… Her birinize bir şeriat/düzen ve yol/sistem verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet/tek tip düşünen millet yapardı. Fakat size verdiğinde (düzen ve yol ile) sizi denemek istiyor. Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri,(düzeni, sistemi, şeriatı, dini yorumları) açıklayacaktır. (Maide/48)
Büyük Frederick, Machiavelli’nin Hükümdar’ını okuyup reddettiğinde makyavelist diplomasinin teorilerini zaten rasyonel olarak uyguluyordu. Bu nedenle şunu söyleyebiliriz; “teori” çoğu kez tecrübe ve pragmatizmin zemininde verilen kararların rasyonalisazyonu olarak, sonradan türetilir. Siyasi teoriler bulundukları çağın bir şekilde temsilcileridirler. Herhangi bir düşünce gibi ancak ortaya çıktığı; zaman, mekân ve kişilik bağlamıyla ilişkisi kurularak anlaşılabilirler. Montesguieu, Paine veya Burke’nin bizim için önemi sadece İngilizlerin, Fransızların nasıl düşündüğü değil, her hangi bir zamanda “insanların” nasıl düşündüğünü kavramamızı sağladıklarındandır.
Siyaset tarihi, değişik düşüncelerin ve teorilerin tartışıldığı çok zengin bir alandır. Dikkatlice okunmayı hak eder. Çünkü kendi hayatımızda karşılaştığımız sorunların, karmaşık insani problemlerin, çözülmeye çalışıldığı siyasal tecrübeler bütünüdür.
Aydınlanma çağının siyaset teorisi açısından referans kaynağı olan John Locke, Tom Paine, Montesqueieu ya da Rousseau’nun düşüncelerinin ne kadarının “İnsan Hakları” ya da “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesine” aktarıldığı düşünüldüğünde, bildirgeyi yazanların referans aldıkları fikirlerin ne kadarını benimsemiş ve özümsemiş olduğunu tartışabiliriz. Öte taraftan Karl Marks’ın fikirlerini iktibas edip uygulayan Lenin’in, Marksist felsefeyi ne kadar özümsediğini düşünmemiz de gerekir. Karl Marks, modern dünyanın kapitalist liberal düzenine karşı çıktığında, Sosyalist Rusya/Sovyetler birliği tecrübesinin ortaya çıkacağını bekliyor muydu diye sormak gerekir. Ancak bizim asıl amacımız, Liberal politikalar ve Sosyal demokrat siyasetin söylemleri ile içi doldurulmuş seküler-demokrasinin beklentilerimizi karşılayıp karşılamadığıdır.
Aydınlanma çağının, seküler devlet tasavvurunun geride bıraktığı iki siyasal temsilcisinden; liberal demokrasi ve sosyal demokrasiden söz edebiliriz... 80’li yıllar da Özal’la başlayan demokratikleşme ve açılım politikalarının bir sonucu olarak Türkiye’de liberal siyaset benimsendi. Avrupa birliğine entegre olma çabaları liberalizmi egemen siyaset haline getirdi. İki binli yıllarda ise demokrasi ve liberalizasyon, İslamcı gelenekten gelen Ak Parti iktidarıyla sürdürülmeye devam edildi, edilmekte. Demokrasinin sürdürülebilir olması ve şimdiye kadar gerçekleştirilmiş reformların kesintiye uğramadan devam etmesi, Ak Partiye destek veren kesimlerin beklentisi. Despotik devlet aklının tamamen yok edilip, yerini sivil toplumun güçlendiği, hak ve özgürlüklerin, eşitlikçi politikaların öncelendiği devlet aklının öne çıkarılması…
Ancak ortada bir sorun var. Sorunun temelinde; Ak Parti’nin demokrat-muhafazakâr siyasetinin takipçisi ve devamının yılmaz taraftarları; siyasal İslamcılar ve milli görüş geleneğinden gelen gruplar. Bu yapılar çokta öyle demokrasiyi benimsemiş değiller. Demokrasiyi pragmatist zeminde kabulleniyorlar. Çünkü tecrübî ve pragmatist zeminde siyasal düşüncelerinin referansı olarak kullandıkları tarihi kaynakların bu yüzyılda rasyonel olarak geçerli olmadığından eminler.
Ancak yinede İslam’ın devlet ve toplum tahayyülünün, demokrasinin ortaya koyduğu insan hak ve özgürlüklerinden daha sağlam ve daha doğru olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialarında haklı olabilirler. Ancak ellerinde 1400 yıllık saltanat tecrübesinden başka siyasi hiç bir tecrübe yok. Geriye sadece topu-topu altmış yıl süren Hz. Peygamberin ve halifelerinin yönetimi; İslam’ın ilk dönemi kalıyor. Övüne-övüne bitiremedikleri; İslam’ın ilk döneminin, hilafet tecrübesinin, tarihi karşılığının günümüzde neye tekabül ettiğini ise göremiyorlar. O dönemin kutlu savunucuları ise Sünnici-selefi akımın Taliban kafalı yeni yetme Müslümanları.
Muaviye ile başlayan monarşik düzenin kelam tartışmalarının, Hıristiyan teolojiden devşirme paganist teorilerini tartışmak istemiyorlar. Zira onu dinin merkezine koymuş durumdalar. Ezberledikleri Kur’an ve Sünnet’e dönme teorisinin hiç bir karşılığı yok. İçini dolduramıyorlar. Zira İnsanlığın ortaya koyduğu medeniyetin/şeriatın/sistemin birbirinin devamı olduğunu görmüyorlar. Sekülerizm ile kavgalılar. Ama bu kavganın İslam’ın referanslarında bir karşılığı yok. Hıristiyan din adamının ortaya koyduğu muhafazakârlık/gelenek tasavvuruyla seküler akla karşı çıkıyorlar. Seküler akıl ise paganist Hıristiyanlığa itiraz eden aydınlanmanın çocuğudur.
Demokrasi ve sekülerizmle olan kavgaları nedeniyle, Post-seküler zamanda liberal ve sosyal demokrasinin bittiğini. İletişim ve bilgi paylaşımının hızına paralel olarak ortadan kalkan sınıf farkının buna neden olduğunu göremiyorlar. Demokrasinin ise değişen örgütlenme ve devlet tasavvuruna uygun biçimde yeniden yorumlanması gerektiğini... Bu nedenle hazırlanacak yeni anayasanın bu mantıkla düzenlenmesi gerektiğini talep dahi etmiyorlar. İnsanlığa yeniden liderlik yaparak, zulmün, haksızlıkların olmadığı bir medeniyet kazandıracakları iddiasını; Ortadoğu’nun emperyalist güçlerinin kirli emellerinde birbirlerine mezhep düşmanlığı yapmakla tüketiyorlar.
Demokrasiyi, iktidarın siyasal söylemlerine emanet edip, her dediğine itaat ederek; hükümet biziz: Öyleyse devlette biz. Ön kabulüyle, iktidarın gönüllü sivil toplum kuruluşu haline dönüşmüş durumdalar. Bunun sonucu olarak; siyasetin toplum üzerinde hükümranlığı baş gösterirken, Kemalizm’in dahi başaramadığı kutsal devlet algısı, her geçen gün artarak güçlenmektedir. Devlet, kendinden olmayanı düşman ilan edebilme meşruiyetine de zamanla yeniden kavuşacaktır.
“Tabii ki kimsenin kendini “İslamcı” diye isimlendirme mecburiyeti yok, “Müslüman ismi” hepimize yeter. Nihayetinde Allah’ın iradesine teslim olana ve ilahi hükümlere, yani Münzel Şeriat’e sadakati ve uymayı beyan edene “Müslüman ismini veren Allah’tır”. Fakat kişisel olarak “Ben İslamcı değilim, düz Müslüman’ım, Müslümanlık bana yeter” diyenlere –saygı duyarak- şunu sormak isterim: “İslamcı değilsiniz, peki yönetim felsefeniz, siyaset teoriniz hangi kaynaklara dayanır, hangi sosyo-politik modeli referans alıp toplumsal hayatı, sosyal ve iktisat politikaları tanzim etmeyi düşünürsünüz? Liberalizm mi, sosyalizmi mi, faşizmi mi veya başka bir sosyo-politik modeli mi?” İslamcıların iddiası (a) İslam (Kur’an, Sünnet ve Müslümanların tarihi tatbikatı ve tecrübesi) referans alınarak, bugünün sorunlarını çözmeye elverişli bir sosyo-politik sistem geliştirmek mümkündür.” (Ali Bulaç Zaman Gazetesi ‘Demokrasinin İslam’la sınavı!-1 )
Ali Bulaç gibi İslamcıların demokrasi aleyhtarlıklarına, referans olarak getirdikleri kavramlar, Anadolu Müslümanlarının da asıl kaynağı olduğunu hatırlatmak gerekir. Ancak bu kaynakları, İslamcıların, özdeşlik mantıkla yorumlanan, paganist kelamın ve monarşi hukukunun ortaya koyduğu din diliyle okumadıkları için demokrasiyi önemsediklerini hatırlatırım. O nedenle İktidara, demokrasinin standartlarının arttırılması için baskı yapmaktadırlar. Bu baskıyı, İslamın kaynaklarından ilham alarak yapmaktadırlar.
Sonuç şudur; İslamcılar 19. yüzyıldan itibaren arzu ettikleri hedeflerini gerçekleştirmiş, iktidara gelmişlerdir. İslamcılık da bitmiştir... Artık Anadolu Müslümanı'nın yapması gereken içi boşalmış seküler-demokrasiyi, post-seküler zamana uygun olarak yeniden tanımlaması ve medeniyet havzasındaki yerini almasıdır. .(Hayati Esen-http://blog.radikal.com.tr)