20. Yüzyılın Tanığı Bir Müslüman: Roger Garaudy
20.Yüzyılın hikâyesi, bir anlamda Roger Garaudy’nin hayat hikayesinde özetlenmiştir dersek, bu hiç de bir abartı olmayacaktır.
13 Yıl Önce Güncellendi
2013-01-03 18:41:46
Özgün İrade Dergisi Genel Yayın Koordinatörü Ümit Aktaş'ın kaleme aldığı "20. Yüzyılın Tanığı Bir Müslüman: Roger Garaudy (1913-2012)" başlıklı yazısı:
20.Yüzyılın hikâyesi, bir anlamda Roger Garaudy’nin hayat hikâyesinde özetlenmiştir dersek, bu hiç de bir abartı olmayacaktır. Gerçekten de o, 20. Yüzyılın başında, ailesi tarafından dönemin ruhuna uygun olarak, bir ateist olarak yetiştirildiği halde, daha sonraki yolculuklarına, neredeyse tüm insanlık tarihini yaşayan ve özetleyen bir minvalde ama hep kendi seçimleriyle devam etmiştir. Bir Hıristiyan olarak başladığı mücadelesini bir komünist olarak sürdürmüş ve bir Müslüman olarak nihayetlendirmiştir. İçerisinde 20. Yüzyıl boyunca “yalnız” başına yolculuk ettiği bu yollar, onun açısından verili olmadıkları gibi, bir tesadüf eseri olarak da içerisinde bulunulmayan; gerçek anlamdaki tahkikler sonucu seçilen ve getirdiği maliyetleri bütünüyle üstlenilen “sorumlu, bilinçli ve devrimci” seçimlerdir. Bu seçimler, Hakka ve hakikate doğru olan yolculuğunu daha doğru bir biçimde sürdürebilmek için, kendi deyimiyle, “yönünü değil, sadece cemaatini değiştirdiği” birer yer değişiminden ibarettir. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 13) Belki usulca atılmış ama cesur adımlarla tarihin üzerinden akan bu arayışlar çizgisi, salt zamanın ruhunu ve doğru olanı değil, Allah’a, yani Hakikate en yakın olan ama haksızlık karşısında da zalimlerle işbirliğine girmemiş bir imanın ve cehdin cesaretini aramaktadır. Hesap verilecek yegâne merci Allah’tır elbet; O, hayatın kaynağı, anlamı ve ufkudur. Ona iman edenlerin cesaretsizliği kadar onu reddedenlerin sığlığı, ne kadar da yürek yakıcıdır. İşte bu nedenle de “Allah’a ve insana inanmanın savaşını verenlerle birlik olup ellerini kirletme tehlikesini göze aldığı için” kimseden özür dileme ihtiyacı veya mecburiyeti içerisinde de olmadığını açık yüreklilikle ilan eder.
“Her an doğuş halindeki bir dünya”da yaşadığının bilincinde olarak, temel rolü “bize araçlar vermek değil, anlam ve amaçlar üzerine sorular sormak” olan felsefe üzerindeki yolculuğunda, hayatın anlamının karşılığını bulmak için uzun seferlere çıkar. Çünkü amaç aslında araçlarda gizlidir ve asla araçlardan daha üstün değildir. Maddeci izahların yetersizliği, her yüce gönüllü gibi onu da tatmin etmez. İnsan, tabiatın varlığına ihtiyaç duymadığı bu “hayvan”, nasıl olmuştur da bir “insan” olmaya karar vermiştir. Temel bir muamma olan bu soru, elbette ki sıradan cevaplarla geçiştirilemez. “Ne zaman bu kemiklerin yanında yontulmuş taşlar ve gömütler bulunsa, bunlar insanlığın doğuşundan başka bir şeyi kanıtlamazlar. İnsan, araç ve mezar yapan tek hayvandır. Bir insanlık tarihi böyle başlar; katlandığı bir biyolojik evrimden farklı olarak, kendisinin yaptığı bir tarih.” (20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Y. s. 17) Bu insanı ortaya çıkaran maddi ihtiyaçlarından çok, manevi duyuşlarıdır. Ona ihtiyaç duyan doğa değil, Allah’tır. Çünkü o aslında doğanın rağmına olan bir gelişmedir. Oysa meseleye bu biçimde bakmayan batı açısından temel tanım sofistler tarafından verilir: “Mümkün olan en güçlü isteklere sahip olmak ve bunları tatmin etmenin yollarını bulmak.” (20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Y. s. 32) Ki bugün dahi bu temel güdü (ilerleme, büyüme, arzu ve tatmin üretimi vb.) değişmiş değildir. “Sistemin dogmatizmi ve kavramın tiranlığı, Platon’dan Hegel’e kadar geçerliliğini sürdürecektir.” (20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Y. s. 37) Hegel, felsefi düalizmin açmazını özne ve nesnenin kavramsal sentezinde bulurken, “kavram, Marx’ın gördüğü gibi, felsefenin sonudur.” (20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Y. s. 40) Sadece felsefenin değil elbet, kavramsal bir “Varlık”a ve nedensellik zincirinin bir varsayımına dönüştürülen Tanrı’nın da sonu ya da bir başka deyişle ölümüdür. Platon şairleri Devlet’inden kovmaktaydı, çünkü bu efsane yaratıcıları kavramın (disiplin toplumunun ya da totalitarizmin) sınırlarını çiğnemek istemektedirler. Zira bu tip bir felsefeye karşı ayakta kalan, “yaratıcı bir eylem üzerine düşünce olarak” sanattır. “Bir çocuğa ya da bir büyüğe, dünyanın tümüyle yapılmış, verilmiş bir gerçeklik olmadığını; yaratılmış bir eser olduğunu öğretmekten daha devrimci bir eğitim olmadığını” öğreten, felsefeciler değil, sanatçılardır. (20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Y. s. 42) Oysa “Platonculuğun yıkımını başlatan Kant devriminin az çok bozulmuş tüm mirasçıları, mantıksal ampirizmden oluşan pragmatizmden ve söyleme indirgenmiş bir gerçeklik üzerine kurulu yuvarlak laflardan ibaret olan bir yapısalcılıktan hareketle, içinde yenilikten ve felsefeden hiçbir iz barındırmayan ‘yeni felsefe’ diye tersine bir deyimle adlandırdıkları şeyle en eski Atina safsatacılığının başlangıcına döndüler.” (20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Y. s. 54) Kapitalizmle yarışmaya kalkan sosyalizm ise, “laikleştirilmiş bir Tanrı teolojisi”nden başka bir şey koymaz ortaya. (20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Y. s. 97)
“Eğer karşınızdaki insan yalnızca silahlanmış ve aletlenmiş hayvan değil, aynı zamanda mezar ve tapınak kuran insan değilse -çünkü hayatı ve ölümü ona problem çıkarır ve aklı, yalnızca hayvansal ihtiyaçlarını tatmin etme aracı değil, öncelikle amaçlar ve araçlar üzerinde düşünme aracıdır- özveri insanına arzunun insanı üstün gelir; kısmi heveslerinin üzerine Bütün’ün önceliğini kabul edişinin ifadesi olan özveride (yani kendinden verme, kendinden doğrulamada) bulunan aşkınlık insanına ise, yeterlilik insanı üstün gelir.” (20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Y. s. 152)
Bir Hıristiyan olarak Komünist Partiye girerken (1933 yılında), Marx’ta bir metafizik değil, tarihsel bir teşebbüs ve eylemin yöntembilimini aradığını söyler. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 38) Kierkegaard ile Marx arasında yaşadığı “metafizik” gerilim ise, belki de bir ömür boyu da sona ermeyecektir. Beri yandan ise, daha faşizme karşı savaştığı 2. Dünya Savaşı yıllarında, Cezayir’de tutulduğu kampta, kendisinin de içerisinde olduğu esirlere ateş etmelerini emreden komutanlarının emrine riayet etmeyen Cezayirli askerlerin bu davranışlarındaki asalet, İslam’ın tohumunu da kalbine eker. Çünkü aslolan düşünce değil eylem, ahlâk, iman, kararlı seçimler ve bu seçimlere duyulan sadakattir. Cezayir’in kurtuluşu için savaşan efsanevi lider Şeyh Abdülkadir(in öğrencisin)’i tanıması da bu sayede gerçekleşir. Ve belki de bu etkilerle erken bir itiraf gelir (aslında bu Anatole France’dan bir alıntıdır): “Fransa’nın vücut bulduğu Poitiers Savaşı (m. s. 732), gerçekte İslam medeniyetinin Frenk barbarlığı karşısında gerilediği bir felaket ânıdır”. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 78)
Batı medeniyeti üzerindeki kuşkuları bu erken dönemden itibaren giderek artmaktadır. Süvari yüzbaşısı Descartes’ın aklı mekaniğe indirgeyen düşüncesi kadar, başkomutan Stalin’in diyalektiğin yasalarını mutlaklaştıran yaklaşımı da sorunludur ve aslında birer savaş kitabıdırlar. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 156) Ama ne var ki batı düşüncesi ise diyalektiği hep düalist bir mantık çerçevesinde düşünmüştür. Hegel’in çabası bile sonuçta ortaya bu (diyalektik) ilişkiyi dogmatikleştiren ve gerçekliği kavrama indirgeyen ve nihai bir hakikat haline getiren bir mantıksal mekanizma çıkarmıştır. Oysa diyalektiğin doğu düşüncesindeki algılanışı daha verimli ve aklî bir zorbalıktan oldukça uzaktır.
Komünist Partideki mücadelesi ise onu “olumlu” din adamlarıyla görüşmelerden ve işbirliği yapmaktan uzaklaştırmaz. Nitekim bu papazlardan biri ona şöyle söyler: “Eğer bizler sizin yanınızda değilsek, bu sizin aşırı devrimci oluşunuzdan değil, tam aksine sizin yeterince devrimci olmayışınızdandır”. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 192) Hıristiyanlıkla Marxizm’i mezcetmeye matuf tutumuyla, daha 1964 gibi erken bir tarihte, Komünist Partiyi eleştirmeye başlayacaktır. Buradan hareketle ise Hıristiyan din adamlarıyla Marxist düşünürler arasında bir dizi buluşmalar gerçekleştirir. Ona göre devrimin de, sanat gibi gerçekçilikten çok aşkınlığa, nefsimizin diriliş hamlelerine ihtiyacı bulunmaktadır. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 207) Sosyalist olmak için tanrıtanımaz olmak gerekmemektedir. Oysa kapitalizmin sorunu ilkelerinde, sosyalizminki ise sapmalarındadır. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 210) Marxizm’le Hıristiyanlık arasında başlayan bu diyalog çabası, doğal olarak giderek toplantılara Müslümanların da dahil edildiği bir “Medeniyetler Diyaloğu”na dönüşür. “Batı bir kazadır” der ve ekler “bütün kolaycı seçmeciliklerden ve ihtida ettirme tutkusundan” kurtulabilmeli ve hakikat uğruna işbirliğine gidebilmeliyiz. Temel mücadelesinin toplumsal ve insani sorumluluğundan kopmayan bir Hakikat yolculuğu olması nedeniyle de, Marxist bir Hıristiyanken savunduğu düşüncelerinden, bir Müslüman olduğu zaman da kopmadığını belirtir. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 214) Sosyalizmin gerçek bir sosyalizm olması için insanın ilahi boyutuna duyduğu bu ihtiyaç, Komünist Parti açısından bir ihtiyaç olarak duyulmuyor olacak ki, bu çabaları yüzünden 1970’de partiden ihraç edilir.
Bu uzaklaş-tırıl-ma, onu asıl ilgi alanına, resme yöneltir. Modern resim izlenimcilikle rengin, kübizm ile mekânın, gerçeküstücülükle mevcudun, soyutlamayla nesnenin resim üzerindeki egemenliğini kırmıştır. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 240) Hegel haksızdır, sanat kavramdan önce gelmediği gibi, kavrama da indirgenemezdir. Hayatta nedenleri olduğu kadar aklı da aşan temel bir şeyler bulunmaktadır. Sanat bir anlamda bunu ifade etmenin bir aracıdır. Şairin alçakgönüllülüğü, kendisinde yaratılan ve kendisini istila eden bir aşkınlığın kabullenilmesidir. İlahi inayet, bu uç-suzluk-ları yıkmaya değil, yapmaya gelir. Lütfu ilahi edebiliğin zamana inişidir. El Greco’da olduğu kadar, Rimbaud’da da ifadesini bulan aynı hakikate iştiyaktır. Tabiat gibi sanat da bize Allah’ın emanetidir. O nedenle sanatı engelleyen baskılar kadar, bilim ve teknolojiye tapıcılığa, insanların siborglaştırılmasına ve nükleer santrallerin yapımına da aynı gerekçelerle karşı koyar. Zira günümüzde bilim artık yeni bir din haline getirilmiştir. Büyüme ve ilerleme adındaki bir tanrıya tapınan bu din, insanlığı bir felakete sürüklemekten başka da bir amaca hizmet etmemektedir. Bu felaketçiliğe karşı ise eski insanla, köleliğe ve bilime tapmaya kendisini adamış olan insanlarla karşı durulamaz.
“Prometheus’cu veya Faust’cu bir tanrıtanımazlık, yani Rönesans’ın bilimci ferdiyetçiliği ve akılcılığına dayalı bir tanrıtanımazlık, olsa olsa kapitalizmin büyüme modeline dayanan bir sosyalizm ilham edebilir. Bu tanrıtanımazlık, yerini aldığı tanrıcılıkla aynı kapalılık ve despotluk tohumlarını taşır.” Bunun sonuçları ise “saçma felsefesi”ne veya “başkası cehennemdir”e varır. (Yaşayanlara Çağrı, Pınar Y. s. 71) “Bundan böyle barışın adı dehşet dengesi, ulusların ihanetinin adı milli güvenlik, kurumsal zorbalığın adı düzen, orman yasasının geçerli olduğu rekabetin adı liberalizm, Gulag hapishanesinin adı sosyalizmdir. Bu gerilemelerin hepsine birden ise ilerleme adı verilir, savaşla ayakta duran bir büyüme yani.” (s. 281)
Oysa sözgelimi Gandi, birbirini kışkırtan sürekli bir üretim-tüketim döngüsüne dayanmayan, toplumun maddi ve manevi özkaynaklarına bağlı olan farklı bir gelişme modeli önermiştir. Bunun içinse her şeyden önce rakibin araçları kadar amaçları da benimsenmemelidir. Nitekim İran’da da silahsız halk, dünyanın en güçlü ordusu karşısında, imanlarını ortaya koyarak galebe çalmış ve aslında dünyanın en büyük gücünün inanmış bir toplum olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur. “Marxizm, insanlık tarihini tabiatın evrensel diyalektiğinin özel bir durumu haline getirmek üzere, dogmatik olarak diyalektik materyalizme dönüştüğü zaman, soysuzlaşarak tanrıtanımaz bir ilahiyata dönüşür.” (s. 74) “Bu âlemin ayrılmaz bir parçası olan kendimizi değiştirmeden, âlemi değiştiremeyeceğimizi unuttuğumuz veya bilmediğimiz zaman, devrimler tutucu bir duruma düşmüşlerdir… Din insanın dünyayı değiştirmeye katılmaksızın kendi kendisini değiştiremeyeceğini unuttuğu veya bilmediği zaman ruhsuz ibadetler ve boş efsaneler haline gelir.” (s. 290) Bunda ise en büyük sorumluluk ve kabahat elbette belli bir dine inanmış ya da inandığını zanneden insanlarındır. Kendi imanları üzerinde yeterince düşünmeyen ve bu imanı tahkikileştirmeyen insanların düşünce ve duyarlıktan yoksunlukları, ister istemez ortaya farklı anlayışları çıkaracaktır. “Eğer sen sorumlu ve yaratıcı bir insan olarak, durumunun idraki içinde olsaydın, sefaletin doğurduğu boşluk, Allah’ın gerçekliğini lekeleyen ve dini ‘halkın afyonu’ haline getiren bir boşluk haline gelmeyecekti… Eğer sen sorumlu ve yaratıcı bir insan oluşuna yeterince müdrik olsaydın, bilim, bilgelikten ayrılmayacak ve yozlaşıp da bilimcilik derekesine, Allah’ı bir kavram veya evrenin alışılagelen mekanizmasında gereksiz bir makine uzmanı haline getirerek, Allah’ın gerçekliğini lekeleyen bilimcilik derekesine düşmeyecekti.” (s. 296) Çünkü dünya, mevcut bir gerçeklik olmaktan öte, yaratılacak bir eserdir. Bizim yorumlarımıza ve hatta ona bir anlam ve amaç biçen müdahalelerimize açık ve hatta muhtaçtır. “Mümkün olan yegâne devrimler, insanın aşkın boyutunu hesaba katmamazlık etmeyen, ilahî olanı bir yana bırakmayan, imanın kesin gerçekliğine dayanan devrimlerdir: Gerçekliğin varıp dayandığı en son temel, Allah adı verilen bu yaratıcı özgürlüğün bir eylemidir. Devrimci olmak, bu gerçekliğin bir yaratıcısı olmak, ilahî hayat(ın yaratıcılığına) katılmaktır.” (s. 298)
Bir savaşım ise, her şeyden önce bu savaşımı verebilecek insanı ortaya çıkarabilmektir. Ama bu hiç de o kadar kolay bir şey değildir. Çünkü kapitalizme karşı verilecek bir savaşım, geniş bir cephe üzerinde savaşmayı göze almak demektir. Nitekim 1982 yılında İsrail’in Lübnan’daki Filistin kamplarında giriştiği kıyıma karşı çıkması, etrafının giderek bir sessizlik duvarıyla kuşatılacağı bir linç kampanyasına maruz kalmasına yol açar. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 303) Oysa bu karşı çıkış, bir dine, halka veya inanca değil, dünyanın genelinde karşısında durulan ırkçı bir anlayışa karşı çıkmak olarak insanlığın ortak bir sorumluluğu ve bir vicdan borcudur. Zira bu Siyonist devletin kurucuları Yahudi değil, ateisttirler.
Tam da o sıralar da, 1982 yılında, zaten uzunca bir süredir üzerinde olduğu ve neredeyse bu yalnız ve uzun yolculuğun doğal bir sonucu olan Müslümanlığa girişini açıklar. “Ben İslam’a bir kolumun altında Kitab-ı Mukaddes, diğer kolumun altında Marx’ın Kapitali ile geldim. İkisini de bırakmamaya kararlıyım.” (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 317) Oysa İslam’ın Vadettikleri’ni daha önceden yayınlamıştır. Ve hatta, derinlemesine iz süren biri, onun daha önceki eserlerinin de temelde bu izlek üzerinde yazılmış olduklarını da fark edecektir. O, komünizmin insanın sömürüsüne/sömürgeciliğe karşı koymayı esas alan kurtuluşçuluğuyla, Hıristiyan dirilişçiliğindeki fedakârlık, aşk(ınlık) ve iman öğretisini, şimdi de İslam minvalinde sürdürmektedir. İsa ile Marx arasında aradığı bu sentez, aslında İslam’ın temel anlamda kendisini yerleştirdiği ortada olmanın topolojisidir: bu darusselam veya daruladl, muktesit ve mutedil bir davranış tarzının da bir karşılığıdır. Elbet sık sık şu soruya maruz kalmaktan da kurtulamaz: nerede o bahsettiğiniz İslam? Bu bir ütopyadır çünkü. “Ütopya ise biz ilerledikçe geriye çekilen bir ufuktur. Ya saçmalığı seçeceğiz ya da imanı.” (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 320) Allah’a, yani İbrahimi dinlerin ortak Tanrısına kayıtsız şartsız bir teslimiyeti. O öylesine bedihi bir hakikattir ki, “Allah vardır demeyi dahi bir küfür addetmişimdir”. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 324) “Okudukça Kuran bana daha çok yaklaştı. Sanki bu gün yazılmıştı ve doğrudan bana sesleniyordu.” (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 330) “İslam, Allah’ın aşkınlığını ortak deneyimi üzerine kurulmuş peygamberî bir toplumdur… Yunanlıların varlıkçı felsefesine karşı onun felsefesi, bir eylem felsefesidir.” (20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Y. s. 257, 260) Yani bir yaratılış felsefesi ya da yaratıcı bir felsefe.
Ama Kuran ölülerin gözleriyle okunamayacağı gibi, İslam da bir ölüler dini değildir. “Kaynaklara dönüş demek, gözlerini geçmişe dikip hep geçmişe bakarak, geleceğe geri geri giderek gitmek değildir. Aksine, kaynaklara dönüş yaşayan kaynağı ve İslam’ın ilk yüzyıllarının dinamizmini bulmak demektir. Şeriat, gidilip bulanık ve kokuşmuş su alınacak durgun bir su birikintisi değildir. O zaman bu yeni susuzlukları yalanlamak olacaktır. Şeriat ışıldayarak gürül gürül akan ve güçlü dalgalarıyla kıyılarını döverken oraları verimlileştiren güzelim bir nehirdir… Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, ataların ocağına sadık kalmak demek, Jaures’in ifadesiyle, ataların ocağından külleri değil, aksine alevi taşıyıp geleceğe aktarmak demektir… Ve yine, bir nehir ancak denize doğru giderek kaynağına sadık kalabilir…” (İslam ve İnsanlığın Geleceği, Pınar Y. s. 71, 156, 192) “İslam’ın geleceği de burada düğümlenmektedir. İslam ya korkulu ve korkunç dar bir mezhep olarak kalmaya mahkûm olacak ya da cihanşümul bir dini uyanışın ruhu olacak”tır. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 369)
Ama o, gerek Hıristiyan ilahiyatının ve Marxist hümanizmin etkileri gerekse Müslüman aydınların ve bilgelerin kitaplarında da geçen bir ifadenin etkisi altında kalarak, Allah’ın insanı yeryüzünde kendisine bir halife olarak yarattığı düşüncesini sık sık tekrarlar. Oysa tam da bu tür bir inanıştır, Garaudy’nin şikâyetçi olduğu gelişmelerinde nedeni. Çünkü bu tür bir inanış, insana, yeryüzünde dilediği gibi bir egemenlik sürmenin yetkisini vermektedir.
Amacımız der, ruhçu bir diyalektiğin yerine maddeci bir diyalektik yerleştirmek ve pazar tanrısına kul olmak değil, bir varlık felsefesinden bir eylem felsefesine geçmektir. Bunun içinse ihtiyaç duyduğumuz asıl şey, tarihsel bir determinizmden çok, Tanrı’nın aşkınlığı ve yaratıcılığıdır. (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s. 437) .
Haber Ara