TİMETÜRK/ Haber Merkezi
Chris Hedges*
Başkanlık seçimi, liberal sınıfın bir ceset oluşunu afişe etti. Mücadele ettiği hiçbir şey yok. Temsil ettiği bir şey de mevcut değil. Kurumsal devletin faydasız bir uzantısıdır. İşlevsel kapitalist demokraside aslen yapmış olduğu gibi artışlı ya da parçalı reformu mümkün kılmak için var da değildir. Bunun yerine taraftarlarına sığ bir ahlak perdahlayarak şahsi kibir enstrümanına dönüşmüştür.
Barack Obama’ya oy vererek liberaller, kendilerini tanımlamak için kullandıkları asli değerlere –hukukun üstünlüğü, sivil hakların koruyuculuğu, sendikaların korunması, sosyal refah programlarının, çevre anlaşmalarını, mali düzenlemenin muhafazası, haksız savaşa ve işkenceye karşı çıkma, İHA savaşlarının feshi– ihanet ettiler. Liberal sınıf, canavarsı bir şerrin yardakçılığını meşru göstermek için bu siyasi kampanyanın uzun kabusu esnasında kadınların seçme hakkının korunması ve cinsiyet eşitliği gibi bir ya da iki meseleye umutsuzca yapıştılar.
Selatin (emperyal) devletin ihtiyati şiddeti yanında ulusa ve ekosisteme yönelik muazzam kurumsal saldırıyı yok sayarken kendisini tanımlamak için yalıtılmış bir adalet fiilini kullanan bu manevi parçalanma, ahlaki ve siyasi bir kapitülasyondur. [Liberal sınıf]Dönüştüğümüz şer ile yüzleşmeyi başaramamaktadır.
Roman yazarı J. G. Ballard, “Amerikan rüyasının gazı bitti. Araba durdu. Artık dünyaya imajlarını, rüyalarını, fantezilerini sağlayamıyor. Artık yok. Bitti. Artık dünyaya kendi kabuslarını tedarik ediyor...” diye yazıyor.
Liberaller, seçimden sonra başkanı mesul tutacak bir hareket –bu hareketin nasıl, ne zaman ya da neye benzeyeceğini söyleyemeseler de– oluşturacaklarına dair bizleri temin ettiler. İlk dönemi sırasında onu mesul tutmadılar. İkinci döneminde de tutmayacaklar.
Seçim siyaseti diye geçen iflas etmiş siyasi tiyatrodaki tayin edilmiş rollerini oynadılar. Ellerini ovuşturdular, kalleş rakibin kötülüklerine dair Yunan korosu gibi şarkılar söylediler, başka uygulanabilir bir seçenek olmadığına dair bize garanti verdiler ve artık sahneyi terk edecekler.
Bir sonraki siyasi yetkisizleştirme ve korku kampanyasında rollerini üstlenmek için ortaya çıkana dek mızmızlanacaklar ve dırdır edecekler. Bu arada destekledikleri aynı siyasetçiler tarafından alay ve istihza hedefi haline gelecekler.
Mistik ulusalcılık felaketi
Eski Yugoslavya’da gördüğüm ve Weimar Almanya’sında olduğu gibi liberal sınıfın etkisizliği, tehlikeli bir siyasi felci kalıcı hale getirir. Felç ne kadar uzun sürerse, erk sistemlerinin kitlelerin çileleri ve dertlerini ele alamamaları o kadar uzar. Dahası erkin resmi mekanizmalarına hakaret edilir. Liberal kurumun, kurumsal güce karşı çıkmadaki, varsayılan liberal inançları savunmadaki acizliği, geleneksel liberal değerlerin yanında kendisinin kaçınılmaz yok oluşu anlamına gelir. Tarihin yeterince işaret ettiği gibi bu mutlakiyetin yoludur. Birçokları itiraftan imtina etse de o yolda baya yol aldık.
Ortaya çıkan herhangi bir kitlesel hareket –ki bir tanesinin geldiğine inanıyorum– İşgal hareketi gibi Cumhuriyetçiler kadar Demokratlara karşı da derin bir tiksintiye sahip radikallerce doldurulacaktır. Ancak utku kazanan radikaller, ilerlemeci olmayabilir.
Sendikalardan bağımsız basına ve sosyalist üçüncü partilere kadar popülist hareketler, Birleşik Devletler’de yok edildi. Mistik ulusalcılık etrafında birleşen, ülkenin sembollerini Hıristiyanlığınkilerle kaynaştıran, sağduyuyu karalayan ve kitlesel duyguları yükselten proto-faşist hareketin, yaygın bir albenisi olacaktır.
Takipçilerine yeis ve hüsranın derin çukurundan ütopyanın yükseklerine sıçrama sunacaktır. Şiddetin diliyle konuşacaktır ve kaçak işçilerden eşcinsellere, ırk renklerinden liberallere ve fakirlere kadar savunmasız olanı şeytanlaştıracaktır. Kurumsal kapitalizmin en dejenere unsurlarınca finanse edilen bu güç, ekonomik ya da çevresel istikrarsızlık döneminde kurumsal faşizmin bir türünü müjdeleyecektir.
Tarihçi Fritz Stern’in Almanya’da faşizmin yükselişi hakkındaki “Kültürel Yeis Siyaseti” adlı kitabında, iflas etmiş liberalizmin tehlikesiyle ilgili sürekli uyarır. Nazi Almanya’sında bir genç olarak izlediği aynı karanlık, irrasyonel güçlerin iş başında olduğunu gören Stern, ruhsal ve siyasal olarak yabancılaştırılanların, kültürel nefretler ve kişisel içerlemeler etrafındaki siyasetin asli devşirmeleri olduğunu öne sürer.
Almanya zamanında faşistlerin ortaya çıkışıyla ilgili “Liberalizme saldırdılar” diyen Stern şunları yazar: “Çünkü onlara, modern toplumun asli öncülü gibi göründü. Korktukları her şey –burjuva hayat, Manchesterizm (Manchester’daki ekonomik ekol: ÇN), materyalizm, parlamento ve partiler, siyasi liderlik eksikliği– ondan geliyor görünüyordu. Dahası tüm içsel çilelerinin kaynağının liberalizm olduğunu hissediyorlardı. Onlarınki yalnızlıkların bir gücenikliğiydi. Tüm arzuları yeni bir inanç, inananların yeni bir topluluğu, sabit standartları olan şüphelerin olmadığı bir dünya ve tüm Almanları birleştirecek yeni ulusal bir dindi. Tüm bunları liberalizm reddediyordu. Bu nedenle liberalizmden nefret ettiler, onları toplum dışına ittiği, hayali geçmişlerinden ve inançlarından kopardığı için suçladılar”.
Benim hikayem
Amerikan mitinden kendimi değiştirilmez şekilde ne zaman kopardığımdan emin değilim. İlahiyatta okurken, başka herhangi bir şehirden daha fazla cinayetin yaşandığı Boston’un şehir merkezinde bir caddede 2 yıldan fazla süre yaşarken başladı.
Kamu ev edindirme projelerinde beyaz üstünlüğünün zalimliğiyle, renkli insanları kapana kısılmış, iflas etmiş ve fakirleşmiş bir şekilde tutan kurumsal sayısız mekanizmayla, genç hayatların trajik israfıyla ve hiç tanımadıkları insanları güçlendirmeye dair yüksek sözler söyleyen ahmak liberallerle yüzleşmek zorunda kaldım.
El Salvador ve Nikaragua’da savaş muhabiri olarak geçirdiğim 5 yıl boyunca bağlar iyice ortaya çıktı. ABD-destekli askerler, ölüm timleri ve paramilisler tarafından katledilen erkek, kadın ve çocukların parçalanmış bedenlerine bakarken kerpiç-evli köylerde çok fazla bulundum. Bu ölümleri meşru kılmak için Ronald Reagan ve Dışişleri Bakanlığı’nca kusulan çok fazla yalan işittim.
Ölü kadın ve çocukların bükülmüş uzuvlarına bakarken ve İsrailli ve ABD yetkililerin İsrail hava saldırısını İslami milisler üzerine “cerrahi” bir saldırı olarak tanımladıklarını işitirken, Gazze’deyken, artık bitmişti.
Artık Amerika’nın kararmış yüreğini biliyordum. Kim olduğumuz, ne yaptığımızı, neyi temsil ettiğimizi, gerçekte etkili katiller ve acımasız fırsatçıların ırkının üyeleriyken Amerikalıların çoğunluğunun kendilerini iyi ve erdemli biri olarak düşünmelerine izin veren korkutucu ve gönüllü masumiyeti biliyordum.
Usanmıştım ve itilmiştim. Sadakatim ulustan, herhangi bir ulustan güçsüze, Latin Amerika’daki topraksız çiftçilere, Gazze’deki Filistinlilere ya da Irak ve Afganistan’daki korkmuş ailelere kaydı. Dahili kolonilerimiz ve kurban bölgelerimizin yanında imparatorluğun harici erişmesinden acı çekenler benim vatanımı oluşturdu. Oy verme dahil su götürmez şekilde onlara zulmedenleri kınamanın ve suçlamanın olmadığı herhangi bir fiil, kişisel olduğu kadar ahlaki bir ihanettir.
