TİMETÜRK / M K Bhadrakumar*
Kremlin, Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye’yi 3 Aralık Pazartesi günü ziyaret edeceğini resmen açıkladı. Moskova’dan yapılan önemli bir açıklamada bunun İstanbul’a bir “çalışma ziyareti” şeklinde olacağını belirtildi.
Gündem, “anahtar uluslararası ve bölgesel meselelerde görüş alışverişinin” yanında “ikili ilişkilerin tüm boyutlarını” içeren görüşmeleri içeriyor. Bazı “ikili anlaşmalar” da imzalanacak.
Açıklama “enerji sektöründeki stratejik projelerin uygulanmasını” ayrı ele alıyordu. Ortadoğu, Trans-Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar’daki durum görüşmelerin anahtar gündem maddeleri olacak.
Hiç şüphesiz Rus-Türk ilişkileri bir yol ayrımında ve nasıl geliştiğinin jeopolitik alanın engin çevresi üzerinde temel bir etkisi olacak. İki ülke, bölgesel çıkar ve endişelerindeki yakın zamandaki çatlaklarından ikili işbirliklerini ayrı tutmak çaba gösteriyor.
Fakat bu çatlaklardaki tehlike genişliyor ve iki ülke git gide yana doğru adımlar atarken birbirleri etrafında dönen bir dans içindeymiş gibi görünüyor.
İlişkiyi istikrarlı hale getirmenin bir yolu, ikili ilişkilerin muhtevasına şevk vermek olacaktır. Bu da ortaklığın yeni bir dinamiğini yaratabilir ve bölgesel politikalarında ortaya çıkan farklılıkların bazılarını uyumlu hale getirilmesine yardımcı olabilir ya da hiç olmazsa vakit kazandırabilir.
Sıcak kişisel ilişkilerin yanında Putin ve Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, çarpıcı şekilde benzer siyaset yaklaşımına sahiptir. Bu yaklaşımda devletler-arası ilişkilerin lokomotifinin ticari bağlar olduğuna dair inanç vardır. Ayrıca her ikisi de engellere katlanamayan “istediğini elde eden” kişilerdir.
İkili çevrede, en önemli maddeler enerji alanındadır. Sert uluslararası rekabet arasında Rusya’nın Türkiye’de bağladığı nükleer enerji projesinin uygulanması büyük bir atılımdı ancak uygulamada bazı güçlükler ortaya çıktı. Putin’in Erdoğan’la görüşmelerinde bu odak noktası olacak.
Büyük ihtimalle Putin ile Erdoğan’ın resmi onay vermesini bekleyen askıdaki meselelerde bir uzlaşı seviyesi mevcuttur. Su içinde 25 milyar dolarlık proje, stratejik ortaklığı dönüştürme potansiyeline haizdir.
Nükleer işbirliği, önemli bir atılım ile karşılıklı güven ve itimat anlamına gelmektedir. Gerçekten de tüm ortaklığa her yer yönde bir itki sağlayabilir. Yani Rusya, askeri alanda işbirliği için de Türkiye’nin kapısını çalıyor olabilir.
Sıfır-toplamlı oyun değil
Rusya, Türkiye’nin bir numaralı enerji tedarikçisidir ve 2 ülkenin geniş-kapsamlı işbirliği bulunmaktadır. Türkiye, Rusya’nın güney Avrupa enerji pazarına bir bağ sağlayan Güney Akım gaz boru hattı döşemesine izin verdi. Bu, sürekli dostu olduğu Berlin dahil Avrupa başkentlerinde Moskova’nın fikirlerinin zorluklarla karşılaştığı önemli bir zamanda Rusya’nın Batı ile ortaklığını sağlamlaştıran stratejik bir projedir.
Açıktır ki bazı ilginç mübadeleler olacaktır. Rusya’nın Gazprom’u Kıbrıs’ı içeren Akdeniz’deki İsrail’in Leviathan gaz alanlarının geliştirilmesinde ortaklığa göz dikmektedir. Öte yandan Türkiye, kendisini doğu Akdeniz’de izole edecek hızla oluşan (örtülü Washington desteğiyle) İsrail-Kıbrıs-Yunan ekseni nedeniyle öfkelidir. Ankara, başta Rusya olmak üzere üçüncü tarafları, bu yeni jeopolitik eksene katılımlarının bir “kırmızı çizgi” teşkil edeceği ve eğer Yunanistan ile Kıbrıs’la çok haşır neşir olurlarsa ikili ilişkilerde ödeyecekleri bir bedel olacağı konusunda uyardı.
