Ey Müslümanlar neredesiniz?
19 Aralık 2000’de, Türkiye tarihinin en kanlı cezaevi operasyonu olan “Hayata Dönüş Operasyonu” öncesindeki ölüm oruçları sırasında, eylemcilerle devlet arasındaki görüşmeleri yürüten isimlerden biriydi. İnsanların mum gibi eridiğini gördü. Ölümleri durdurmak için ölümüne çabaladı ama elinden bir şey gelmedi! 32’si o gün cezaevinde, 90’ı daha sonraki günlerde tam 122 kişinin hayatı söndü, geride sayısı bilinmez sakatlar kaldı... O günden bugüne açlık grevinden geride kalan, kendi deyimiyle ‘yarı insanları’ tedavi etmeye çalışıyor Refah Partisi eski milletvekili, psikiyatrist profesör Mehmet Bekaroğlu. Bu yüzden biliyor ki, ölüm orucuna seyirci kalmak büyük bir insanlık ayıbı, günah!
Başbakan’ı çok eleştiren biri Bekaroğlu ama bu kez eleştirmek yerine bir çağrı yapıyor: “Ey insanlar, ey Müslümanlar neredesiniz? Aydınlar, milletvekilleri, sivil toplum kuruluşları, cemaatler, tarikatlar neredesiniz? Tam 55 gündür, 66 cezaevinde 683 mahpus açlık grevinde. Yakında cezaevlerinden tabutlar çıkabilir. Müslüman demek, vicdanlı insan demek. Müslüman vicdan nerede? Ölüm orucundakileri görmezden gelmek günahtır. Başbakan’ın yolunu kesin, ‘Göz göre göre ölüme gidişi kabullenemeyiz. Durdurun’ deyin. Çok eleştiririm ama bilirim ki Başbakan vicdansız, vicdanı kara biri değildir! Mutlaka sesinizi duyacaktır!”
Unutmak istedik mi unutmakta üstümüze yoktur! Acı bir hatırayı tekrar canlandıralım zihninizde... Yıl 2000, DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümeti iktidarda. Cezaevleri kaynıyor!
F tipi hücre sistemine geçişi engellemek için, ölüm oruçları başlamış, yüzlerce insan ölüme gidiyor. Bir operasyon planlanıyor, adı ‘Hayata Dönüş Operasyonu!’ Tarihe geçecek bir ad değil mi? Zira sonuçta cezaevlerinde ikisi asker tam 32 kişi ölüyor. Ölüm orucundan değil, koğuş baskınlarından! Amaç ne? Mahkumları ölümden kurtarmak! Hepsi bu mu? Hayır!
O korku ve utanç günlerini bizzat yaşayanlardan biri de Prof. Mehmet Bekaroğlu... O günlerden konuşurken yüzü değişiyor, gözleri kararıyor! Ağlamıyor ama acı tüm yüzüne, sesine yansıyor. “O ölümlerle bitmedi utanç. O toz dumanın ardından açlık grevlerinde ve dışarıda 90 kişi daha öldü. Bu operasyon sonucunda 122 kişi hayatını kaybetti” diyor. Sonra gözlerimin içine bakıyor, kırgın, “Ama siz gazeteciler sadece baskınlarda ölen 32 kişiyi haber yaptınız. 95 kişiyi unuttunuz!” diye içini döküyor.
Hepsi bu da değil... Nasıl bir kinse bu, harap olan cezaevlerinden tahliye edilen 3 bin mahkum günlerce cezaevi ring araçlarında dolaştırılmış ve hepsi sabahtan akşama dayak yemiş. “Dövülmemiş tek bir mahkum yoktu. Kimisi sakat kaldı. Bu bedensel hasar, siz bir de ruhlarındaki yaraları bilseniz” diyor Bekaroğlu. O da onlar gibi çöküyor devam ederken; “Bu Mehmet Bekaroğlu, tüm bu ölümleri, acıları tek tek yaşadı ama. O çaresizlikten ne yapacağını bilmeyen aileleriyle birlikte... Peki niye? Onlarla bir siyasi bağım mı vardı? Hayır! İnsanlar ölüyordu gözümüzün önünde, görmeyecek miydim?”
Ölüm orucundan çıkan insan, yarı insandır artık
Yıllardır rüyalarına giriyor o korku dolu günler... Ölenler rüyalarında, hayatta kalanlarla, nasıl bir hayatsa geride kalan, görüşmeye devam ediyor! Onları tedavi etmeye çalışıyor, tam 12 yıldır terapilerle... “Ölüm orucundan çıkan bir insan artık yarı insandır” diyor. Daha fazlasını konuşmak istemiyor. Ama ben ısrarla soruyorum, “50 günlük açlık grevinden sonra bir insan ne hale gelir?” diye, bir gazeteci olarak aynı hatayı yapıp günaha girmemek için! Başlıyor anlatmaya; “Kaslar erimeye başlar... Derin bir aseton kokusu yayılır ağızdan. Önce kendisi duyar bu kokuyu kişi, sonra çevredekiler. Ardından ağrılar başlar. Ağrı ama bildiğiniz ağrı değil. Ayakta duramazsın, yatağa uzanamazsın, uyuyamazsın. Her tarafın acır! Erir insanlar mum gibi; 60 kiloluk bir kadın, 30 kiloya düşer... Bu kilolar geri alınabilir belki, ama mesele beyindedir. Beyni yemeye başlar vücut. Hücreler ölür, bir daha da geri gelmez. İşte o yüzden bu insanlar yaşasalar da artık yarı insandır!”
Başbakan, varsın cumhurbaşkanı olmasın!
Üsküdar’da bir balıkçıda buluştuk, tanıdık, bildik yer diye... Ama yemin olsun tek bir lokma atmadık ağzımıza! Demesin birileri sonra, “Açlık grevi yapanları konuşurken keyiflerine baktılar!” 55 gündür, 66 cezaevinde 683 PKK ve KCK tutuklusunun sürdürdüğü açlık grevlerinin ve ölüm oruçlarının nasıl sonlandırılabileceğini konuştuk. Sohbetin sonuna doğru, geçmişin acıları yeni acılar eklemişti Bekaroğlu’na; “Ey insanlar, ey Müslümanlar neredesiniz?” diye yükseltti sesini, ardından duruldu; “Müslüman demek, vicdanlı insan demek. Aydınlar, milletvekilleri, vatandaşlar Başbakan’ın yolunu kesin, ‘Göz göre göre ölüme gidişi kabullenemeyiz. Durdurun’ deyin. Ölüm orucundakileri görmezden gelmek günahtır. Başbakan’ı çok eleştiririm, ama çok da iyi tanırım. Bilirim ki vicdansız, vicdanı kara biri değildir! Mutlaka sesinizi duyacaktır!”
“Peki sizce Başbakan neden görmezden geliyor ölüm orucundakileri?” diye sordum. Eleştirmek istemedi ama dayanamadı cevabını verdi; “Ne yazık ki iktidar zehirlenmesi içinde! Herkesin ona karşı olduğunu düşünüyor. Ama iktidarın, gücün tabiatında bu vardır zaten. Güçlendikçe, o iktidarı, o gücü kaybedeceksiniz korkusuna kapılırsınız ve daha katı olmaya başlarsınız. Sayın Erdoğan’ın ve AK Parti’nin en temel problemi budur. Halbuki bu ölüm orucundakilerin istedikleri yapılmayacak şeyler değil. Bir çağrım var Sayın Başbakan’a, varsın milliyetçi oyları alamasın, cumhurbaşkanı olamasın, Kürt meselesini çözsün tarihe geçsin!”
Başbakan vicdansız, vicdanı kara biri değil!
- Siz 1996’daki F tipi hapishanelere karşı başlatılan ve 12 insanın ölümüyle sonuçlanan ölüm oruçlarında da, 2000’deki Hayata Dönüş Operasyonu öncesindeki ölüm oruçları sırasında da arabuluculuk yapan aydınlar arasındaydınız. Aradan bunca yıl geçti ve biz yine aynı şeyleri yaşıyoruz... Ne hissediyorsunuz?
Gerçekten yoruldum. Bu ülkede biz bunları yaşamaya mecbur muyuz? Niye böyle bir şey yapıyoruz? Tamam, bunlar terörist olabilir, yakalamışsın, cezaevine koymuşsun, bunlar mahpus... Zaten büyüksün sen, almışsın içeri. Ama devlet sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Bunun üzerine çok düşündüm. Türkiye’de Osmanlı’dan beri gelen bir şey var; insan araç, esas olan devlet. Şimdi devlet yavaş yavaş geri çekilmeye çalışılıyor. Piyasa amaç olmaya başlıyor. Oysa her şey insan içindir. Esas olan biziz. Devlet de, piyasa da, ekonomi de bizim rahat yaşamamız için araçtır... Onun için bizde insanın değeri yok. Bir de bir şekilde devletin başına gelen, bir şeyi kanıtlamaya çalışıyor. Boyun eğdirdikçe eğdiriyor. Gerçekten de 30 yıl sonra yine cezaevleri, yine ölüm oruçları, yine tabutlar rüyalarıma giriyor. Bunun nedeni PKK’ya, ölüm oruçları tutanların siyasetlerine, Öcalan’a, herhangi bir yakınlığımız olduğundan değil, ben insan hakları savunucusuyum. Ölüm orucunun, açlık grevinin bir direniş ve hak arama aracı olarak kullanılmasına ilkesel olarak karşıyım. Reddediyorum bunu. Siyasetin aracı olarak şiddetin kullanılmasını da reddediyorum. Siyasal düşüncelerimde onlarla bağdaşan bir şey yok. Ama şunu anlayabilirim; bu insanların dili yasaklanmış. Dili için mücadele ediyor bu insanlar. En büyük zulüm, ana dili yasaklamaktır. Doğuyorsunuz, anneniz ninni söylüyor, ilk onu duyuyorsunuz. “Ben bunu konuşacağım, okuyacağım da” diyorsunuz... Yok, izin verilmiyor. Şöyle düşünün; çok yakın zamanda Bulgaristan’daki Türklerin isimleri zulümle, baskıyla değiştirilmeye çalışılmadı mı? Özal zamanında yüz binlerce insan Türkiye’ye gelmedi mi? Nasıl empati duyamıyoruz? Burada sahtekârlık yapıyoruz. Hiç kimse kusura bakmasın, “Kürtlere empati duyamıyorum” diyen Türk sahtekârlık yapıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında bütün farklı kesimler travma yaşadı. Dindar kesim de, Kürtler de, Lazlar da... Ama geçmişte, babası, büyükbabası, kendileri dahi 28 Şubat’ta bu baskıları yaşayan insanlar şu anda iktidardalar ve bu baskıyı başka bir kesime yaşatıyorlar. O inançlarından dolayı yaşıyordu, bu dilinden dolayı yaşıyor. İnanan bir insan, ölüm orucuyla nasıl empati yapamaz! Bir insan ölüyor. “Bir insanın haksız yere öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi gibidir” diyor ayette. Böyle bir kültürden gelen insanların açlık oruçlarına empati yapamamaları, Başbakan’ın, hükümetin, burada eski ceberrut devlet gibi “Efendim devlete boyun eğdiremezsiniz” demesi anlaşılır bir şey değil. Devlete kim boyun eğdirebilir ki! Devletin koca F-16 uçakları var. İşte onları uçurdu, yukarıdan attı bombaları, 34 insanı öldürdü, paramparça yaptı. Bizim devlete gücümüz yeter mi? Niye devlete meydan okuyalım? “Dilimi konuşacağım” diyor adam. Şunu bir anlamaya çalışsınlar. Bir insan durup dururken ölüme yatabilir mi? Açlık grevi yapabilir mi? Bu nasıl bir şey?
- Sonuçlarını bilerek, ölmese bile sakat kalacağını bilerek...
Evet... Biliyor tabii hepsini. Bir insan böyle bir şeyi nasıl yapabilir? İşte bunu anlamak için resmi tarihi bırakacaksınız. Bunun için Dersim’e gideceksiniz, bunun için o 90’lı yıllarda yaşananları, dışkı yedirmeleri, Diyarbakır cezaevini bilmeniz gerekiyor. Bütün bunlarla psikolojik olarak yüzleşmeniz gerekiyor. Bunları hissetmezseniz hiçbir şey anlayamazsınız. Sayın Başbakan, “Yok böyle bir şey. Açlık grevi şov” diyor. Reddediyor. “Olmaz, devlete diz çöktürülemez. Şantaj yapılamaz” diyor. Peki şimdi soruyorum; 10 gün sonra, Allah korusun, sakın olmasın ama cezaevlerinden tabutlar çıkmaya başlayınca ne olacak? Üstelik şimdiki açlık grevleri 2000’lerdeki gibi değil, kitle desteği çok daha fazla...
- Açlık orucundakilerin sayısı da çok fazla... Adalet Bakanı’nın verdiği bilgiye göre tam 683 kişi. O tabutların çıkmaması için ne yapılabilir peki?
Ben şunu söyleyeyim; Sayın Erdoğan’ı tanıyorum. Üzerine çok gitmişimdir siyaseten. Ama o bazılarının dediği gibi vicdansız, vicdanı kara biri değildir. Bir de yakın geçmişte bu konuyla ilgili yaptıkları var. Sayın Erdoğan değil midir, açılımı başlatan. Habur fiyasko oldu ama dağdan gelişleri başlatan? Onun emriyle olmadı mı Oslo görüşmeleri? Daha dün “Gerekirse İmralı’ya müsteşarımı gönderirim” diyen o değil mi? Kürtçe televizyonu açtıran o değil mi? Ana dili seçmeli de olsa okullara koyduran o değil mi? Büyük olaylardır bunlar, kim ne derse desin. Tamam, yetmez ama bunları yaptıran Sayın Erdoğan değil mi? Şu andaki taleplere bakalım; Öcalan’ın tecridinin kaldırılması, ana dilde savunma ve eğitim hakkı. Ama Öcalan’a tecrit isteği hep yanlış şekilde propaganda ediliyor. Sanki Öcalan’a özgürlük isteniyor gibi.
- Burada BDP Başkanı Demirtaş’ın çıkışı da etkili oldu galiba. “Avukatların İmralı’ya gitmesi değil, Öcalan’ın buraya gelmesi önemli” dedi.
Evet. O da bunu provake etti... Ama ben biliyorum ki 14-15 ay evvel avukatları düzenli bir şekilde İmralı’ya gidiyordu, görüşüyordu. Sonra gidemediler. Bu aşamada dile getirilen tecrit budur. Bu görüşmelerin tekrar başlaması, bu meselenin çözümü için önemli bir adımdır. Ana dilde savunma konusu AK Parti’nin son kongresinde yayınlamış olduğu manifestoda zaten mevcut. Adalet Bakanı da söyledi, “Yeni yargı paketine koyuyoruz” dedi. Bitti bu iş! Yani bu talepler siyasi ama çok da kabul edilmeyecek talepler değil. Şimdi 30 seneden beri devam eden ve defalarca kriz yaşadığımız mesele üzerinden yeni bir kriz yaşıyoruz. Bu kriz çok rahat bir şekilde fırsata dönebilir. Sayın Başbakan geçmişte bunları yapmış, şimdi niye yapmasın! Yapabilir, ama bunu kolaylaştırmamız, ateşe benzinle değil, suyla gitmemiz lazım.
- Leyla Zana da, “Kürt meselesini Başbakan Erdoğan çözer” demişti...
Ben de bugün bunu yazdım. “Sen de Numan Kurtulmuş gibi AK Parti’ye mi gidiyorsun?” diye eleştirdiler. Buradan da söylüyorum, öyle bir şey yok. AK Parti’ye gitmiyorum... Ama bu konuda yüreklendirelim Başbakan’ı! Yüzde 50 oyu var. Kürtlerin de yüzde 50 oyunu alıyor. Ve Kürt meselesi konusunda ne yapacağı konusunda gidip geliyor. Tam net değil. Onu da anlamak gerekiyor. O da büyük bir baskıdan geliyor. Daha on sene önce Türkiye’nin en büyük gazetesi “Ondan muhtar bile olamaz!” diye manşet atmıştı. Onu da anlamaya çalışalım. Bu belli ki örgüt kararıyla olmuş. Bu açık, net. Dolayısıyla ölümleri önlemek istiyorsak, inatlaşarak, kavga ederek, siyaset malzemesine dönüştürerek bir yere gidemeyiz. Buradan Sayın Başbakan’a sesleniyorum. Şimdi önümüzde cumhurbaşkanlığı seçimi var. “Toplumdaki sosyolojiye oynayacağım, kutuplaştıracağım toplumu, 12 Eylül referandumunda almış olduğum yüzde 58 oya ihtiyacım var. Seçimlere iki sene var. Dolayısıyla o zamana kadar adım atmayacağım, çözüm getirmeyeceğim, halkı kutuplaştırmaya devam edeceğim” diyorsanız, bilmiyorum, niyet okumuyorum, ama eğer böyleyse, o zamana kadar ölecek Kürtler ve Türkler’den siz sorumlusunuz! Ama bu ölüm oruçlarını fırsata dönüştürebilirsiniz. Ölümler olmadan bu işi durdurabilirseniz bu bir güven ortamı oluşturur ve bu güven ortamı Kürt meselesinin çözülmesinin kapısını açar. Yeni adımların gelmesini sağlar.
Müslüman vicdan iktidarla köreldi
- Ölüm orucunda kasların erimesiyle birlikte dayanılmaz bir aseton kokusu yayılırmış ağızdan... Neler hisseder o an insan? Mutlaka tanık olmuşsunuzdur...
Aseton kokusu çok acı bir şeydir. Önce kendisi duyar bu kokuyu, sonra yakınındakiler... Sonra ağrılar başlar. Ağrı ama normal bir ağrıya benzemez bu. Ayakta duramazsın, uyuyamazsın, yatağa uzanamazsın. Her tarafın acır. Müthiş bir ağrıdır bu.
- Şimdi bunları mı yaşıyordur bu insanlar?
Yavaş yavaş buraya doğru gidiyorlardır. Beslenmek ve bireysel direnç de önemli tabii. Herkese aynı zamanda aynı şeyler olmaz.
- B vitamini, şeker ve tuzlu su veriliyor deniyor... Peki ne kadar şekerli ve tuzlu su insanı hayatta tutar?
Sanıyorum, günde 2 litre suyla birlikte, 150 gram şeker ve 5 gram civarında tuz veriliyor. Ama ölüm orucunda her şey kesilir ve hızla sona doğru gidilir.
- Şu anda ölüm orucunda iki kişi olduğu söyleniyor...
Öyle söyleniyor ama benim duyduğum giderek her gün üç kişi, beş kişi daha açlık orucundan ölüm orucuna geçiyormuş.
- Onca acıya rağmen, öleceğini bile bile?
Evet. “Hiç kimse yok ölüm orucunda” dedi ya Başbakan! Ona inat yapıyorlar bunu. İşte bu yüzden diyorum ki, Müslamanlar neredesiniz? Tabii ki insan demek, vicdan demek... Gayrimüslümler de insan. Onların da vicdanı var, onlara da sesleniyorum. Ama geniş bir kesimin, Müslüman aydınların, yazarların,milletvekillerinin, sivil toplum kuruluşlarının, tarikatların çıkıp bir şey söylemeleri gerekiyor. Başbakan’ın yolunu kesmeleri, onu durdurmaları ve “Biz bu ölümleri kabul etmeyiz Sayın Başbakan” demeleri gerekiyor. Müslümanlar nerede? Neden bu kadar duyarsız hale geldiler?
Sosyal medyada yazıyor adam. Belli ki Müslüman. Nereden belli öyle olduğu? Çünkü diyor ki, “Efendim ölüm orucu intihardır. Müslüman intihar etmez.” Sonra diyor ki, bunu aktarırken bile çok utanıyorum ama “Sırrı Sakık’ın oğlu intihar etti. Gebersin. Kendisi de ölüm orucu tutsun, gebersin. Ölüm oruçlarını teşvik edelim, gebersinler!” Bunu sokakta genç bir delikanlı söylese anlayabilirim. Ama koca koca insanların, Müslümanların bunu yapması kabul edilemez bir şey. Müslüman vicdan iktidarla köreldi. Sattılar vicdanlarını...
- Nasıl?
Müslüman vicdan tek taraflı, kendine Müslüman, kendine demokrat olmaya başladı. Ötekini görmüyor. Müslüman vicdan, ta Arakan’da Budistlerin Müslümanlara yaptığı baskılar için ayağa kalkıyor. Kalksın, sonuna kadar destekliyorum. Ama yanı başındaki baskılara sesi çıkmıyor. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Bu körelmedir. Bu, sınavı kaybetmektir. Vatan
Başbakan’ı çok eleştiren biri Bekaroğlu ama bu kez eleştirmek yerine bir çağrı yapıyor: “Ey insanlar, ey Müslümanlar neredesiniz? Aydınlar, milletvekilleri, sivil toplum kuruluşları, cemaatler, tarikatlar neredesiniz? Tam 55 gündür, 66 cezaevinde 683 mahpus açlık grevinde. Yakında cezaevlerinden tabutlar çıkabilir. Müslüman demek, vicdanlı insan demek. Müslüman vicdan nerede? Ölüm orucundakileri görmezden gelmek günahtır. Başbakan’ın yolunu kesin, ‘Göz göre göre ölüme gidişi kabullenemeyiz. Durdurun’ deyin. Çok eleştiririm ama bilirim ki Başbakan vicdansız, vicdanı kara biri değildir! Mutlaka sesinizi duyacaktır!”
Unutmak istedik mi unutmakta üstümüze yoktur! Acı bir hatırayı tekrar canlandıralım zihninizde... Yıl 2000, DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümeti iktidarda. Cezaevleri kaynıyor!
F tipi hücre sistemine geçişi engellemek için, ölüm oruçları başlamış, yüzlerce insan ölüme gidiyor. Bir operasyon planlanıyor, adı ‘Hayata Dönüş Operasyonu!’ Tarihe geçecek bir ad değil mi? Zira sonuçta cezaevlerinde ikisi asker tam 32 kişi ölüyor. Ölüm orucundan değil, koğuş baskınlarından! Amaç ne? Mahkumları ölümden kurtarmak! Hepsi bu mu? Hayır!
O korku ve utanç günlerini bizzat yaşayanlardan biri de Prof. Mehmet Bekaroğlu... O günlerden konuşurken yüzü değişiyor, gözleri kararıyor! Ağlamıyor ama acı tüm yüzüne, sesine yansıyor. “O ölümlerle bitmedi utanç. O toz dumanın ardından açlık grevlerinde ve dışarıda 90 kişi daha öldü. Bu operasyon sonucunda 122 kişi hayatını kaybetti” diyor. Sonra gözlerimin içine bakıyor, kırgın, “Ama siz gazeteciler sadece baskınlarda ölen 32 kişiyi haber yaptınız. 95 kişiyi unuttunuz!” diye içini döküyor.
Hepsi bu da değil... Nasıl bir kinse bu, harap olan cezaevlerinden tahliye edilen 3 bin mahkum günlerce cezaevi ring araçlarında dolaştırılmış ve hepsi sabahtan akşama dayak yemiş. “Dövülmemiş tek bir mahkum yoktu. Kimisi sakat kaldı. Bu bedensel hasar, siz bir de ruhlarındaki yaraları bilseniz” diyor Bekaroğlu. O da onlar gibi çöküyor devam ederken; “Bu Mehmet Bekaroğlu, tüm bu ölümleri, acıları tek tek yaşadı ama. O çaresizlikten ne yapacağını bilmeyen aileleriyle birlikte... Peki niye? Onlarla bir siyasi bağım mı vardı? Hayır! İnsanlar ölüyordu gözümüzün önünde, görmeyecek miydim?”
Ölüm orucundan çıkan insan, yarı insandır artık
Yıllardır rüyalarına giriyor o korku dolu günler... Ölenler rüyalarında, hayatta kalanlarla, nasıl bir hayatsa geride kalan, görüşmeye devam ediyor! Onları tedavi etmeye çalışıyor, tam 12 yıldır terapilerle... “Ölüm orucundan çıkan bir insan artık yarı insandır” diyor. Daha fazlasını konuşmak istemiyor. Ama ben ısrarla soruyorum, “50 günlük açlık grevinden sonra bir insan ne hale gelir?” diye, bir gazeteci olarak aynı hatayı yapıp günaha girmemek için! Başlıyor anlatmaya; “Kaslar erimeye başlar... Derin bir aseton kokusu yayılır ağızdan. Önce kendisi duyar bu kokuyu kişi, sonra çevredekiler. Ardından ağrılar başlar. Ağrı ama bildiğiniz ağrı değil. Ayakta duramazsın, yatağa uzanamazsın, uyuyamazsın. Her tarafın acır! Erir insanlar mum gibi; 60 kiloluk bir kadın, 30 kiloya düşer... Bu kilolar geri alınabilir belki, ama mesele beyindedir. Beyni yemeye başlar vücut. Hücreler ölür, bir daha da geri gelmez. İşte o yüzden bu insanlar yaşasalar da artık yarı insandır!”
Başbakan, varsın cumhurbaşkanı olmasın!
Üsküdar’da bir balıkçıda buluştuk, tanıdık, bildik yer diye... Ama yemin olsun tek bir lokma atmadık ağzımıza! Demesin birileri sonra, “Açlık grevi yapanları konuşurken keyiflerine baktılar!” 55 gündür, 66 cezaevinde 683 PKK ve KCK tutuklusunun sürdürdüğü açlık grevlerinin ve ölüm oruçlarının nasıl sonlandırılabileceğini konuştuk. Sohbetin sonuna doğru, geçmişin acıları yeni acılar eklemişti Bekaroğlu’na; “Ey insanlar, ey Müslümanlar neredesiniz?” diye yükseltti sesini, ardından duruldu; “Müslüman demek, vicdanlı insan demek. Aydınlar, milletvekilleri, vatandaşlar Başbakan’ın yolunu kesin, ‘Göz göre göre ölüme gidişi kabullenemeyiz. Durdurun’ deyin. Ölüm orucundakileri görmezden gelmek günahtır. Başbakan’ı çok eleştiririm, ama çok da iyi tanırım. Bilirim ki vicdansız, vicdanı kara biri değildir! Mutlaka sesinizi duyacaktır!”
“Peki sizce Başbakan neden görmezden geliyor ölüm orucundakileri?” diye sordum. Eleştirmek istemedi ama dayanamadı cevabını verdi; “Ne yazık ki iktidar zehirlenmesi içinde! Herkesin ona karşı olduğunu düşünüyor. Ama iktidarın, gücün tabiatında bu vardır zaten. Güçlendikçe, o iktidarı, o gücü kaybedeceksiniz korkusuna kapılırsınız ve daha katı olmaya başlarsınız. Sayın Erdoğan’ın ve AK Parti’nin en temel problemi budur. Halbuki bu ölüm orucundakilerin istedikleri yapılmayacak şeyler değil. Bir çağrım var Sayın Başbakan’a, varsın milliyetçi oyları alamasın, cumhurbaşkanı olamasın, Kürt meselesini çözsün tarihe geçsin!”
Başbakan vicdansız, vicdanı kara biri değil!
- Siz 1996’daki F tipi hapishanelere karşı başlatılan ve 12 insanın ölümüyle sonuçlanan ölüm oruçlarında da, 2000’deki Hayata Dönüş Operasyonu öncesindeki ölüm oruçları sırasında da arabuluculuk yapan aydınlar arasındaydınız. Aradan bunca yıl geçti ve biz yine aynı şeyleri yaşıyoruz... Ne hissediyorsunuz?
Gerçekten yoruldum. Bu ülkede biz bunları yaşamaya mecbur muyuz? Niye böyle bir şey yapıyoruz? Tamam, bunlar terörist olabilir, yakalamışsın, cezaevine koymuşsun, bunlar mahpus... Zaten büyüksün sen, almışsın içeri. Ama devlet sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Bunun üzerine çok düşündüm. Türkiye’de Osmanlı’dan beri gelen bir şey var; insan araç, esas olan devlet. Şimdi devlet yavaş yavaş geri çekilmeye çalışılıyor. Piyasa amaç olmaya başlıyor. Oysa her şey insan içindir. Esas olan biziz. Devlet de, piyasa da, ekonomi de bizim rahat yaşamamız için araçtır... Onun için bizde insanın değeri yok. Bir de bir şekilde devletin başına gelen, bir şeyi kanıtlamaya çalışıyor. Boyun eğdirdikçe eğdiriyor. Gerçekten de 30 yıl sonra yine cezaevleri, yine ölüm oruçları, yine tabutlar rüyalarıma giriyor. Bunun nedeni PKK’ya, ölüm oruçları tutanların siyasetlerine, Öcalan’a, herhangi bir yakınlığımız olduğundan değil, ben insan hakları savunucusuyum. Ölüm orucunun, açlık grevinin bir direniş ve hak arama aracı olarak kullanılmasına ilkesel olarak karşıyım. Reddediyorum bunu. Siyasetin aracı olarak şiddetin kullanılmasını da reddediyorum. Siyasal düşüncelerimde onlarla bağdaşan bir şey yok. Ama şunu anlayabilirim; bu insanların dili yasaklanmış. Dili için mücadele ediyor bu insanlar. En büyük zulüm, ana dili yasaklamaktır. Doğuyorsunuz, anneniz ninni söylüyor, ilk onu duyuyorsunuz. “Ben bunu konuşacağım, okuyacağım da” diyorsunuz... Yok, izin verilmiyor. Şöyle düşünün; çok yakın zamanda Bulgaristan’daki Türklerin isimleri zulümle, baskıyla değiştirilmeye çalışılmadı mı? Özal zamanında yüz binlerce insan Türkiye’ye gelmedi mi? Nasıl empati duyamıyoruz? Burada sahtekârlık yapıyoruz. Hiç kimse kusura bakmasın, “Kürtlere empati duyamıyorum” diyen Türk sahtekârlık yapıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında bütün farklı kesimler travma yaşadı. Dindar kesim de, Kürtler de, Lazlar da... Ama geçmişte, babası, büyükbabası, kendileri dahi 28 Şubat’ta bu baskıları yaşayan insanlar şu anda iktidardalar ve bu baskıyı başka bir kesime yaşatıyorlar. O inançlarından dolayı yaşıyordu, bu dilinden dolayı yaşıyor. İnanan bir insan, ölüm orucuyla nasıl empati yapamaz! Bir insan ölüyor. “Bir insanın haksız yere öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi gibidir” diyor ayette. Böyle bir kültürden gelen insanların açlık oruçlarına empati yapamamaları, Başbakan’ın, hükümetin, burada eski ceberrut devlet gibi “Efendim devlete boyun eğdiremezsiniz” demesi anlaşılır bir şey değil. Devlete kim boyun eğdirebilir ki! Devletin koca F-16 uçakları var. İşte onları uçurdu, yukarıdan attı bombaları, 34 insanı öldürdü, paramparça yaptı. Bizim devlete gücümüz yeter mi? Niye devlete meydan okuyalım? “Dilimi konuşacağım” diyor adam. Şunu bir anlamaya çalışsınlar. Bir insan durup dururken ölüme yatabilir mi? Açlık grevi yapabilir mi? Bu nasıl bir şey?
- Sonuçlarını bilerek, ölmese bile sakat kalacağını bilerek...
Evet... Biliyor tabii hepsini. Bir insan böyle bir şeyi nasıl yapabilir? İşte bunu anlamak için resmi tarihi bırakacaksınız. Bunun için Dersim’e gideceksiniz, bunun için o 90’lı yıllarda yaşananları, dışkı yedirmeleri, Diyarbakır cezaevini bilmeniz gerekiyor. Bütün bunlarla psikolojik olarak yüzleşmeniz gerekiyor. Bunları hissetmezseniz hiçbir şey anlayamazsınız. Sayın Başbakan, “Yok böyle bir şey. Açlık grevi şov” diyor. Reddediyor. “Olmaz, devlete diz çöktürülemez. Şantaj yapılamaz” diyor. Peki şimdi soruyorum; 10 gün sonra, Allah korusun, sakın olmasın ama cezaevlerinden tabutlar çıkmaya başlayınca ne olacak? Üstelik şimdiki açlık grevleri 2000’lerdeki gibi değil, kitle desteği çok daha fazla...
- Açlık orucundakilerin sayısı da çok fazla... Adalet Bakanı’nın verdiği bilgiye göre tam 683 kişi. O tabutların çıkmaması için ne yapılabilir peki?
Ben şunu söyleyeyim; Sayın Erdoğan’ı tanıyorum. Üzerine çok gitmişimdir siyaseten. Ama o bazılarının dediği gibi vicdansız, vicdanı kara biri değildir. Bir de yakın geçmişte bu konuyla ilgili yaptıkları var. Sayın Erdoğan değil midir, açılımı başlatan. Habur fiyasko oldu ama dağdan gelişleri başlatan? Onun emriyle olmadı mı Oslo görüşmeleri? Daha dün “Gerekirse İmralı’ya müsteşarımı gönderirim” diyen o değil mi? Kürtçe televizyonu açtıran o değil mi? Ana dili seçmeli de olsa okullara koyduran o değil mi? Büyük olaylardır bunlar, kim ne derse desin. Tamam, yetmez ama bunları yaptıran Sayın Erdoğan değil mi? Şu andaki taleplere bakalım; Öcalan’ın tecridinin kaldırılması, ana dilde savunma ve eğitim hakkı. Ama Öcalan’a tecrit isteği hep yanlış şekilde propaganda ediliyor. Sanki Öcalan’a özgürlük isteniyor gibi.
- Burada BDP Başkanı Demirtaş’ın çıkışı da etkili oldu galiba. “Avukatların İmralı’ya gitmesi değil, Öcalan’ın buraya gelmesi önemli” dedi.
Evet. O da bunu provake etti... Ama ben biliyorum ki 14-15 ay evvel avukatları düzenli bir şekilde İmralı’ya gidiyordu, görüşüyordu. Sonra gidemediler. Bu aşamada dile getirilen tecrit budur. Bu görüşmelerin tekrar başlaması, bu meselenin çözümü için önemli bir adımdır. Ana dilde savunma konusu AK Parti’nin son kongresinde yayınlamış olduğu manifestoda zaten mevcut. Adalet Bakanı da söyledi, “Yeni yargı paketine koyuyoruz” dedi. Bitti bu iş! Yani bu talepler siyasi ama çok da kabul edilmeyecek talepler değil. Şimdi 30 seneden beri devam eden ve defalarca kriz yaşadığımız mesele üzerinden yeni bir kriz yaşıyoruz. Bu kriz çok rahat bir şekilde fırsata dönebilir. Sayın Başbakan geçmişte bunları yapmış, şimdi niye yapmasın! Yapabilir, ama bunu kolaylaştırmamız, ateşe benzinle değil, suyla gitmemiz lazım.
- Leyla Zana da, “Kürt meselesini Başbakan Erdoğan çözer” demişti...
Ben de bugün bunu yazdım. “Sen de Numan Kurtulmuş gibi AK Parti’ye mi gidiyorsun?” diye eleştirdiler. Buradan da söylüyorum, öyle bir şey yok. AK Parti’ye gitmiyorum... Ama bu konuda yüreklendirelim Başbakan’ı! Yüzde 50 oyu var. Kürtlerin de yüzde 50 oyunu alıyor. Ve Kürt meselesi konusunda ne yapacağı konusunda gidip geliyor. Tam net değil. Onu da anlamak gerekiyor. O da büyük bir baskıdan geliyor. Daha on sene önce Türkiye’nin en büyük gazetesi “Ondan muhtar bile olamaz!” diye manşet atmıştı. Onu da anlamaya çalışalım. Bu belli ki örgüt kararıyla olmuş. Bu açık, net. Dolayısıyla ölümleri önlemek istiyorsak, inatlaşarak, kavga ederek, siyaset malzemesine dönüştürerek bir yere gidemeyiz. Buradan Sayın Başbakan’a sesleniyorum. Şimdi önümüzde cumhurbaşkanlığı seçimi var. “Toplumdaki sosyolojiye oynayacağım, kutuplaştıracağım toplumu, 12 Eylül referandumunda almış olduğum yüzde 58 oya ihtiyacım var. Seçimlere iki sene var. Dolayısıyla o zamana kadar adım atmayacağım, çözüm getirmeyeceğim, halkı kutuplaştırmaya devam edeceğim” diyorsanız, bilmiyorum, niyet okumuyorum, ama eğer böyleyse, o zamana kadar ölecek Kürtler ve Türkler’den siz sorumlusunuz! Ama bu ölüm oruçlarını fırsata dönüştürebilirsiniz. Ölümler olmadan bu işi durdurabilirseniz bu bir güven ortamı oluşturur ve bu güven ortamı Kürt meselesinin çözülmesinin kapısını açar. Yeni adımların gelmesini sağlar.
Müslüman vicdan iktidarla köreldi
- Ölüm orucunda kasların erimesiyle birlikte dayanılmaz bir aseton kokusu yayılırmış ağızdan... Neler hisseder o an insan? Mutlaka tanık olmuşsunuzdur...
Aseton kokusu çok acı bir şeydir. Önce kendisi duyar bu kokuyu, sonra yakınındakiler... Sonra ağrılar başlar. Ağrı ama normal bir ağrıya benzemez bu. Ayakta duramazsın, uyuyamazsın, yatağa uzanamazsın. Her tarafın acır. Müthiş bir ağrıdır bu.
- Şimdi bunları mı yaşıyordur bu insanlar?
Yavaş yavaş buraya doğru gidiyorlardır. Beslenmek ve bireysel direnç de önemli tabii. Herkese aynı zamanda aynı şeyler olmaz.
- B vitamini, şeker ve tuzlu su veriliyor deniyor... Peki ne kadar şekerli ve tuzlu su insanı hayatta tutar?
Sanıyorum, günde 2 litre suyla birlikte, 150 gram şeker ve 5 gram civarında tuz veriliyor. Ama ölüm orucunda her şey kesilir ve hızla sona doğru gidilir.
- Şu anda ölüm orucunda iki kişi olduğu söyleniyor...
Öyle söyleniyor ama benim duyduğum giderek her gün üç kişi, beş kişi daha açlık orucundan ölüm orucuna geçiyormuş.
- Onca acıya rağmen, öleceğini bile bile?
Evet. “Hiç kimse yok ölüm orucunda” dedi ya Başbakan! Ona inat yapıyorlar bunu. İşte bu yüzden diyorum ki, Müslamanlar neredesiniz? Tabii ki insan demek, vicdan demek... Gayrimüslümler de insan. Onların da vicdanı var, onlara da sesleniyorum. Ama geniş bir kesimin, Müslüman aydınların, yazarların,milletvekillerinin, sivil toplum kuruluşlarının, tarikatların çıkıp bir şey söylemeleri gerekiyor. Başbakan’ın yolunu kesmeleri, onu durdurmaları ve “Biz bu ölümleri kabul etmeyiz Sayın Başbakan” demeleri gerekiyor. Müslümanlar nerede? Neden bu kadar duyarsız hale geldiler?
Sosyal medyada yazıyor adam. Belli ki Müslüman. Nereden belli öyle olduğu? Çünkü diyor ki, “Efendim ölüm orucu intihardır. Müslüman intihar etmez.” Sonra diyor ki, bunu aktarırken bile çok utanıyorum ama “Sırrı Sakık’ın oğlu intihar etti. Gebersin. Kendisi de ölüm orucu tutsun, gebersin. Ölüm oruçlarını teşvik edelim, gebersinler!” Bunu sokakta genç bir delikanlı söylese anlayabilirim. Ama koca koca insanların, Müslümanların bunu yapması kabul edilemez bir şey. Müslüman vicdan iktidarla köreldi. Sattılar vicdanlarını...
- Nasıl?
Müslüman vicdan tek taraflı, kendine Müslüman, kendine demokrat olmaya başladı. Ötekini görmüyor. Müslüman vicdan, ta Arakan’da Budistlerin Müslümanlara yaptığı baskılar için ayağa kalkıyor. Kalksın, sonuna kadar destekliyorum. Ama yanı başındaki baskılara sesi çıkmıyor. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Bu körelmedir. Bu, sınavı kaybetmektir. Vatan