi dönemin İstanbul emniyet müdürünün emri üzerine ailenin istediği yere değil de Karacaahmet Mezarlığı’nda polisin açtığı mezara gömülür.
DEVAMI İÇİN - TIKLAYINIZ