Putin, Haziran’da İsrail’i ziyaret etti ve Cumhurbaşkanı Şimon Perez’de geçen ay Rusya’ya “çalışma ziyareti” gerçekleştirdi. Moskova, Gazprom teklifi için çok çaba sarf ediyor ancak İsrail şu ana kadar kara vermedi. Peres, nükleer meselede İran’a destek konusunda Moskova’dan bazı değişimler beklediğini muhtemelen ifade etti. Rusya sessiz kaldı ve yani bu mümkün değil fakat Moskova, kısa süre önceki Gazze çatışmasından tarafsız durarak İsrail’i kayırdı.
Bu arada İsrail’in Rusya’nın ileri Sukhoi savaş uçakları için büyük bir sipariş verdiğine dair doğrulanmış haberler de mevcuttur. Bir kez daha Moskova, Ocak’taki seçimin ardından yeni İsrail hükümetinin Benjamin Netanyahu ve Avigdor Lieberman arasındaki koalisyonca yönetileceğine güvenmektedir.
İsrail siyasetinde artan etmen “vatanları” ile temessül sahibi olan Lieberman gibi Rus göçmenlerin nüfuzudur. İsrail’deki Rus göçmen toplumu arasında Putin için büyük bir hayranlık mevcuttur.
Özetle Rusya-İsrail ilişkileri kesinlikle bir yükseliştedir ve bu Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri üzerine inen derin soğuklukla çakışmaktadır. Her ne kadar bu sıfır-toplamlı bir oyun olmasa da, bunun Ankara’da bir tedirginlik ve endişe yaratacağı kesindir.
Olay bu ters akıntıların aynı zamanda geniş bir zemini olmasıdır. Rusya ve Türkiye’nin Orta Doğu’daki ayaklanmaya ve siyasi İslam’ın yükselişine karşı yaklaşımlarında temel farklılıklara sahiptir. Türkiye’deki mevcut hükümet Orta Doğu’da İslamcılığın yükselişini hoşnutlukla değerlendirirken Rusya, Tunus ve Libya gibi ülkelerde meydana gelen şeylere ve onların Rusya’nın bölgesel istikrarda sürekli çıkara sahip olduğu Trans-Kafkasya ve Orta Asya’daki etkileri üzerine karanlık önsezilere sahiptir.
Suriye’deki krizle ilgili olarak keskin farklılıklar ortaya çıkmıştır ve her iki taraf da bunları saklamaya çalışmamaktadır. Moskova, Ankara’nın lojistik, istihbarat ve eğitim desteğinin yanında Türk toprağını silah, para ve asker elde etmek için kan damarı olarak kullanan Suriye’nin isyancı savaşçılarına verdiği aktif desteği eleştirmektedir. Erdoğan da birden fazla kere Rusya’nın Suriye rejimine verdiği desteğe saldırmıştı.
Revizyonist eğilimler
Moskova, NATO’nun Patriot füzelerini Suriye sınırına yerleştirmek istemesine karşı çıktı ve Ankara’nın kuzey Suriye’de “uçuşa-yasak-bölge” kurma amacında ısrar ettiğinden şüphelenmektedir. Rus dışişleri bakanının önümüzdeki günlerde NATO’daki mevkidaşlarıyla görüşmeler yapması bekleniyor.
Daha geniş bir düzlemde Moskova aynı zamanda son zamanlarda ortaya çıkan Türk dışişleri politikasındaki revizyonist eğilimlere karşı da sinirlidir. Erdoğan’ın merkez Anadolu’ya ABD füze savunma sistemi kurma kararı Rusya’yı öfkelendirmişti.
Moskova, Erdoğan’ın 2003’te iktidara geldiği zamanın ilk yıllarındaki bağımsız dış politikayı takdir ederdi. Bu politika, Soğuk Savaş döneminde Batı’nın imtiyazlı bölgesi olan bir yerde Rusya’ya yeni bir oyun sahası vadediyordu. Fakat o zamandan bu yana başta Orta Doğu’daki neo-Osmanlı mirasına dair Türk gösterişini istismar eden batı propagandasıyla son yıllardaki Arap Baharı’nın patlak vermesiyle Erdoğan rota değiştirdi.