Hermen Melville şöyle yazar: “Türklerden bahseder ve yamyamlardan tiksiniriz. Fakat onlardan bazıları bizden önce cennete girecek olmasın. Medeni bedenlerimiz olabilir ancak ruhlarımız barbardır. Dünyanın gerçek manzaralarına karşı kör, sesine karşı sağır ve ölümüne karşı ölüyüz”.
New Jersey Camden’de fakir bir aile, güney Batı Virginia’daki terk edilmiş kömür kamplarının yoksul sakinleri, ulusumuzun üretim sahalarında ırgat gibi çalışan kaçak işçiler, yaşam alanlarına sıkışmış Kızılderililer, Filistinliler, Iraklılar, Afganlılar, Pakistan, Yemen ya da Somali’de İHA’larca öldürülenler ya da Afrika’da bakımsız şehir varoşlarındakiler için Mitt Romney’in mi ya da Barack Obama’nın mı başkan olduğu önemsizdir. Onlar için bir önemi yoksa benim için de yoktur. Bir tek onların sefaletini planlayıp bundan çıkar sağlayan güçlere karşı çıkmanın peşine düşerim.
Mazlumlar, günde 2 dolardan daha azıyla hayatta kalan dünya nüfusunun yarısından fazlası, fosil yakıtlarının doğal dünyayı bozmasını ve küreselleşme saldırısını durdurmayı reddetmemiz nedeniyle ilk kurban edileceklerdir.
Zalimin yeri Cehennem'dir
Haklı bir öfke ile halihazırda bizden nefret ediyorlar. Bizim kim olduğumuzu görüyorlar. Gücün tehdit edilebilmesi için onun başka bir güç türüyle yüzleşmek zorunda olduğunun da farkındalar. Etkin bir değişim için misilleme yeteneklerinin güçlü korkusunu yapmaları gerektiğini de biliyorlar.
İmparatorluğun içindeki ve dışındaki mazlumlar, düzenli şekilde bu gücü inşa ediyorlar. Onu 9/11’de iş başında gördük. Her gün Irak ve Afganistan’da görüyoruz. Her ne kadar şiddete başvurmayan olması için dua etsem de kendi caddelerimizde de göreceğiz.
İçinden ya da dışından bir devrimle karşı karşıya olan kurumsal devlet, Arap Baharı’ndan Yunanistan ve İspanya’daki gösterilere ve İşgal hareketine kadar bu yükselen gücü nasıl tanımlayacağını ya da kontrol edeceğini bilmiyor. Devrim her zaman zalimin kafasını karıştırır. Mantıksız görünür. Anlamı yoktur. Kurum sorar: “İstekleri nedir? Neden bizden nefret ediyorlar? Ne istiyorlar?” Zalim asla cevabı duymaz çünkü cevap her zaman aynıdır: “Senin gücünü yok etmek istiyoruz.”
Başatlığı ve zenginliği idame ettirmek üleştirilen vahşete ve adaletsizliğe kör olan zalim, ayrıcalığı korumak için uyguladığı güç seviyelerini tırmandırır. Zalimin suçları, elitler arasında adaletin, yasa ve düzenin, terörle savaşın, küreselleşmenin doğal yasasının, dünyayı yönetmek ve şekillendirmek için ayrıcalıkla bahşedilen hakkın uygulanması olarak görülür.
Zalim, Batı’nın sahte hümanizmini göremez. Zalim, James Baldwin’in yazdığı gibi “tarihimizin hiçbir ahlaki meşruiyeti yoktur ve Batı’nın hiçbir ahlaki otoritesi yoktur”u anlayamaz. Sadece gücün diliyle konuşabilen ve yaralı bir hayvan gibi giderek saldırganlaşan zalim, cehennemde yutulacaktır.
Baldwin şöyle yazar: “Gerçeğe gözlerini kapatanlar, kendi yıkımlarını davet eder. Masumiyetin ölümünden uzun süre sonra masumiyet halinde kalmada ısrar edenler, kendilerini bir canavara dönüştürür”.
*Pulitzer Ödüllü gazeteci Chris Hedges, “Savaş bizi anlamlandıran güç”, “Ateistlere inanmıyorum”, “Liberal Sınıfın Ölümü” kitaplarının yazarıdır. Son kitabı “Yıkımın Günleri, İsyanın Zamanı”dır.
Bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir.