Tuhaflık ve yaratıcılıktan birkaç not
Cogito dergisi 72. sayısında psikanalizden edebiyata, sinemadan sanatın çeşitli dallarına sürekli göz kırpan yazılardan oluşan bir sayı hazırladı. Sayıda yer alan metinler 28-29 Eylül tarihlerinde Galatasaray Üniversitesi’nde düzenlenen psikanaliz ve yaratıcılık sempozyumunda sunulmuş.
13 Yıl Önce Güncellendi
2013-01-08 17:31:14
Farklı ve bilinmez olan, tuhaf, yabancılık, tekinsizlik, yaratıcılık, müthiş, üretken, kışkırtıcı günlük hayatımızda, maruz kaldığımız konuşmalarda ve okuduğumuz kitaplarda sıklıkla karşılaştığımız hatta ilişki kurduğumuz kavramlardan sadece bir kaçı. Hiç şüphesiz, kimi birbirine yakın olan bu kavramlar üzerinde düşünce üretmek veya üretilen düşünceleri yorumlamak aynı zamanda farklı bakış açılarını da gündeme getirir.
Cogito dergisi 72. sayısında her gün sürekli yaşadığımız yaratıcılık ve bir tür rahatsız edici durum şeklindeki özetlenebilecek olan tuhaflık konusunun ayrılmaz bir ikili oldukları üzerine yoğunlaşan bir dosya hazırlamış. Eğer dikkate alınırsa bu sayıda yer alan metinlerin tuhaflık ve yaratıcılığa dair ufuk açıcı bir düşünme zemini oluşturacağını bekleyebiliriz. Kimi zaman açıkça kimi zaman da açık edilmemiş bazı hisler üzerinden değişik yollar açan bir bütünle karşı karşıyayız.
Psikanalizden edebiyata, sinemadan sanatın çeşitli dallarına sürekli göz kırpan yazılar 28-29 Eylül tarihlerinde Galatasaray Üniversitesi'nde düzenlenen psikanaliz ve yaratıcılık sempozyuma dayanıyor. Bu açıdan bir yönüyle yeni bir sayı değil aslında bu sayı. Fakat yinelenmesi bakımından, tekrarın tekrarı açısından yeni olarak değerlendirmekte bir sakınca yok.
PSİKANALİTİK MERCEK
Sempozyuma katılan konuşmacıların konularını sunarken ortaya koydukları faaliyet başta olmak üzere dinleyicilerin ve tartışmacıların da başlı başına bir yaratıcılık sergilediklerini ifade etmeleri de sempozyumun konusu düşünüldüğünde önemli bir itiraf. Yaratıcılığın tuhaflık-yabancılık-tekinsizlik ekseninde psikanalitik mercek altına alındığı sempozyumda edebiyatta, sinemada, görsel sanatlarda, masallarda tekinsizliğin, yabancılığın, tuhaflığın tezahürleri psikanalistler, sosyal bilimciler ve felsefeciler tarafından yorumlanıp, okunduğunu ve tartışıldığını bu sayıdan öğrenmek de bir tuhaflık şeklinde anılabilir pekala. Öte yandan "mafya kapitalizmi" koşullarında yaratıcılığın imkanına yani tinsel dünyanın dışına çıkarak bugüne dair hiçbir kelamın edilmemiş olması da manidar.
Cogito, IPA Türkiye Psikanaliz Çalışma Grubu: Psike İstanbul, Lyon 2 Lumière Üniversitesi Yaratıcılık ve Klinik Üzerine Çalışmalar Ağı, Galatasaray Üniversitesi işbirliğinde düzenlenen etkinliğin metinlerini, sempozyumdaki bölümlemeye sadık kalarak altı ana başlık altında yayımlamış:
"Absürt Duygusu Sahneyi Kapladığında", "Sinemada Yabancılık / Tuhaflık", "Ötekilik ve Kimlik Karmaşası", "Sözel Olmayan Yaratımlar ve Ruhsal Olarak Hayatta Kalma", "Masalların Evreni", "Gerçek ve İmgesel: Yabancılığın / Tuhaflığın Simgeleştirilmesi". Türk sinemasındaki tuhaf erkek figürlerinin sosyo-politik ve psikanalitik okumasından; Camus, Maupassant, Melville, Caillois, Orwell, Kosinski ve Wolfson üzerinden edebiyatta bir zamanlar tanıdık olan bastırılmış ilksel deneyimlerin tekinsizlikle geri dönüşü ve tekinsiz temalarda ortaya çıkan "kötü ikiz" olgusunun tezahürleri; masallar evrenindeki tuhaflık öğesi; performans sanatında tanıdık ve tuhaf diyalektiği; psikiyatri kurumlarında tedavi gören hastaların "ham sanat" eserleri ve Heidegger ve Lacan üzerinden yaratıcılık okumalarının verimli başka okuma ve tartışmalara yol açacağı muhakkak. Başka dilde yazılan metinlerin tercümesi yanında metinlerin orijinallerinin de yayımlanması dergiyi kısmen düzensiz, karman çorman kılsa da metinleri parçalı yayınlama düşüncesi üzerinde durulması icap eden bir ayrıntı.
Dergideki edebiyat metinlerine ilişkin çözümlemeler bir yönüyle günümüz edebiyat eleştirisinde çığır açan yorumların bazı kaynaklarını da gösteriyor. Sözgelimi buradaki okuma deneyimimden hareketle şöyle ihtiyatsız bir cümle kurmak abes olmaz sanırım: Türkçe edebiyat eleştirisinde Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dünyasına dair son dönemde yapılan okumaların kaynaklarının nerede olduğuna dair önemli ipuçları var. Psikanalizin irdelediği temel meselelerden birinin ötekiyle ilişki deneyimine dair ufuk açıcı bir düşünme zemini oluşturduğunu tekrar hatırlamalıyız burada. Pisikanalitik bakışla Tanpınar'ın romanlarına, mektuplarına ve günlüklerine yönelen eleştirmenlerin heybelerinin sentezci bakışla hareket edenlere yani Mehmet Kaplan ve edebiyat fakültelerinde yer bulan sağcı ardıllarının zavallı çaresizliğine nazaran daha dolu bulunmasının sebebi hem yorumsal yaratıcılıklarından hem de tuhaf bakış açılarını işlevsel kılmalarından kaynaklanır.
Tanpınar'ın dünyasında karanlıkta kalanın, ulaşılması, gün yüzüne çıkması zor olan acıların, hazların, endişelerin iç içe geçtiği çatışmalı duyguların son yıllarda fark edilir hale gelişini bir de bu açıdan düşünsek hiç fena olmaz herhalde. Huzur'un huzursuzluğunun "hayali bir cennet" veya "hiç kimsenin hakikatin sahibi olma iddiasında bulunamadığı" alan olarak popülerleşmesinin doksanlı ve iki binli yıllara rastlaması ne tuhaf değil mi? Dolayısıyla Tanpınar'ın dehşet anında askıda kalma halinin düşüncede temsilinin olmayışı onun farklı düşünceler tarafından eş zamanlı olarak keşfini de beraberinde getirdiğine dair zannımızı telaffuz etmemiz abes olmasa gerek.
Bir başka dönüşüm olarak şunu da zikretmemiz lazım: Yetmişli yıllarda sosyolojik olana yapılan vurgunun seksen sonrasından itibaren psikolojik olan yapılmaya başlaması. Bunu dergide pek çok metinde görüyoruz. Bunlardan biri Maupassant hakkında olanı. Alain Ferrant onun çok erken yaşta annesiyle kurduğu ilişkiyi yansıttığını varsaymaktadır. Maupassant kendi olarak değil annenin arzusuna uymak için yetiştirilmiştir. O bu kısırdöngüden ancak ötekilerle karşılaşmayı göze aldığı yazı sayesinde kurtulabilmiştir. Yazıyla yaratılan dünya bir bakıma onun karanlığına ışık tutma sürecidir yani Albert Camus'nün deyimiyle "Kendi karanlık yanıyla yaratır insan." Bu ise Maupassant'ı bir yönüyle özgürleştirmiş bir yanıyla hapsetmiştir.
Yazı dünyası çelişkili bir şekilde Maupassant'ı hem kendisi kılmış hem de onu melankolik çekirdeğe yaklaştırmıştır. Umutsuzluğa rağmen umutsuzca yazan Maupassant belki bu yüzden 1875'te frengi hastalığına yakalanınca çok sevinmiştir. Sanatsal yaratımlara; okurda hayranlık uyandırıcı tekinsizlik etkisi yaratan imgeleme bu patikadan yaklaşan yorumların neredeyse hepsinin Freud'un "unheimlich"; Türkçe söylersek tuhaf bir şekilde tanıdık olan kavramına müracaat etmeleri de anlaşılabilir bir durum.
Elbette eleştiride ve yorumlamada olup biten sadece sosyolojik olandan psikanalize geçişle sınırlanabilecek bir durum değil. Psikanalizde de dönüşümler yaşandı. Yavuz Ertem "Playback'i Yakalamak" metninde bunu ana hatlarıyla şöyle özetliyor: " Psikanalizin başlangıç yıllarında 'benliğin evinde' tekinsiz olarak, yabancı olarak görülen ruhsallıktaki hayvansı yandı. O, sıcak ve rahat yatağımızda uyurken, tepedeki ormandan şehre ulaşan ve bizi yatağımızda irkilten bir kurt uluması gibiydi. Oysa psikanalizin bugününde 'tabiatın evindeki' tekinsiz ve yabancı, bedeni değiştiren kurgudur."
TRAVMATİK SANAT
Son yıllarda sanatın gerçekliği olduğu gibi değil değiştirip dönüştürerek işlediği üzerinde çok duruluyor. Oysa bu her sanatsal olgu/olay için geçerli bir ilke değildir. Özlem Terbaş travma olgusunu ve onun temsilini konu edinen travmatik sanatın ayırt edici özelliklerinin mahiyetini çok iyi özetlemiş. Mahmut Derviş'le Paul Celan'ın birer şiirini ve Jerzy Kosinski'nin Boyalı Kuş romanını incelemesinin temeline yerleştiren Terbaş şöyle yazıyor "Boyalı Kuş'un Kanat Sesleri" başlıklı bu metinde: "Travma o derece gerçek dışıdır ki, sanki bize, bizim kuşağımıza ait değildir, sanki o bir yanılsamadır.Travma sanatı söz konusu olduğunda tanıklık materyalinin kullanımı devreye girer; bu esere 'gerçek' niteliğini kazandırır. Sanatçı travmaya maruz kalmış, onun acısını derinden yaşamış biridir. Travmayla ilgilenen bir sanatçının iki halka tarafından çevrelendiği düşünülebilir; bir yanda tanıklık, diğer yanda derin boşluk."
Yazar, daha sonra suskunluk, birkaç düzlemi olan yokluk ve boşluk temalarını Filistin'in güçlü sesi Mahmut Derviş'in 1982 yılında yaşanan Şabra-Şatila katliamının ardından yazdığı "Gölgeyi Yüksekten Övmek-Beyrut Kasidesi" şiirini merkeze alarak işliyor. Derviş'in şiirinin çevirisinin Metin Fındıkçı tarafından yapılmış oluşundaki sorunları bir yana bırakarak bu şiirin bu tarz bir incelemeye konu edilmesini kayda değer bir gelişme olarak yorumluyorum. Adı geçen şiirin travmanın etkili bir biçimde temsiline imkân sunduğu için şu bölümlerini dikkate alıyor yazar:
"Ey kızım seviyorduk seni
Şimdi yüksek suskunluğunu bekliyoruz
...
Beyrut yok
Sırtımız önümüz denizin sırları yok
Kanımızı yitirene kadar evet
Anıların sözcüklerini yitirene kadar
Ancak söylerim şimdi yok
O son bombardımanda yok
O yer çukurunda başka bir şey kalmadı yok
O ruh içinde kalmadı yok
Beyrut yok"
Temel güven duygusunun ciddi oranda sarsılması ve içsel olarak öteki ile iletişimin kaybedilmesi karşısında travmatik sanat içsel ötekinin yok edilmesine karşı bir antidot işlevi görür.
KÜLTÜR KARŞITI BİR SANAT OLARAK HAM SANAT
Ham sanat sergilerine değinen metin de günümüz sanat ortamındaki eğilimleri anlamak bakımından okunup tartışılması gereken dolu bir metin. Bu metni okurken nedense Ahmet Güntan'ın Parçalı Ham şiirlerini hatırladım. Anlaşılan o ki Parçalı Ham'a tekrar dönmem gerekecek. Ham sanat söz konusu olduğunda bahse konu olan şey kendilerini sanatçı olarak tanımlamayan, sanat eğitimi almamış ve eserlerini insanların karşısında sergilemeyi amaçlamayan öznelerin ürettiği yapıtlardır. Ortak kuralların dışında kalan eserler bastırılmış olanın geri dönüşüne değil, Freudcu formüle göre, "geride bırakılmış" olanın, "uzun zamandır bilinip" kısmen unutulmuş olanın geri dönüşünün tekinsizliğine gönderme yapar.
Yaratıyla deliliğin sınırında gerçekleştirilmiş yapıtları ele alan yazıdan Ham sanatı bir ruh hastalığı sanatıyla, akıl hastalığına özgü bir anlayıştan uzak durmaya çalışan Jean Dubuffet'ye ait olan Ham sanat tanımını aktarmanın yararlı olacağını düşünüyorum:
" Ham Sanat yaratıcıları katı eğitime ve kültürel koşullandırmaya karşı koyan aykırılıklardır, her türlü norma ve her türlü ortaklaşa değere başkaldıran bir konumda tutarlar kendilerini.Kültürden hiçbir şey almak istemezler, ona bir şey de katmak istemezler.İletişim kurmaya can atmazlar, özellikle de sanatın dağılım sistemine özgü ticari ve tanıtımla ilgili yöntemler uyarınca iletişim kurmaya. [... ] Anlayış bakımından olsun, teknik bakımdan olsun, yapıtlar geleneğin ya da sanatsal bağlamın etkilerinden büyük ölçüde bağımsızdır. Daha önce kullanılmamış, yaratıcıları tarafından bulunmuş ve kurulu figüratif dile yabancı malzemeleri, başka türlü bir beceriyi ve figürasyon ilkelerini uygulamaya koyarlar. Çoğu durumda, şu toplumsal ve biçemsel özellikler bir araya gelip birbirlerini yankılayarak yoğunlaşırlar: Sapma ifadenin özgünlüğünü sağlarken, ifade özgünlüğü de yaratıcının soyutlanmasını ve içe kapanıklığını pekiştirir, öyle ki yaratıcı kişi düşsel girişiminde ilerlediği ölçüde, kendini kültürel çekim alanından ve zihinsel normlardan uzak tutar."
Nami Başer yaratıcılığın aslında tam olarak yokluktan mı, yoksa varlığın eksikliğinden mi veya eksiklik barındırdığının sanılmasından mı kaynaklandığını sorarken yaratıcılık kavramının esasında dinlerle alakalı bir kavram olduğunu hatırlatıyor. Yaratıcılığın kendilerini bir kitaba nisbet eden dinlerde çoğu zaman "yoktan varetme" olarak görüldüğünü fakat Batı dillerinde çoğu zaman Yunanca kökenli bir sözcük olan kreasyonla karşılaşıldığına dikkat çekiyor. Oysa bu bakış noksan bir bakış Kuranda bu kavramın birkaç türevi vardır. Haleka, bedea gibi. Bu kavramların sanat faaliyetleri bakımından mahiyetini kavramak için M. Önal Mengüşoğlu'nun Vahiy ve Sanat kitabına bakılabilir.
Başer'in, evrimci bir din telakkisine sahip olduğunun gün yüzüne çıktığı satırlara bakalım şimdi: O ed-din'i çoğul olarak algıladığı için ilahi dinler şeklinde bir ifade kullanır. Ama ilahi dinler terimini nasıl anlamalı? Kuşkusuz onun bu kullanımını anlamak için söz konusu terimin bağlı olduğu başka terimleri ve varsayımları da bilmek gerekir.
Başer yazısında kullanmamış olsa da "tevhid" kavramının sonradan ortaya çıktığını sanmaktadır. Ki, onun metninde ilahi dinler ifadesinin kullanılabilmesi bile başlı başına önemli bir sorundur. Çünkü İlahi hitaba göre dinler çok değil tektir. Anlaşılan o ki, yazar bunları göz ardı ediyor ve şöyle devam ediyor: "Bu söz [kreasyon] eski Yunan uygarlığında hiçbir zaman yoktan varetmek anlamına gelmemiş, bu artı anlamı tektanrıcı dinler eklemiştir. Eski Yunanlılar için evren her zaman var olmuştur, hep vardır. Bu ilkenin yani evrenin oldum olası varlığı düşüncesinin tersine, tek Tanrıcı dinler yaratmayı sıfırdan başlatarak başlangıç, kaynak sorununa değişik bir yaklaşımın da gündeme getirilmesini sağlamışlardır."
Bu ve buna benzer konularda neler yazılıp çizildiğine özel bir anlam atfederek okuyup değerlendirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Başlangıca dair "söz oyunları" hiçbir zamana sadece zanların dile getirilmesi olmamış nereden nereye doğru yönelindiğini ve bu hale eşlik eden niyetleri de aşikar kılmıştır. Dergide yaşam sanat karşıtlığının yaşamsal temellerinin yıkıldığı yani temsil ile gerçeklik karşıtlığının yıkılması ile E.T.A Hofmann'ın psikanalizin dayandığı temel bir iddiayı, psikanalizin gelişiminden çok önce sezinleyerek bize masallar ve hikayelerle anlatmış oluşu kültürel yorumlar açısından dikkat çeken ayrıntılar olarak anılmaya değer.
Yazarlarda ve onların eserlerinde elbette bu eserler üzerinde düşünürken karşımıza çıkan tuhaf ve kaygı verici yanları söz ve yazı üzerinden ele almak için epey malzeme sunuyor Cogito'nun bu sayısı. (Asım Öz/ Dünya Bülteni)
SON VİDEO HABER
Haber Ara