Bununla birlikte bugünkü Türkiye, Rusya’nın çıkarlarının altını oyan ABD vekili olarak Soğuk Savaş rolüne dönmekten fazlasıyla uzaktır. Belki de Türkiye’ye uygun tanım, etkili ABD Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi adlı think-tank’ın deyimidir. Alman Birleşik Devletler Marshall Fonu’yla ortak raporunda Türkiye, uluslararası sistemde “küresel salıncak devletler”den biri olarak adlandırmıştı. ( Diğer üçü Brezilya, Hindistan ve Endonezya idi.)
Amerikalılar, dikkat-çekici tanımlar bulmada başarılıdır ancak bu durumda bir yaraşırlık vardır. CNAS raporu bu küresel salıncak devletlerin “kendileri, Birleşik Devletler ve ekseri diğer devletlerin bel bağladığı uluslar-arası düzeni yenileme potansiyeline sahip” olduğunu ve bu nedenle Washington’un “uluslararası düzenin taban destekçileri arasında Brezilya, Hindistan, Endonezya ve Türkiye’yi dahil etme fırsatını sağlayacak” bir strateji geliştirmesi gerektiğini öne sürmektedir.
Söylemeye hacet yoktur ki Rusya da Türkiye ile oluşmaya başlayan bu stratejik ortaklığın konsolidasyonunun büyük bir jeopolitik karşılığı olacağında amildir. Fakat asıl soru bu iki bölgesel gücün güvenlik meseleleriyle ilgili ortaya çıkan ciddi farklılıkları nasıl gidereceğidir.
Makul şekilde Moskova, Suriye’de siyasal bir geçişe hazırlanmaktadır (ki bu sadece mantıkidir) ancak toplam durumun değerlendirilmesinde kökten bir değişimin ya da Suriye’deki “rejim değişikliğini” zorlayacak herhangi bir Batılı çabaya karşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki mukavemetini yumuşatmaya dair eğilimin varlığına dair hiçbir iz yoktur.
Türkiye’ye gelince Suriye’de “rejim değişikliğini” isteyen politikasına; Suriyeli isyancılara verdiği örtülü desteğe; Katar ve Suudi Arabistan ile eksenine bağlıdır. Her ne kadar Ankara, Barack Obama yönetiminden beklediği Erdoğan desteğindeki eksikliklerinden şikayetleri olsa da bunlar, Türkiye’nin yaklaşımının köşetaşları olarak kalmayı sürdürmektedir.
Erdoğan bu hafta “Putin, 3 Aralık’ta Türkiye’ye gelecek ve Suriye krizini görüşeceğiz. Şu an anahtarı tutan Rusya’dır. İran artık anahtarı tutacak konumda değildir. Rusya’nın yaklaşımı hayatidir” tespitinde bulundu. Önemlidir Erdoğan aynı küskün düşünceyi de alenen ifade etmiştir:
“ABD, şu ana kadar tatminkar bir yaklaşım sergilemedi. Bazı açıklamalarda ‘seçimleri bekleyin, seçimlerden sonra durum değişebilir.’ Seçimler bitti ve şimdi de ‘yeni Kabine kurulacak. Kabineden sonra konuşabiliriz” diyorlar”.
Şu kesindir ki Putin ve Erdoğan, Suriye’yle ilgili farklılıklarını azaltmak için yenilenmiş bir çaba gösterecek. Her ne kadar Moskova ve Ankara mevcut çıkmazın aşılmasında büyük fark yaratabilecek 2 anahtar başkent olsalar da zaman ortak Rus-Türk girişimine uygun değildir.
Gerek Putin gerekse de Erdoğan ülkelerinin ortaya çıkan dünya düzenindeki ilgili rolleri için büyük tutkulara sahiptir. Fakat aynı zamanda gerçekçilerdir. Öncelikleri ülkelerin çıkarları birbirine sürtüştüğünde Rus-Türk stratejik işbirliğinde gelişen kritik kütlenin sürdürülebilir olmasını temin etmek olacaktır. Putin ve Erdoğan bunu kotaracak kadar akıllıdır.
* Büyükelçi M K Bhadrakumar, Hindistan Dışişleri’nde deneyimli bir diplomattır. Sovyetler Birliği, Güney Kore, Sri Lanka, Almanya, Afganistan, Pakistan, Özbekistan, Kuveyt ve Türkiye’de görev almıştır.
AsiaTimes’taki bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir.