Dolar

34,8763

Euro

36,7786

Altın

3.047,35

Bist

10.140,43

Doğunun sesi Muhammed İkbal bugün doğdu

Doğu'nun sesi, Pakistan'ın fikir babası, Muhammed İkbal bugün doğdu. Hindistan'daki Müslümanlara özgürlük fikirleri aşılayarak Pakistan'ın kuruluşuna öncülük eden, Pakistan devletinin fikir babası, İslam düşünürü ve milli şair Muhammed İkbal bugün şiirleri ve yazılarıyla hala insanlığa yol gösteriyor

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-11-09 12:10:18

Doğunun sesi Muhammed İkbal bugün doğdu
TİMETÜRK / Haber Merkezi

20. asırda insanlık âleminin semasına doğan ve hâlihazırda bizlere yol göstermekte olan doğunun sönmeyen yıldızı, filozof, aydın, mütefekkir, şair İkbal Lahuri (Muhammed İkbal) 'te Hindistan'ın Lahor şehrinde doğdu. Babası Nur Muhammed, sevilen, takva sahibi bir insandı. İkbal'in ilk hocası ve onun hayatında büyük etkileri olan bir şahsiyetti.

İkbal, hayatını İslamî çerçevede sürdürebilmesini sağlayan cevheri çocukluk yıllarında aldı ve bu cevher onu batıdaki tüm pisliklerden korudu. 4 yaşındayken cami hocası Gulam Hüseyin’den ve sonra Keşmir mollası Mescid Hisamuddin’den temel İslamî ilimleri aldı. Mir Hasan’dan Farsça, Arapça ve şiir sanatı üzerine dersler aldı. Hocalarının ve babasının etkisiyle İkbal’in yüreğine irfan tohumları saçıldı.

İkbal, ilk ve ortaöğrenimini bugün Pakistan’ın Pencap eyaletinde bulunan Siyalkot’ta tamamladı. Yüksek öğrenimine Lahor’da bulunan Lahor Üniversitesi Felsefe bölümünde başladı ve 1899 yılında Pencab üniversitesinden birincilikle mezun oldu. Sonra İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde felsefe ve iktisat tahsil etti. Daha sonra ise Almanya Münih Üniversitesi’nde “İslam öncesi ve İslam sonrasında İran’da felsefi düşünce” teziyle doktora yaptı.

Özellikle batıyı ve batılı aydınları iyi tanıdı hatta batıda kaldığı yıllarda birçoğuyla tanışma imkânı buldu. Nietzsche, Marx, Freud gibi batı düşünce dünyasının dinamiklerini okudu ve eleştiriler getirdi. Girdiği fırtınalı düşünce okyanusundan tek bir damla su yutmadan çıktı. Onların fikirlerinden halkı için kullanabileceklerini aldı ve onu sundu.

İkbal doğuyla batının, gelenekle yeniliğin arasında bir köprü kurdu ve adeta bu köprüden mücevherler ulaştırdı bizlere. İbn Teymiye’den Gazali’ye, Mevlana’dan Nietzsche’ye uzanan geniş bir ağdan istifade etti, bu kişilerin fikirlerini sentezleyip kendi dünyasında erittikten sonra ortaya yepyeni düşünce kıvılcımları saçtı.

1908’de Hindistan’a döndü ve bundan sonra daima fikirleriyle halkı aydınlattı. 1934 yılına kadar avukatlık yaptı bir yandan da eser üretti, şiir yazdı ve konferanslar verdi.

O, toplumunun hem şairi hem de filozofu olma yükünü tek başına sırtladı. 1908’den sonra keşfettiği Mevlana onun için bir Şems oldu.

M. İkbal aynı zamanda batıya karşı tavrını koymuş doğulu büyük bir aydındı. Batılılaşma hastalığına dikkat çeken şu sözleri bugün de değerini yitirmemiştir:

“Hakkı tutan zümre ile sürekli savaş halinde olan dinsiz medeniyete dikkat et! Bu medeniyete tutkunluk, fitneler doğurur ve Lat ile Uzza’yı yeniden Harem’e sokar. Kalp, onun büyüsünün tesiriyle kör olur ve ruh susuzluktan onun serabında helak olur. O, gönül şevkini öldürüyor, hatta kalbi kalıptan koparıp atıyor. Öyle usta bir hırsız ki güpegündüz soygun yapıyor! Bu medeniyet insanı ruhsuz ve kıymetsiz bir halde ortada bırakır.”

Bir müslümanın kendisine daima güvenmesini isterdi. Bir şiirinde bu konuya şöyle değinir:

“Mollanın yanında hakkı inkâr kâfirliktir
Benim yanımda kendini inkâr daha da kâfirliktir.”

O, kargaşalı ortamlardan nemalanmak ya da böyle zamanlarda bir köşelere sinmek yerine kendini daha güzel günlere adamış bir fikir işçisiydi. Sorunlara çözüm üretmek derdindeydi. Kuraklaşan ve çoraklaşan bir düşünce dünyasına yeni fidanlar dikmek gayretindeydi. Daha doğruya ulaşmaya yönlendirilen bir tecessüsün sembolüydü. İnancın hayata geçtiği takdirde bir anlam kazanacağını anlatmak peşindeydi. Aydının fildişi kulesinde değil halkın bağrında olması gerektiğini göstermiş ve kendisi de bu vazifeyi tüketmeye değil üretmeye sevk etmişti.

İkbal, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Hilafet Ordusu’nun bir neferiydi ki o dönemde İngiliz sömürücülere karşı göğüs göğse çarpışmış bir mücahiddi. Pakistan’ın kuruluşu için de mücadele etmiş ve fikir işçiliğini üstlenmişti. Pakistan’ı İslam’ın egemen olduğu bir toprak parçası haline getirmek için Muhammed Ali Cinnah (1876-1949, İngiltere’de hukuk tahsil etmiş, Pakistan’a dönünce de Gandi ile İngilizlerle mücadele etmiş İslam hukuku esaslı bir anayasa kaleme almış ve Pakistan’ı kurmuştur) ile çalışmıştı.

İkbal sade ve mütevazı bir hayat yaşadı. İsteyen herkes, istediği zaman kendisiyle görüşebilirdi. Fakrı, kâmil bir mümin olmanın şartlarından biri olarak görmüştür. Oğluna tasarrufu/kanaati tavsiye eder ve bir şarklı gibi giyinip kuşanmasını isterdi. Kendisine 1922’de Nobel ödülü vermek isteseler de O müstağni bir tavırla namzetliğini koymamıştır.

1926 yılında siyasî faaliyetlerine başlar. Ali Şeriatî O’nu bize şöyle anlatır:
“İkbal bir din ve dünya insanı, iman ve ilmin, akıl ve duygunun, felsefe ve edebiyatın, irfan ve siyasetin, Allah ve halkın, ibadet ve cihadın, inanç ve kültürün, dünün ve bugünün kişisi, gecelerin abidi, gündüzlerin arslanı idi, tek bir kelime ile müslümandı.”
Okumaya büyük önem verirdi. Bazen bu sebeple yemeyi içmeyi bile unuttuğu olurdu.

Kur’an onun için en temel dinamikti. Kur’an’ı ezberlemişti. Bir şiirinde de şöyle der:
“Bizim varımız yoğumuz kitap(Kur’an) ve hikmettir
Bu iki kuvvet millete itibar kudret verir”

Kurduğu benlik felsefesini de 3 temele oturtur:
1-Kur’an 2- Hz. Muhammed 3- Mevlana…

Doğu milletlerini uyandırmaya çalışmış ve bir şiirinde şöyle seslenmiştir:
“Bütün doğu dünyası ne hâle geldi bir bak
Külü göğe savrulmuş bir ateş sanki
Boğulmuş bir inilti, susuyor, eseri yok
Bu kaybolmuş bir feryat
Uyan derin uykudan
Derin uykudan uyan!”

1938 YILINDA ÖLDÜ

1934 yılında hastalandı. Boğazında başlayıp tüm vücudunu saran hastalık kanserdi. 1935-1937 yılları arasında Bhopal’da tedavi oldu ama iyileşemedi. Son sene gözleri de katarakttan kapandı. Okumalarına oğlu Cavid yardımıyla devam etti.
1938 yılında hastalığı iyice arttı. 21 Nisan 1938’de gözlerini hayata kapadı. Ölümünden yarım saat önce şunları söylüyordu:
“Ölüm bir müslüman için korkulacak bir şey değildir. Ölüm bu cihan işlerinin bir tekâmülüdür ve yeni bir hayatın kapılarını açar. İnanmış bir müslüman, ölümü tebessümle karşılamalıdır.” Cenazesi 70 bin kişiyle kılındı ve Lahor’da defnedildi. Öldüğünde 61 yaşındaydı. Allah onun gayretini kabul etsin

MUHAMMED İKBAL'İN ESERLERİ 

Cavidname: Farsça olarak yazdığı bu esere 1929 yılında başlayan İkbal, 1932 yılında yazımını tamamlamıştır. Eserde, Dante'nin İlahi Komedyası, Fütühat-ı Mekkiye ve Risaletü'l-Gufran gibi eserlerden yararlanılsa da, ana temel Hz. Peygamber'in Miraç mucizesidir. Eserde, İkbal Mevlana'nın refakatinde yolculuğa çıkarak, gezegenleri kat eder, cenneti gezer, her safhada çeşitli siyaset, fikir ve kültür adamları ile sohbet eder.

Eserin adı İkbal'in oğlu Cavid'in adını taşısa da 'cavid' kelime olarak ebedi, sürekli, daimi anlamlarını da taşır. Bu sebepten eser, ebedilik mektubu anlamına da gelmektedir. Cavidname'nin bir diğer dikkat çeken yönü de İkbal'in kendi adını kullanmayıp, İsfahan'dan geçen meşhur bir Irmak olan "Zayenderud"a benzeyen "Zinderûd" mahlasını kullanmıştır.

İslam Felsefesine bir katkı: İkbal bu kitapta, İran felsefi düşüncesinin tarihi bir dökümünü sunmaktadır. Eser, İkbal'in düşünce sisteminin ilk bölümü olan fikri tekamül sürecini yansıtır. İkbal, eseri, daha sonra tamamen reddedeceği "vahdet-i vücud" görüşüne bağlı kalarak yazmıştır. Eserin, giriş bölümünde İbn-i Arabi'den övgüyle bahsetmesi ve kendisine ilerleyen yıllarda yol gösterecek Mevlana'dan hiç bahsetmemesi dikkat çekicidir.

Esrar ve Rumuz: İkbal'in Farsça olarak yazdığı ilk eserdir. Esrar ve Rumuz, İkbal'in en önemli eserlerinden biri olup, İslam'ın ruhundaki faziletleri anlatır ve yurttaşlarını esaretten kurtarmak isteyen bir fikir adamının açtığı bayrak niteliğini taşır.

Armağan-ı Hicaz: İkbal'in vefatına yakın yazdığı şiirlerden oluşur. Farsça ve Urduca yazılmıştır. İkbal, Hacc yolunda, çöllerde deve üzerinde yol alırken, bu eserini kaleme almıştır.

Gülşen-i Râz-ı Cedîd: İkbal, bu eserini, Şeyh Mahmud Şebüsteri'nin meşhur eseri Gülşen-i Râz'a nazire biçiminde yazmıştır.

Bendegînâme: Kölelik ve esarete karşı bir savaş ilanı niteliğindedir. İkbal, giriş bölümünde köleliğe değinir, ilerleyen bölümlerde esir milletlerin güzel sanat dallarındaki gelişimini inceler ve özgür insanların mimari eserlerinin anlatıldığı bölümle eser son bulur.

Darb-ı Kelîm: İkbal'in Urduca yayınlanan son şiir dergisidir. İkbal, bu eserini yanında kaldığı Nuvvab Hamidullah Han'a teşekkür etmek maksadıyla yazmıştır.

Peyâm-ı Maşrık: Alman şair Goethe'nin Doğu-Batı Divanı eserine cevap olarak yazılmıştır. Goethe'nin Batı'ya yönelttiği eleştirilere benzer bir tarzda, Avrupa'ya, Batı insanına ahlaki değerler üzerine tavsiyelerde bulunmuştur.

MUHAMMED İKBAL'İN RÜYASI

Çanakkale'de savaşın en kızgın anlarının yaşandığı sıralarda, Pakistan'ın Lahor kentinde, en büyük alanlardan birinde , halkın büyük bir teveccüh gösterdiği muhteşem bir miting düzenlenir. Mitingin amacı Çanakkale 'de çarpışan Türklere yardım ve gönüllü toplamaktır. Halkın büyük çoğunluğunun fakir olmasına rağmen, meydanlara serilen yardım sergilerine, kulaklarında ki küpelerini, parmaklarında ki alyansları, evdeki eşyalarını satarak elde ettikleri paraları atarlar kadim dostlarımız. Muhammed İKBAL çıkar kürsüye ve birkaç gün önce gördüğü rüyayı anlatır mahçubiyet içerisinde. Daha sonra da o gün tarihe mal olacak o meşhur şiirini okur halka hitaben ;

DEDİ HZ. MUHAMMED (SAV)
CİHAN BAHÇESİNDEN BANA BİR KOKU GİBİ YAKLAŞTIN
SÖYLE BANA NE GİBİ BİR HEDİYE GETİRDİN ?
DEDİM: YA MUHAMMED (SAV) DÜNYADA YOK RAHATLIK
BÜTÜM ÖZLEMLERİMDEN UMUDU KESTİM ARTIK
VARLIK BAHÇESİNDE BİNLERCE GÜL LALE VAR
AMA NE RENK NE KOKU... HEPSİDE VEFASIZDIR
YALNIZ BİR ŞEY GETİRDİM KUTLANMIŞTIR TEKBİRLERLE
BİR ŞİŞE KAN Kİ EŞİ YOKTUR NAMUSUDUR, VİCDANIDIR
BUYURUN, BU � ÇANAKKALE ŞEHİDİNİN KANIDIR �

İKBAL ile birlikte meydanda ki herkes hüngür hüngür ağlamaktadır. Gönderilen maddi yardımların yanında bir de içten dualar ederler Çanakkale'de ki kardeşlerine. İçlerinden bazıları son kuruşlarını da verdikleri yetmezmiş gibi cephede savaşmak üzere gönüllü yazılırlar. Bütün bunların hepsi bir yana sessizce gerçekleşen bir olay daha yaşanır o gün. Yürekleri parçalayan, işte inanç bu, kardeşlik bu dedirten olay şöyledir ;

Meydanda ki bu muhteşem mitinge kucağında ki yeni doğmuş bebeği ile iştirak eden bir anne, yeni dul kalmış ve verecek bir şeyide olmadığından eziklik içerisinde kıvranmaktadır. Fakat birden hızlı ve emin adımlarla uzaklaşır oradan. Nihayetinde zengin bir efendinin konağının önünde durur. Kapıyı çalar ve efendi ile görüşmek istediğini söyler hizmetkarlara. Dilenci olduğunu düşünerek almak istemezler bu kadını. Fakat ısrar eder kadın ve çıkarırlar zengin efendinin karşısına. Efendi sorar ne istiyorsun diye. Cevap verir kadın ; Bebeğimi sana satmak istiyorum. O devir de hizmetçi olabilecek küçük yaşta çocuklar satılmaktadır. Fakat bu yeni doğmuş bir bebektir. Hangi anne, canından çok sevdiği yavrusunu ve hangi sebeple satmak istemektedir. Zengin efendi sorar ama cevap alamaz kadından. Merak eden efendi çocuğu alır. Parayı verir kadına ve takip etmelerini emreder hizmetkarlarına. Lahor'da ki miting meydanına kadar takip ederler kadını. Çocuğunu satarak elde ettiği parayı kuruşuna kadar meydanda ki sergiye bırakır kadın. Hizmetkarlar efendiye anlatırlar olayı. Şaşkınlık içerisinde kalan efendi, bulup getirin o kadını der. Bulur, huzuruna getirirler kadını. Efendi ; Sen söylemedin ama ben seni takip ettirdim ve paranı Çanakkale'ye gönderilmek üzere bağışladığını öğrendim. Bunu niçin yaptığını bana anlatmak zorundasın der. Kadın, efendiye dönerek, işte İslam Kadını bu dedirtecek ve oradakileri yüreğinden vuracak sözleri söyler ;

Şimdi sen diyorsun ki ; Çanakkale'ye gönderilecek bir silah için koklamaya doyamadığın yavrunu niye sattın öylemi ? Osmanlı zayıf düştüğünden beridir, yanıbaşımıza kadar gelen İngilizlerin yaptığı zulümler ortada. Bu gün Muhammed İkbal dedi ki ; Eğer Osmanlının son kalesi olan Çanakkale'de geçilirse, Hilafet kalmaz ve iyi bilin ki sıra sizdedir. Eğer İngiliz burayada gelir, namuzumuza el uzanır, bayrak iner, vatan toprağı düşmanın pis çizmeleri altında çiğnenirse, çocuğum olsa ne olur, olmasa ne olur. İşte bu yüzden hiç tereddüt etmeden sattım yavrumu. İngilizlere köle olacağına size hizmetkar olsun.

Anadolu kadınından farklı düşünmeyen bu Pakistanlı kadında böylece bize ve zengin efendiye güzel bir ders vermiş oldu. İsterseniz hikayeyi güzel bir şekilde bağlıyalım. Bu sözler üzerine duygulanan efendi, hizmetkarlarına derhal çocuğu kadına geri vermelerini emreder. Ardından yüklü bir miktar daha parayı miting meydanına gönderir.


Muhammed İkbal’in Eserlerinde Hadis Kültürü
Fikir ve düşünceleri yaşadığı dönemde kalmayıp etkileri günümüzde de görülen önemli şahsiyetlerden birisi de Pakistanlı şair, düşünür ve filozof Mu¬hammed İkbal (ö.1357/1938) dir. Ona olan ilgi her zaman artarak devam etmiştir. O, bu ilgiyi ortaya koyduğu fikir ve düşünceleriyle elde etmiştir. Çünkü Muhammed İkbal’in hayatı incelendiğinde onun ilme, düşünceye ve bilhassa da dini düşünce katkı noktasında önemli gayret ve çabalar içinde olduğu görülür. Onun düşünce sistemini şekillendiren pek çok unsur bulun¬maktadır. Bunlar arasında Hz. Peygamber’in şahsiyeti, vizyonu ve ilahi misyo¬nuna saygı yanında bilhassa O’nun hadis/sünnetleri önemli olmuştur. Ayrıca Muhammed İkbal’in Hz. Peygamber’e karşı özel bir sevgi içerisinde olduğu adını duyduğunda sık sık ağladığı bilinmektedir. O’nun güzel ahlâkını kendi¬sine örnek alan Muhammed İkbal, eserlerinde insanlara hak, hakikat, fazilet ve meziyet yollarını öğretme gayreti içinde olmuştur. Onun eserleri arasında yer alan İslâmda Dinî Düşüncenin Yeninde Doğuşu adlı eserinde bilhassa Hz. Peygamber (s.a.v) ve hadis kültürüyle ilgili önemli bilgilere yer verildiği görü¬lür. İşte biz de bu tebliğimizde;
1- Genel olarak eserlerinde hadis/sünnet kültürüyle ilgili neler vardır, nelere temas edilmiştir?
2- Muhammed İkbal’de nübüvvet ve peygamber anlayışı nasıldır? Bununla birlikte nübüvvet ve peygamber anlayışıyla ilgili olarak eserlerinde özet olarak söylenenler nelerdir?
3- Hz. Peygamber’e saygısı, sevgisi ve bağlılığı nasıldı? Muhammed İkbal’e göre sünnet/hadisin dindeki yeri nedir? Eserlerinde sünnet/hadis deyince ne anlaşılmıştır? Kaynak olarak sünnet nasıl değerlendirilmiş ve düşünce¬lerine ne kadar tesir etmiştir? Muhammed İkbal hadîsleri nasıl anlamış ve yorumlamıştır?
4- Hadis kaynakları ve hadîslerin kaynakları, kaynak bilincinin olup olmadı¬ğı, referans problemi nedir?
5- Zayıf ve mevzu hadîsleri kullanma durumu nedir? Sıhhat yönüyle hadisler arasında ayrım yapmış mıdır?
Konunun açıklığa kavuşturulması açısından belirtilen hususların cevap¬larının verilmesi gerekmektedir. Bu ve buna benzer konular tebliğ sınırları çerçevesinde incelenmeye çalışılacak, varılan neticeler ve tespitler genel bir değerlendirme ile ortaya konacaktır.

Muhammed İkbal’de İslâm Birliği
Müslüman filozof, şair ve siyasi lider Allâme Muhammed İkbal (1877-1938) Hindistan’da Siyalkot’ta (şimdiki Pakistan) doğdu. 1927 yılında Pencab eyaleti meclisine seçildi. 1930 yılında da Müslüman Birliği Partisi’nin (Muslim League) başkanlığını üstlendi. Başlangıçta Hint ve Müslüman birliğini taraf¬tarıydı, fakat daha sonra bağımsız bir Müslüman devleti kurulması görüşünü savundu, bu düşüncesi daha sonra Pakistan’ın kurulmasıyla gerçekleşti.

İkbal, siyasi düşünce ve faaliyetlerinin dışında döneminde en büyük İslâm düşünürü sayılıyordu. Urduca, İngilizce ve Farsça yayınladığı edebî ve fel¬sefi eserlerinin temelini, bireysel özgürlük ve ahlaki olgunlukla İslâmî diri¬liş esasına dayandırmıştır. Benliğin Sırları, Doğunun Mesajı ve İslâm’da Dini Düşüncenin Yeniden Teşekkülü gibi eserler ortaya koydu. Her ne kadar İkbal, Pakistan’ın kuruluşunu görecek kadar uzun yaşamamışsa da Pakistan’ın manevî babası ve kurucusu sayılmaktadır.

İkbal’e Göre Sosyal Yaşamda Kadının Statüsü

Şair-filozof İkbal, dinamik ve güçlü bir toplum yapısının oluşması için toplumda ve dini düşüncede köklü bir reformun gerekli olduğuna inanır. Bu sebeple dinamik bir toplum yapısının oluşması için, temelde gücünü dinden alan benlik ve bunu destekleyecek felsefi görüşler ortaya koyar. Ancak toplu¬mun en önemli parçası olarak gördüğü kadına bu felsefede verdiği yer sınır¬lıdır; oluşturduğu terimler, tanımlar erkek merkezlidir. Kadının, geleneksel kalıplar çerçevesinde eğitilmesinin yeterli olacağı kanısındadır. Onun için öngördüğü sosyal statünün, annelik ev işleri gibi konularda bilgi ve beceri sağlamaktan öteye geçmediği görülmektedir

İkbal’in Felsefesinde Mücadele ve İhtilaf Kavramı
Birçok hakiki düşünür ve filozof gibi İkbal’de karmaşık ve çelişkili konu¬ları, teorileri kendi içinde birleştirmiştir. Yaşam sonsuz bir meydan okuma, yükselişe ya da düşüşe geçen bir milletin ya da bir insanın bulmacasının bir parçasıdır. İkbal’in ortaya attığı teoriler bireysel ve toplumsal uygulamalar olmak üzere bunların her ikisini de niteler, çünkü bunlar, bir ulus içinolduğu kadar, bir bireye de yaşamak için gerekli imkânı sağlar.

Muhammed İkbal ve İdeal İnsanın Ana Çizgileri
İkbal, İslâm Medeniyeti’nin yeniden dirilişi için tasarladığı dünyanın yapıcı ve merkez unsuru olarak insanı tanımlamaya çalışmaktadır. Onun düşünce ve irfan dünyasının kalkış noktası da, zirve noktası da insandır. Yaratılmış olan her insan bireyi İkbal’in yeniden inşa etmeye çalıştığı insan örgüsünde yer almakta¬dır; ancak İkbal, insanlık kervanına mihmandar olabilecek “ideal insan” kavramı ve bu kavramın açılımlarını öncelemektedir. Çünkü İkbal, kuvvetli idrak pro¬jektörünü böyle bir insana çevirince onda mucizeler içinde mucizeler görür.

İkbal’in çilesi, aslında, İslâm Medeniyeti’nin bir çöküşle karşı karşıya kal¬masından ve bu çöküşten kurtulma çözümlerinin netleşmemesinden kaynak¬lanmaktadır. Biz, İkbal’in hayatında, büyük dinlerde zaman zaman vuku bulan yeniden canlanmanın tek bir insanın kalbinden nasıl kaynaklandığını görürüz.


“Lahorlu İkbal’de İnsan-ı Kamil
Lahorlu İkbal, düşüncelerini, ideallerini bütünlüklü bir sistem halinde toplayıp sunan bir Müslüman düşünürdür. İkbal, bunun için düşünce yapı¬sında birkaç noktayı merkeze almış, bunlar etrafında düşüncesini örmüştür. İkbal’in düşüncesinin en önemli unsurlarından biri insan-ı kâmil ve insan-ı kâmilin edebiyattaki rolüdür.

İkbal’e göre insanın kendini yetiştirmek, yüksekliklere eriştirmek gibi çabaları umut, aşk, toplumsal hayattaki ihtiyaçlarını ve sorumluluklarını bilme şeklinde insan-ı kâmili oluşturmaktadır. İkbal, insan-ı kâmili anlatmak için tarihî ve coğrafi etkilerden, tasavvufun insan-ı kâmil portresinden bahseder. İkbal’in insan-ı kâmil’inin en iyi ve en yüksek örneğini Hazreti Peygamber’in büyük şahsiyetidir. İnsan-ı kâmil benliğin olgunlaşmasının en yüksek noktaları nefsin arzularından, bencil düşüncelerden geçmek, varlığın ve toplumun anlamını iyi kavrayıp Hakk’ın varlığıyla ilişki kurmakla olunur.

İkbal ve Ortadoğu
Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından itibaren üzerinde irili ufaklı, onlarca belki yüzlerce devletler ortaya çıktı. Dağılma sürecinde olduğu gibi paylaşım sırasında da çatışmalar ve katliamlar hız kesmeden devam etmiştir. Osmanlı döneminden sonrada da iç çekişmeler bazı Arap ülkelerinin birçoğu en azından belli bir döneme kadar belli bir döneme kadar devam etmiş olma¬sına rağmen, Ortadoğu’da Özellikle Filistin sorunu günümüze kadar gündemin ilk sırasını teşkil etmeye devam etmiştir.
Filozof ve şair olan Muhammed İkbal bu dönemde İslâm Dininden ve dolayısı ile Doğu düşünce ve kültüründen etkilenmiştir. Osmanlının son dö¬nemlerinde Doğu ve Arap dünyasının düşmüş olduğu vahim durumu, onun duygu dünyasını al-üst etmiştir. Bu nedenle şiirlerinde ve nesirlerinde bu vahim durumu ele almıştır.

Muhammed İkbal’in İctihadla İlgili Görüşleri
Allâme Muhammed İkbal şüphesiz çağımızın en dinamik düşünürlerinden biri idi. O batı modernitesine karşı İslâm dünyasının 20. yüzyılda yetiştirdiği en anlaşılır bir cevaptır. Onu diğerlerinden ayıran en bariz özellik İslâm mirasına yaklaşımındaki eleştirel düşüncenin derinliği idi. İkbal İslâm geleneği ile modernite arasındaki gerilimi diğerlerine oranla daha derinden keşfetmiştir. O kendi döneminde bizim için şimdi bile temel sorun olan ictihad, İslâm ve demokrasi gibi konulara değinmiştir.
Onun toplumdaki yansıması üç boyutludur: birincisi, nesir türündeki yazıları ki özellikle kendisinin temel felsefi basiretini yansıtan İslâm’da Dinî düşüncenin Yeniden Yapılanması çalışmasıyla modernizmin kavramsal mod¬eline karşı sofistike ve felsefi seviyede yaratıcı bir mukabele; ikincisi, dürüst bir şekilde söylemek gerekirse İslâmi edebiyatın geleneksel sürekliliğinde ve belki modern zamanlarda hikmetli, mütefekkirane ve ilhamî şiirin en parlak ve şiirsel uzlaştırıcı düşüncenin en somut örneği olan Urduca ve Farsça şiirleri; üçüncüsü, tarihin kritik bir evresinde çağrısıyla, sosyal sorumluluklarıyla yükselen politik aktivizmi ve sosyal reformculuğu.
İkbal kendi döneminde de çok hassas olan dinî meselelerle ilgili birkaç makale yazmıştır. Bu makaleler 1928-30 yılları arasında Lahor, Madras, Haydarabad ve Aligarh’ta düzenli olarak yapılan toplantılarda okunmuş ve daha sonra bu makaleler İslâm’da Dinî düşüncenin Yeniden Yapılanması adıyla 1930’da kitap halinde yayınlanmıştır. Bu kitabın hassas konularından biri de ictihad idi ve İslâm hukukunun en önemli konuları arasında yer almaktaydı. Fakat onun bu konu ile ilgili olarak yazdıkları hak ettiği şekilde bir karşılık ve kabul görmemişti. Bunun sebebi ise konunun zorluğu idi. Gerçekten de mesele zor ve anlamak kolay değildi. Bu zorluğun ikinci sebebi, bu makalelerde İkbal’in batı felsefesini bilen kişilere hitap ediyor olmasıydı. İkbal de batı felsefesi hakkında geniş bilgiye sahip idi ve bu felsefeye ait referansları akıcı bir şekilde verebilmekteydi. Netice itibariyle batı felsefe geleneği hakkında hiçbir bilgisi olmayan kişiler konu ile ilgili onun konuşmalarını anlayamadılar. Nitekim bu makalenin ilk amacı İkbal’in ictihad ile ilgili görüşlerini an¬lamak ve sonra da mümkün olduğunca insanlara bunu anlatmaktır.


ŞİİRLERİNDEN

Benlik

Benliğinizi altın gümüş karşılığında satma,
Kıvılcım karşılığında alev vermezler.

Sürmesinden acemin gözü ince görüşlü olan
Ve hakikatleri gören Firdevsî şöyle der:

Para uğruna kötü ve alçak tabiatlı olma!
Para olmasa da iyi huyunu terkedenlerden olma! '.

KURTUBA CAMİ
Gece ile gündüz zinciri, hadiselerin görünüş tablosudur,
Gece ile gündüz zinciri, hayat ile ölümün aslıdır.

Gece ile gündüz zinciri iki renkli ipek ipliğidir sanki,
Bunlardan örer zat-ı ilahî kendi sıfatlarının elbisesini.

Ezel sazının tellerinden çıkan feryattır gece ile gündüz zinciri,
Bunlarla yapmakta Allah teala tiz ve pes perdelerini.

Bu beni de seni de kontrol etmektedir,
Gece ve gündüz zinciri, kâinatın sarrafıdır.

Senin ayarın düşük, benim de ayarım bozuksa eğer;
Ölüm senin fermanındır, benim de fermanımdır.

Allah'ım, senin gece ile gündüzünün aslı astarı nedir?
Gecesi ve gündüzü olan bir zaman akışı değil midir? ..

Geçicidir sanatın da tekniğin de bütün harikaları,
Yoktur, yoktur dünya işlerinin kalıcılıkları.

Her şeyin önü de sonu da zahiri de batını da fânidir,
Yapılan eski de olsa yeni de olsa son durağı yine fâniliktir.

Buna rağmen Allah dostlarının eseri olan eşyada,
Bir ölümsüzlük bir ebedîlik vardır adeta!

Allah dostlarının her işinin olgunluğa gidişi aşktandır.
Aşk hayatın ta kendisidir, ölüm ona haramdır.

Gerçi zamanın akışı pek hızlıdır her şeyi silip götürmektedir;
Ama aşkın kendisi diğer selleri durduran bir büyük seldir.

Aşk takviminde geçip giden asırlardan,
Başka zaman mefhumları da vardır adı olmayan!

Aşk Cebrail'in nefesi, aşk Mustafa'nın kalbidir,
Aşk Allah'ın kelâmı, aşk Allah'ın Peygamberidir! ..

Topraktan olan insan aşkın cezbesinden canlıdır,
Aşk katıksız bir şarap, aşk cömert bir şarap bardağıdır!

Aşk Kâbe'nin fakihi, aşk orduların önderidir,
Aşk binlerce uğrak yeri olan bir gezgindir.

Hayat sazından gelen nağme aşk mızrabının vuruşundandır,
Hayatın nuru saadeti aşktan, ateşi alemi yine aşktandır.

Ey Kurtuba Camii senin varlığın aşktandır,
Aşk büsbütün devamlılıktır, onda fânilik yoktur.

Renk ya da taş tuğla, saz ya da kelime ve ses olsun hepsi bir,
Sanatın harikalığı ciğer kanından meydana gelmesidir! .

Ciğer kanıyla taş sütunları gönül olur,
Ciğer kanından ses yanış, neşe ve nağme olur.

Ey Kurtuba! fezan gönül açıcı, şiirim göğüs yakıcıdır,
Senden gönüllere huzur, benden de heyecan ve yanış vardır.

Arş-ı Alâ'dan daha kısa değildir, insanoğlunun göğsü imanla dolarsa;
Her ne kadar bu topraktan yaratık gök kubbe ile bağlanmışsa da! ..

Melekler daima secdede bulunuyorlarsa ne var sanki?
Onların nasiblerinde secdelerin yanış ve yakılışları yok ki!

Hintli bir kâfirim, aşkıma ve cezbeme bak benim,
Salât ve selâma durmuştur kalbim ve dilim!

Aşk dilimdedir benim, aşk üflediğim ney'imdedir benim,
«Allah hu» nağmesi kanımda, damarımdadır benim.

Ey Kurtuba! Güzelliğin ve azametin kahraman bir insanın âlametidir,
Sen güzel ve azametlisin, seni yapan da güzel ve azametlidir.

Senin mimarin ebedî, sütunların sayısızdır,
Sanki Şam yaylasında hurma ormanı gibidir.

Senin çatı ve kapına Sina çölünün ışığı vurmuştur sanki,
Yüksek ve güzel minaren Cebrail'in tecelli yeridir sanki.

İslâm milleti hiçbir zaman yok olmayacaktır,
Çünkü ezanlarında Musa ile İbrahim'in sırrı tecelli etmektedir.

Onun vatanı sınırsız, bütün dünya onun ufku gediksizdir,
Denizin dalgaları Dicle, Nil ve Dinyeper nehirleridir.

Ne hayret vericiydi o müslümanların devri;
Medeniyetleri inanılması güç bir efsane gibiydi.

Köhne devirlere göç emrini verdiler.
Manevî zevk sahiplerine neşe cezbe vermiştiler.

Ve aşkın savaş meydanlarında onlar müthiş süvarilerdi,
Onların şarapları tertemiz, kılıçları çok keskindi.

Zırhları da «la ilahe illallah» olan erlerdi.
Kılıçların gölgesinde sığınakları yine tevhid idi.

Ey Kurtuba! sırrı seninle aşikâr olmuştu mü'min'in,
Gündüzlerinin vecd, geceleri yanış ve yakılış dolu olduğunu gösterdin!

Yüksek olduğunu makamının, ulvî olduğunu hayalini,
Aşkını, neşesini naz ve niyazını sen gösterdin.

Allah dostlarının eli, Allah'ın elidir;
İş becerir iş yapar işi halleder ve galip gelir.

İlahî sıfatları kuşanan kul, insan görünüşlü melektir,
İki dünyada da kimseye minnet etmez, tok gönüllüdür.

Arzuları azdır onun, gayeleri çok yüksektir,
Bakışları gönül okşayıcı, tavırları büyüleyicidir.

Onun konuşması sıcak kanlı, hakkı arayışta heyecanlıdır,
Sohbet meclisinde de savaş meydanında da mü'min iyi kalbli ve iffetlidir.

Allah ehlinin gerçek imanı, Hakk'ın bu dünyaya aksedişidir,
Yoksa bu dünya bir efsane, vehim ve sahte oluştan ibarettir.

Mü'min kul, aklın uğrak yeri aşkın ta kendisidir,
Kâinat dizisinde meclisin ateşi ve hareketidir.

Ey Kurtuba Camii! Sanat âşıklarının Kâbe'si, İslâm'ın azâmetisin,
Endülüs toprağı harem mertebesine çıkmıştır varlığınla senin! ..

Eğer yeryüzünde varsa bir benzerin,
Müslümanın kalbindedir o da bulunamaz başka yerde eşin.

Ah! O hak yolcularına; Asil İslâm izindeydiler,
Onun yüce ahlâkının, doğruluğunun ve imanının örneği idiler.

Şu sade hakikati ortaya koymuştur onların hükümdarlığı;
Krallık değil fakirliktir, gönül ehlinin saltanatı.

Doğuyu ve batıyı onların görüşleri terbiye etmiştir,
Avrupa'nın karanlık çağında onların aklı yol göstermiştir.

Bugün bile İspanyalılar onların kanının geliştirdiğindendir,
Hoş gönüllü tatlı hareketli açık ve temiz kimselerdir.

Bugün bile o memlekette ahu gözlüler pek çoktur,
Ve gözlerin okları bugün bile tam yüreğe dokunur! ..

Endülüs'ün havasında hâlâ Yemen'in kokusu var,
Onun şarkılarında hâlâ Hicaz ahengi var!

Ey Kurtuba! Yıldızlara göre senin zeminin gök kubbe gibidir,
Binlerce ah! ki asırlardır senin fezan ezansız beklemektedir.

İslâm'ı tekrar buraya getirecek aşkın tufan gibi ordusu sert canlı,
Hangi duraklarda, hangi konaktadır, nerede kaldı? ..

Almanya dinde reform hareketini, inkılâbını gördü,
İnkılâp ki köhne devrin bütün izlerini silip süpürdü...

Hıristiyanların papasının günahsız olduğu iddiası çürütüldü;
Bu çok nazik fikir gemisi aldı yürüdü.

Fransa'nın da gözü o müthiş inkılâbı gördü,
O inkılâp ki Avrupa dünyasını başka bir çehreye döndürdü.

Gelişen İtalyanlar da köhne fikirlere tapmaktan vazgeçti,
Yenilik lezzetinden o da tekrar gençleşti.

Müslüman ruhunda bugün o devrimlerin dalgalanması vardır,
Lisan izah edemez; bu Allah'ın bir sırrıdır.

Denizde tufan kopmak üzere derinliklerden ne çıkacak bakalım,
Gök rengini değiştirecek mi, bekleyip anlayalım!

Dağ yamaçlarında bulut gurubun kurnazlığına boğulmuş,
Güneş sanki Bedahşan yakutundan bir yığın alev koymuş.

Köylü kızın şarkısı sade ve yıkıcıdır,
Gençlik devri gönül gemisi için bir sel gibidir.

Ey Kurtuba'nın önünden akıp giden Kebîr Irmağı, kenarında senin,
(İkbal diye) Biri oturmuş rüyasını görmektedir bir başka devrin.

İstikbal henüz mukadderat perdesi altında gizlidir,
Gözlerimin önünde onun seheri perdesizdir.

Eğer fikirlerimin üzerinden perdeyi kaldırırsam görülecektir,
Avrupa benim kehanetlerime tahammül edemeyecektir.

Kendisinde devrim olmayan hayat ölüm demektir,
Milletlerin hayatı devrim çırpınışlarını gerektirir.

Kendini kontrol edebilen her millet hayatta kalabilir,
Kaza ve kader elinde keskin bir kılıç gibidir.

Ciğer kanı olmadan her iş eksik ve bozuktur,
Ciğer kanı olmadan şairlik de sevdaların en boşudur.

Muhammed İkbal ve Dini Düşüncenin yeniden kurulması
Medeniyet konusunu tartışırken organik ve dinamik bir felsefi anlayışı benimseyen İkbal; müslümanların yaşadığı ülkelerde birey, toplum, teorik düşünce gibi alanlarda bir 'yeniden kuruluş' çabasına girişmenin zorunlu olduğu kanaatindeydi.



Durağanlaşmaya, gerilemeye ve hatta sömürülmeye elverişli hâle gelmiş zayıf bir bünye içerisinde görünürlük kazanan çözülüş, yozlaşma ve yabancılaşma çok daha öncelere götürülebilirse de “İslam dünyası” olarak nitelenen coğrafyanın özellikle 19. yüzyılda Batı’nın fiilî ve fikrî saldırıları karşısında ciddi ve bütüncül bir çöküş yaşadığı söylenebilir. Uzunca bir süredir sosyal tevhidi bozulan, iman anlayışı ve gerilimi ferdileşip çözülen, kendi iç dinamiklerini yitiren bu coğrafyanın insanı; yeryüzüne, insana ve maddi gelişmeye kendisinden çok daha farklı ve hırslı bir şekilde bakan Batılı paradigma karşısında tutunamamış, yeni ve etkili mevziler inşa etmede büyük bir mecalsizlikle karşılaşmıştır.

Müslüman Doğu’nun elde kalan son mevzilerini de sarsan ve tek tek düşürmeye başlayan Batılı akımlar, tartışmalar ve saldırılar karşısında -mevcut koşullar ölçeğinde de olsa- özgüven sahibi bir söylem, uluorta ve içi boş meydan okumaların ötesine geçen anlam aşılayıcı bir duruş ve silkinme çabası oluşturulamamıştır. Zamanında karşı durulamadığı için çöküş hızlanmış ve bu zorlu süreç, kıta Avrupa’sından çıkan çok yönlü ve etkin güce bir şekilde teslimiyetle sonuçlanmıştır. Bunun ardından bir grup aydın ve yönetici, Batılı yaşam tarzını benimsemiş, ulusçu ve seküler bir algının gönüllü olarak temsilciliğini yapmıştır. Klasik modernistlerden oluşan ikinci bir grup, aşağılık kompleksi ve ezikliğin biçimlendirdiği bir dil eşliğinde konuşarak, toplumun reorganizasyonu konusunda pozitivist düşüncelerden yakasını bir türlü kurtaramamıştır. Zamanla ortaya çıkan üçüncü bir grup, kimi zaman radikal kimi zaman muhafazakâr bir tutum eşliğinde Kur’an ve Sünnet’e dönmenin gerekliliği üzerinde durmuş ve fakat yaşanan çağı ve değişimi bütün boyutlarıyla kavramakta zorlanmıştır. Dördüncü bir grup ise hem İslami gelenek adı altında gelenleri hem de Batılı anlayış ve pratikleri eleştirel bir yaklaşımla ele almış; aynı zamanda farklı kaynaklardan, geleneklerden, havzalardan gelmiş de olsa insanlığın yararına olan değerleri, görüşleri ve nesneleri alma eğiliminde olmuştur. Zaman zaman çelişik görüşler serdetse ve eklektik bir profil çizse de Muhammed İkbal de bu son grubun bir üyesi olarak nitelendirilebilecek bir edebiyatçı ve düşünürdür.

Ali Şeriati, Biz ve İkbal adlı kitabının girişinde onu şu sözlerle selamlamaktadır: “İslam kültürünün büyük bir felakete uğradığı, hüzünlü bir sonbahar suskunluğuna girdiği ve Batı’nın fikrî sömürüsü altında kalarak ölüme mahkûm olduğu bir anda ve bu felakete uğramış bahçenin bahçıvanının bile uykuya daldığı bir zamanda İkbal bir şahlanış yapmış ve insan ruhunun çeşitli yönlerinde yükselmiştir. İşte böyle bir anda, bozguna uğramış ve kurumuş bir çölden, ansızın selvi ağacı gibi özgürce yükselerek dostun ve düşmanın gözlerini kamaştırmıştır.”1

1877-1938 yılları arasında yaşayan Muhammed İkbal, Hintli birçok aydın gibi, müslüman dünyanın içinde bulunduğu duruma üzülüyor ve Doğu-müslüman toplumlarının da bir rönesans gerçekleştirmesi gerektiğini düşünüyordu. Kendi içinde dönem dönem bazı kırılmalar, tereddütler ve eksen kaymaları yaşayan İkbal’in düşünce dünyası, -o dönemdeki birçok aydında görüldüğü üzere- Batı karşısında içine düşülen yenilgi ve geri kalmışlık psikolojisiyle örtüşen bir ezikliği de taşımakla birlikte etkileyici, diriltici, heyecanlandırıcı boyutlara da sahipti.

Avrupa’ya gitmeden önce yazdığı “Yeni Sunak” gibi şiirlerinde Hint milliyetçiliğini savunan İkbal, Hindistan’dan uzakta geçirdiği yıllarda farklı bir bakış açısı kazandı. Batı’da yıkıcı bir ırkçılığa ve emperyalizme yol açtığı, Hindistan’da da halkı ortak bir amaç çevresinde birleştirmede yetersiz olduğu gerekçesiyle milliyetçiliğe karşı çıkmaya başladı. 1910’da Aligarh’ta yaptığı “Toplumsal ve Siyasal Bir Ülkü Olarak İslam” başlıklı konuşmasında, müslümanların birliğini eksen alan yeni yönelimlerini açıkladı. Şiirlerinde sürekli yinelediği tema, müslüman dünyanın geçmişteki görkemli günleri ve son yıllardaki yozlaşmış, köhneleşmiş durumuydu. Bu noktadan yola çıkarak reform ve birlik çağrısında bulundu.

İkbal’e göre reformu gerçekleştirebilmek için üç aşamada bireyi güçlendirmek gerekiyordu. Bunlar şeriata uyma, iradeyi güçlendirme ve herkesin Allah’ın vekili (naip ya da mümin) olabileceği düşüncesinin benimsenmesiydi. Bunların yanı sıra eylemcilik de bir köşede çile çekmekten üstün tutulmalıydı.

Batı’yı yakından görüp tanıyan ve müslümanların geleneğine, tarihine ve hâlihazırdaki durumuna yeri geldiğinde dışarıdan ve soğukkanlı bakabilen İkbal’e göre; yeni bir uygarlık hamlesi için, bilinçte ve yaşayışta ciddi bir dönüşüm gerçekleştirebilmek için, kardeşlik ve adalet ülkülerinin tesisi için müslümanlara çok yönlü düşünmek ve özveriyle çalışmak gerektiği öğretilmeliydi. Silkinme ve inşa süreci, her şeyden önce bireyde başlamalı; hem kendi değerlerinden hem de yeryüzünden, insanlığın genel birikim ve sorunlarından haberdar yeni bir müslüman özne profili oluşturulmalıydı. İkbal’e göre, topyekûn bir uyanış ve direnişe ulaşabilmek için öncelikle her bireyin kendini tam anlamıyla gerçekleştirebilmesi, ardından benliğini daha büyük amaçlar uğruna feda etmeyi öğrenmesi gerekmekteydi. Hz. Muhammed’in ve ilk müslümanların yaşamı da ona göre bu konuda en iyi örnekti. İslam peygamberinin nazarında “tevhid”, insanın dünyasını tamamıyla değiştirecek şekilde ayarlanmıştı ve dünyayı sarsacak psikolojik güçleri de içkindi. Nitekim peygamberin en büyük arzusu da kendi dini yaşantısının, dünyada yaşayan ve bütüncül bir etkinlik gösteren ciddi bir kudret hâline dönüşmesiydi.2

İkbal, 1928-29 yıllarında Madras, Haydarabad ve Aligarh’ta yaptığı altı konuşmayı içeren İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu adlı yapıtında, felsefesini kapsamlı bir biçimde ortaya koymaya çalıştı. Ona göre doğru düşünen bir insan, yaşayan Yaratıcı’nın amaçlarıyla karşılıklı etkileşim içinde tükenmez bir yaşam kaynağıydı. Hz. Muhammed, Allah’ın vahyi ile buluşmasıyla yeni bir merhale ve içerik kazanan ilk deneyimden sonra yeryüzüne döndüğünde, ruhban egemenliğinin ve babadan oğula geçen hükümdarlığın olmadığı, tarih ile doğayı kavramanın önem kazandığı yeni bir kültür dünyası ve insanlık evreni oluşturmaya çalışmıştı. Meseleye bu yönden bakıldığında, İslam peygamberinin eski dünya ile modern dünya arasında olduğu söylenebilirdi. İslam’da peygamberlik kemale erişmişti, zira insana yeni ufuklar açan ve işlek bir gelecek perspektifi sunan bu olgu, kendi kendini ortadan kaldırmanın gerekli olduğunu keşfetmişti. Murakabeye dalıp kendini tam anlamıyla bilmesi için insan, en son kendi imkânlarıyla baş başa kalmalıydı. Bugünkü İslam toplumu da “ictihad” yoluyla yeni toplumsal ve siyasal kurumlar meydana getirmek, kendisini sarıp kuşatan geleneksel ve modernist prangalarından kurtulmak, çok yönlü bir aydınlanma ve keşifle kitleleri etkileyip dönüştüren yeni bir medeniyet inşa etmek zorundaydı. Buradan hareketle peygamberlik, tevhid, ictihad, icma gibi kavram ve konuları yeni bir yaklaşımla yorumlayan İkbal, genel değişim ilkelerinden söz ederken ilerici, buna karşılık değişimi fiilen başlatma anlamında daha tutuk ve muhafazakâr eğilimler göstermekteydi.

Medeniyet konusunu tartışırken organik ve dinamik bir felsefi anlayışı benimseyen İkbal; müslümanların yaşadığı ülkelerde birey, toplum, teorik düşünce gibi alanlarda bir “yeniden kuruluş” çabasına girişmenin zorunlu olduğu kanaatindeydi. Ona göre, dinsel düşünce özellikle son beş asırda canlılığını, etkinliğini, sorunlara cevap verme kudretini yitirmişti. Gelinen durumu özetlerken kurduğu şu cümleler bu noktada dikkat çekicidir: “Sahranın yetiştirdiği ve savaş rüzgârlarının sağlamlaştırdığı müslümanı, Acem rüzgârları zayıflattı. Müslüman, zayıflık ve incelmede ney gibi oldu. Arslanı koyun gibi boğazlayan insanın, şimdi ayakları karıncadan ürkmektedir. Tekbir sesleriyle taşları eriten bu insan, kuşun ötmesinden ibaret bir adama dönüştü. Azimle ve özgüvenle baktığında, dağların zirvelerini bile basit ve değersiz gören adam, yanlış ve kuruntularla dolu bir tevekkül zinciriyle ellerini ayaklarını bağladı. Ayakları toprakta devrimi nakşeden kişi, halvette iki ayağı bükülmekten kırıldı. Zamanında hükmü her tarafa ulaşan ve kapısında kralların durduğu kimse, çalışmak yerine kanaate, dilencilik ve boyun bükme zilletine razı oldu.”3

Yaşadığı bazı savrulma, tedirginlik ve bocalamalara rağmen İkbal görüyor ve biliyordu ki değişen koşullar ve kendini dayatan gelişmeler karşısında müslümanca düşünüş ve yaşayışın yeniden yapılandırılıp canlandırılması, ertelenemez bir görev, göz ardı edilemez bir sorumluluk hâlini almıştı. Bu gerçekleştirilirken öncelikle geleneksel yapı çözümlenmeli ve eleştirici süzgecinden geçirilmeliydi. Ardından müslümanca düşünme biçimi, kuşatıcı bir “tefekkür çabası” dünyadaki gelişmeler ve insanlığın sorunları, beklentileri de dikkate alınarak yeniden inşa edilmeliydi.

Muhammed İkbal, yeni bir toplum ve medeniyet inşasını ele alırken “din”, “felsefe” ve “bilim” üzerinde ayrıntılarıyla durmuş, bunları birbiriyle yakın ilişki içinde olan olgular olarak görmüştür. Zira bireyler ve toplumlar bu üç alanın etkisi altındadır; bu konular üzerinde konuşmadan, kafa yormadan yola çıkmak küçük sıçramalarla yetinmekten başka bir şey değildir. Ona göre, bilimin vardığı sonuçlar, herkese açık ve doğrulanabilir niteliktedir. Bilim sayesinde -kısmen de olsa- olayları önceden kestirmek ve kontrol etmek mümkündür. Bilimin sürekli gelişmesiyle insanların görüşlerinde değişmeler olmakta, bu sayede felsefî ve dinî düşüncede süreğen ve dinamik bir yeniden kuruluş süreci yaşanmaktadır. Fakat bilim hiçbir zaman evreni sistematik olarak kavrama olanağı sunmaz. Bilimsel alanlar madde, hayat ve zihin arasındaki ilişkiyle ilgilenmez. Her biri kendi konularını seçtiği ve parçacılıktan kurtulamadığı için yüzeysellikten kurtulamazlar. Özgür bir araştırma etkinliği olan felsefe de her türlü otoriteye şüpheyle bakar. İnsan düşüncesinin eleştiri süzgecinden geçirmeden benimsediği hüküm ve faraziyelerin temeline inerek onların oluşmasını sağlayan nedenleri gözler önüne serer. Ancak kavram dünyasının ötesine geçmekte zorlandığı için felsefe gerçeğe uzaktan bakar. Din ise gerçeğin tamamını anlamak, yorumlamak ister. Bunda başarılı olabilmek için de insan deneyimlerinin bütün verilerini birleştirme ve kaynaştırma yolunu tutar. Gözlemlerden de yararlanarak gerçeğin özünü yakalamaya çalışır. Dinin yorumladığı tecrübe alanı, bilimin hiçbir alanına yahut verisine de indirgenemez.4

Muhammed İkbal’e göre din hem bir eyleyiş manzumesi hem bir duygu evreni hem de köklü ve sağlam bir doktrindir. Mutezile ve felasife sadece doktrini, sufiler duyguyu, fakihler ise yalnızca faaliyeti önemsemekle hata etmişlerdir. Duyguyu düşünceden ve her ikisini de eylemden koparmaz, akılla sezgiyi karşı karşıya getirmezsek dini bunlardan biri veya birkaçının fonksiyonu olarak görmek durumunda kalmayız. Ona göre Kur’an’ın betimlediği mümin, tam anlamıyla aktif bir insandır. Canlı, bilinçli, tarihe müdahale eden, hayat ve uygarlık kuran bir aktördür. Bu durum, ilk müslüman kuşaklarda açıkça görülmektedir. Fakat bu dinamizm zamanla zayıflamış, sonraki bazı düşünce akımları bu sıkıntılı süreci daha da hızlandırmıştır.

İkbal, eleştirel bakışını -daima önemsediği- tasavvufa da yöneltmiş ve onun modern düşünce ve deneyimlerden yararlanmak suretiyle yeni olan hiçbir şey ortaya çıkaramadığını, hâlâ günü geçmiş yöntemlerini sürdürdüğünü belirtmiştir.

İslam hukukunu ve bu hukukun ana ilkelerini de aynı yaklaşımla gözden geçiren İkbal, Kur’an ve Sünnet’i yeni gelişmeler ve gereksinimler ışığında yeni baştan anlamaya, yorumlamaya çalışarak ictihad faaliyetine yeniden koyulmadıkça gerek İslami düşünceye gerekse dinî hayata bir canlılık getirilemeyeceğini ileri sürmüştür. Yeniden inşayı gerçekleştirebilmek için müslümanların vahye dayanarak evrenin manevi yorumunu yapmaları, insanı ruhani özgürlüğe kavuşturmaları ve ahlaki temele dayalı bir sosyal yapı oluşturmaları gerekmektedir.

İkbal, çözümleme ve tartışmalarını Batılı düşünce sistemlerine yöneltmeyi de ihmal etmemiştir. Sadece Doğu’ya, geleneğe, müslüman dünyanın geldiği noktaya eğilmekle kalmamış; zaman zaman karşılaştırmalı bir yaklaşımla Avrupa’dan çıkarak insanlığı etkileyen sistemler ve kolektif pratikler üzerinde de yoğunlaşmıştır. Tema açısından Dante’nin İlahi Komedya’sını andıran Cavidname adlı kitabında, Batı’da ortaya çıkan emperyalizmi ve doktriner sosyalizmi de eleştiriye tabi tutan İkbal; Marks’ın Das Kapital’inde “hurafeler arasında gizlenmiş” bazı gerçekler olduğunu fakat Marks’ın midede eşitlik üzerinde ısrar ettiğini, beyninde ise küfrü taşıdığını söylemektedir. Emperyalizm de mide ve beden çevresinde yükselmektedir; ikisi de Allah’ı tanımaz, insanı aldatır. Müslüman toplumlarda bir Avrupa hayranlığının yayılmakta olduğunu hatırlatarak bu gelişmenin tehlikelerine dikkat çeker. Aslında o, -eleştirel bir tavır takınmak koşuluyla- Batı karşısında büsbütün olumsuz bir tutum içinde değildir. Onun karşı olduğu durum, kötü taklitçiliktir. Zira Batı’da bilim ve fennin gelişmesine müslümanların da büyük bir katkısı olmuştur. Onları yeniden İslam dünyasına getirmek, kendi mirasımıza sahip çıkmaktan başka bir şey değildir.

İkbal, sömürgecilik döneminde bağımsızlığını koruyabilen tek müslüman millet olarak övdüğü Türkleri aynı zamanda “İslam rönesansı”nı gerçekleştirebilecek potansiyele sahip bir toplum olarak da görmektedir. Türklerin gerek İslam tarihindeki rolleri gerekse Trablusgarp, Balkan, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’deki “kahramanlıkları”, İkbal’in hayran olduğu ve gelecek için ümit beslediği özelliklerdir. Saltanatın kaldırılıp hilafetin ilga edilmesi de İkbal tarafından alkışlanmış ve “cesur bir ictihad” olarak değerlendirilmiştir. Ona göre müslüman toplumlar içinde sadece Türkler dogmatizm uyuşukluğundan kurtulabilmiş ve entelektüel özgürlük bilinciyle kendilerini yenileme yolunda mesafe almışlardır. Bu konuyu tartışırken Said Halim Paşa ve özellikle Ziya Gökalp’tan görüşler aktaran İkbal, sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeleri ve Batılılaşma hareketlerini bir geçiş dönemi zarureti gibi görmek istemişse de böyle olmadığı sonucuna varınca da bunları açıkça eleştirmiş ve üzüntüsünü dile getirmiştir. Zira ona göre taklitçi bir anlayış içinde Batı’ya yönelmek kendinden uzaklaşmaktır. Batı’nın gücü eğlencede, görünüşte değil ilim ve fendedir. Türk, kendinden geçmiş bir hâlde Avrupa’nın sarhoşu ve kölesi olma yolundadır ve kendini gösterme arzusundan dolayı Batı’dan raks ve şarkıyı getirmiştir.5

Şunu bir kez daha belirtmek gerekiyor ki Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu kitabında son çözümlemede Batılı bir düşünür edasıyla, Doğu’ya Batı’dan bakan bir yorumcu duruşuyla söz alır. Müslümanların mirasının, kültür ve medeniyetinin değerlendirilmesinde ve bazen dramatize edilmesinde Bergson’un dirimciliğinin, Nietzche ve Fichte’nin görüşlerinin izleri görülür. Bergson’u Cili ile, Nietzche’yi de Mevlana ile konuşturur. Auguste Comte’u okuduğu, ondan etkilendiği ve böylece tabiat âlemine eğildiği bellidir. Tecrübeci ve tabiatçı yönleri bu etkilere bağlanabilir. O; İslam’ın duyusal deneye ve genel özellikleriyle tecrübeye davet ettiğini, tecrübe yoluyla doğayı emrine almaya ve üzerinde egemenlik sağlamaya müslümanı teşvik ettiğini göstermeye çalışmıştır. Yine Hegel’i okuduğu ve onun ego konusundaki görüşünden etkilendiği de söylenebilir. Kuvvetin, kuvvet hazırlığı yapmanın sembolü olan “üstün insan” konusunda da karşımıza Nietzsche çıkmaktadır. Ferdiyeti savunması; insan yaşamının birliğini, cemaatin aslı ve yaratıcısı kabul etmesi bundandır. “İnsanlığın tarihi” konusunda da Fichte’nin görüşleriyle örtüşen düşünceleri vardır. Yine bir gerçektir ki İkbal, küllî bir marifete ulaşmak için de tasavvufî riyazatı takdir eden bir düşünürdür. Bütün bunlar müslümanların tarihi tecrübelerinde farklı alanlara, birimlere ayrılıp yayılmış yönlerini Batı’nın birikim ve yöntemlerini de gözeterek yeniden canlandırmanın, eleştirip ayıklayarak tekrar ayaklandırmanın, insani beklentilerin hepsine hitap eden çok yönlü bir uygarlık düşüncesi yeşertmenin düşünsel tezahürleri olarak okunabilir.

Birçok aydını etkileyen ve bu arada Ali Şeriati’nin de düşünce ve ilgi alanlarındaki zenginliği hazırlayan bir kitaptır İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu. Günümüz okuyucusu da bu kitaptan düşünce dünyasına çok sayıda çıngı, çok sayıda ayrıntı taşıyabilecek; yeni görüş ve türetmelere zemin oluşturacak değinilerle, tespitlerle karşılaşacaktır. Fakat söz konusu eserin tartışmaya açık birçok yönünün olduğu, kendi içinde ciddi çelişki ve tutarsızlıklar taşıdığı, içerdiği bazı görüşlerin de artık aşındığı, eskidiği gözden ırak tutulmamalıdır. (Ali DEĞİRMENCİ / HAKSÖZ HABER)

Dipnotlar:

1- Ali Şeriati, Biz ve İkbal, Bir Yayıncılık, İstanbul 1988, s. 9.

2- Muhammed İkbal, İslamda Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, Çev. Ahmet Asrar, Bir Yayıncılık, İstanbul 1984, s. 172.

3- Muhammed el-Behiy, Çağdaş İslam Düşüncesinin Oluşumu ve Batı, Çev. İbrahim Sarmış, Girişim Yayınları, s. 224.

4- Mehmet S. Aydın, Muhammed İkbal, TDVİA, C. 22, s. 18.

5- Muhammed İkbal, Cavidname, s. 398-400.

Haber Ara