Ortadoğu'da ikinci hatasını yapıyor
Sovyet Rusyası'nın Ortadoğu'da düştüğü büyük hatanın bir benzerine Putin Rusyası da düşmek üzere. Putin Rusyası, Sovyetlerin Afganistan hatasının benzerini Libya'da yaptı, Suriye'de ise yapmaya devam ediyor.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-11-03 17:02:52
Putin’in kazanımları, Amerika’nın kazanımlarıyla taban tabana zıttı. Amerika, Soğuk Savaşın sonlarında Ortadoğu müttefiklerini yanında tutuyordu (İsrail, Mısır, S.Arabistan ve Körfez ülkeleri) ama Washington, İran-Suriye-Hamas-Hizbullah gibi bölgesel hasımlarıyla hala kavgalıydı ve onların üzerinde olumlu bir nüfuz sergileyemiyordu. Bölgedeki Amerikan karşıtı hissiyat, ABD’nin İsrail’e verdiği destek, “terörle savaşın” yapılış şekli ve Irak işgali yüzünden 21.yüzyılın ilk on yılında daha da arttı. Rusya’nın Ortadoğu’daki dostları, Amerika’nın dostları kadar güçlü değildi ama ABD’nin aksine Moskova’nın karşısında ateşli hasımlar veya yaygın bir öfke de yoktu.
2011’de Arap Baharının patlak vermesinden bu yana ise Rus dış politikasının geçen on yıl zarfında elde ettiği kazanımlar ya kaybedildi yahut ciddi şekilde zarar gördü. Arap otokratlara karşı aniden başlayan halk muhalefeti herkesi savunmasız yakalamış olsa da Amerika ve Batı, Arap dünyasındaki değişim güçleriyle iyi ve işleyen ilişkiler tesis etmekte bir hayli başarılı oldu. Rusya ise olamadı. Amerika ve Batı ve hatta Arap Birliği, Kaddafi’nin muhaliflerini desteklerken Moskova Kaddafi’yi desteklemeyi sürdürdü. Kaddafi rejimi devrildiğinde, Libya’nın yeni yöneticileri Rusya’dan hoşnut değillerdi ve onunla olan ekonomik ilişkilerini askıya aldılar. Halbuki Moskova, Kaddafi’yi bu kadar yüksek sesle desteklemeseydi tüm bunlar başına gelmeyecekti. Benzer şekilde, Batı, Suriye’de kuşatılmış Esad rejimine gitme çağrısı yaparken Moskova ona verdiği güçlü desteği sürdürdü. Esad iktidarda kalmayı sürdürüyor olsa da Rusya’nın ona verdiği destek Arap dünyasında Rusya’ya karşı halk kininin artışıyla sonuçlandı. Eğer Esad rejimi düşerse, yeni rejimin bir ortak olarak Rusya’ya hoş bakacağı şüphelidir.
Arap dünyasında değişim güçleriyle ters düşmesine ilave olarak, Rusya’nın S.Arabistan ve Katar gibi belirli statüsko güçleriyle ilişkileri de kötüleşti. Arap dünyasında iktidara gelen yeni rejimlerle (hiç değilse şimdiye değin) işleyen bir ilişki kuran ve bu esnada iktidarda olmayı sürdüren geleneksel Arap müttefikleriyle iyi ilişkilerini de koruyan Amerika’nın durumuyla taban tabana zıttır bu. Arap Baharı patlak vermezden önceki durumun aksine, Amerika’nın Ortadoğu’da Rusya’ya nispetle daha fazla dostu var gibi görünüyor; Rusya’nın sadece İsrail, el Fetih, Ürdün (liderleri 2012 Haziran’ında Putin’i ziyaret etmişlerdi) Cezayir (Arap Baharının sağlam bir muhalifi) ve İran (Suriye’de hâriç, Arap Baharının destekçisi) var.
Bununla birlikte, Rus dış politikasıyla ilgilenenlerin alâka gösterecekleri bir kıyaslama, Arap baharı öncesi ve sonrasında Rusya’nın Ortadoğu politikasının yörüngesi ile Sovyetlerin Afganistan işgali öncesi ve sonrasında Sovyet dış politikasının yörüngesidir.
Sovyetlerin Ortadoğu politikası
Ruslar Kuruşçev ve Brejnev’le dalga geçseler de bu ikisinin Ortadoğu politikası bahse değer ölçüde başarılıydı. Moskova 1979’daki Sovyet işgaline dek kendisini Arap kamuoyuyla ve bölgedeki “değişim güçleriyle” aynı safta tutmakta mahirdi. Arap ulusçuluğunun Komünist karşıtı doğasına rağmen, Kuruşçev onu Moskova’nın ittifak yapabileceği kudretli, Batı karşıtı bir güç olarak tanımıştı. Arap ulusçusu rejimlerin iktidara geldiği yedi ülkede – Mısır (1952), Suriye (1958), Irak (1958), Cezayir (1962), Kuzey Yemen (1962), Libya (1969) ve Sudan (1969) - uluslararası saflaşmada Batıdan Doğuya kaydılar (en azından bir süre). Arap dünyasının tek Marksist devrimi Güney Yemen’de (1967) gerçekleştiğinde aynı olgu yine cereyan etti.
Dahası, Sovyetler Birliği, Abdulnasır Mısır’ının Süveyş Krizinde İngiltere, Fransa ve İsrail’le karşılaşmasında diplomatik destek verdiği için Arap dünyasında büyük bir popülerlik kazanmış, Amerika ise popülaritesini kaybetmişti her ne kadar Washington askeri müdahaleden vazgeçmeleri için İngiltere ve Fransa’ya; Sina Yarımadasından çekilmesi için İsrail’e Moskova’ya nispetle çok daha büyük bir baskı uygulamış olsa da. Benzer şekilde, Moskova’nın Mısır, Suriye (ve Ürdün) gibi müttefikleri yenilmiş olmalarına rağmen, 1967 Arap-İsrail savaşının bir sonucu olarak, Arap dünyası Moskova’yı aslanlaştırdı ve Washington’ı yerdi. Moskova, ABD’nin İsrail’le kurduğu yakın ilişkiden yıllarca istifade etmiştir.
Moskova, Soğuk savaş sırasında Ortadoğu’da Arap ulusçularıyla ve Amerikan karşıtı güçlerle başarılı bir ittifak ilişkisi kurmasına ek olarak, çeşitli Amerikan müttefikleriyle de iyi ilişkiler tesis etti. Sovyetler, Brejnev’den itibaren, petrol zengini Kuveyt emirliğiyle iyi ilişki kurmuştu; monarşik Ürdün, Fas ve (devrilmezden önce) Kuzey Yemen ve İran’la da işleyen bir ilişkiye sahipti. S.Arabistan veya Körfez monarşileriyle ise Sovyetler de iyi ilişki kuramamıştı. Ancak Moskova denemediği için değildi bu. ve fakat Sovyet çabaları, Gorbaçev döneminde buna değdiğini gösterdi.
Moskova bu dönemde Ortadoğu’da bazı gerilemeler yaşadı elbette. Bunlardan en göze çarpanı, Mısır’ın 1970’lerde Enver Sedat döneminde Sovyet yörüngesinden çıkıp Amerikan müttefiki olmasıdır. Bir diğeri, benzer şeyi Somali yaptığında oldu. Anca bu, Etiyopya’nın Amerikan müttefiki olmaktan çıkıp Sovyet müttefiki olduğu bağlamda gerçekleşmişti; dolayısıyla da Mısır’ın kaybedilmesinde olduğu gibi net bir kayıp olmadı. Son olarak, Sovyetler Birliği, Ayetullah Humeyni liderliğinde 1979’da Amerikan yanlısı Şah rejimini alaşağı eden devrimci İslami rejimle iyi ilişki kurmayı başaramadı. Ancak Suriye’nin haricinde bunu başarmış başka bir yönetim de yoktu zaten.
Bu saydığımız ve anmadığımız gerilemelere rağmen Sovyetlerin 1950, 1960 ve 1970’lerdeki Ortadoğu politikası kayda değer ölçüde başarılıydı. Amerika’nın aksine Sovyetler Birliği Arap ulusçuluğuyla ittifak kurmuştu ki Komünist karşıtı Arap ulusçuluğu bu dönemde başlıca “değişim gücüydü.” Moskova, İsrail’i desteklediği için Arap kamuoylarının Amerika’yı yermesinden istifade etti ve Arap-Filistin davasını destekleyen Sovyetlere değer verdi. Moskova, bölgedeki Amerikan yanlısı yönetimlerle de iyi ilişkiler kurmaya veya sürdürmeye çalışıyordu. Kısacası, Sovyetler Birliğinin Marksist doğasına rağmen Moskova, Ortadoğu’ya karşı son derece pragmatik, esnek hatta çok yönlü bir dış politika izledi; siyasi tayftaki çeşitli yönetimlerle ve aktörlerle işbirliğine açık bir dış politikaydı bu. (1967 savaşından sonra İsrail hâriçti elbette.) Bunun bir sonucu da şuydu: Moskova, Amerika ve onunla müttefik Ortadoğu yönetimlerini savunma haline itmişti ve hatta zemini Sovyetlere ve onun müttefiklerine kaptırmaktan korkar hale getirmişti.
Sovyetlerin Afganistan’ı işgal ve istilası ise Moskova’nın Ortadoğu’yla ilişkilerini ve nüfuzunu son derece olumsuz şekilde etkiledi. Sovyet işgali başlayıp oldukça başarılı göründüğünde Ortadoğu’daki pek çok yönetim Moskova’dan korku duyuyordu. Pek çoklarının fikrine göre, Afganistan’ın Sovyetler için önemi zahmet değmeyecek derecede azdı. En kötü ihtimal hesaplamalarına göre (yönetimler, rakiplerinin davranışlarını genelde bu analiz çerçevesinden değerlendirirler) Sovyetlerin Afganistan’ı işgali, Basra Körfezi petrolünü işgal etmek ve dünya ekonomisinin gırtlaklamak gibi daha büyük bir planın ilk adımıydı. Rusya’nın Hint Okyanusuna ulaşarak sıcak denizlere inmesi gibi asırlık bir Rus arzusu varsayan komplo teorileri ortaya çıktı. Bu teorilerin yanlış olması konu dışıdır. Sovyetlerin Afganistan’ı işgali, Ortadoğu yönetimlerine bekalarının Sovyet tehdidi altında olduğu inancını aşıladı; doğaldır ki Washington bu inançtan çokça istifade etmiştir.
Fakat Afganistan’ın Sovyet nüfuzuna genişleme üssü olarak hizmet etmeyeceği, aksine Moskova için bataklığa döndüğü ortaya çıktıktan sonra bile Sovyetlerin Ortadoğu politikası acı çekmeye devam etti. Özellikle S. Arabistan (sırf Afganistan işgalinden değil Sovyet desteğindeki komşusu Güney Yemen ve yakındaki Etiyopya’nın Marksist rejimlerinden de gerçek bir tehdit hissediyordu) Afganistan’ı İslam dünyasında Sovyet karşıtı meşhur davaya çevirmeyi başardı. Moskova, Afganistan’ı işgal etmeden önceleri S.Arabistan’ı İsrail’in başlıca destekçisi ABD’nin müttefiki olması yüzünden savunma pozisyona itebilmişti. İşgalden sonra ise bu kez S.Arabistan İslam dünyasındaki kamuoylarını ve çoğu yönetimi Sovyetleri, Müslümanları ezen bir zalim olarak mahkûm etmenin etrafında toplamış ve Moskova’nın Filistin davasına desteğinin sahih mi yoksa kendi çıkarına hizmet eden bir dalavere mi olduğu hakkında şüpheler doğurmuştu.
Moskova’nın Afganistan’ı işgalden dolayı ödediği en büyük bedel, Sovyetler Birliğinin Ortadoğu’da tadını çıkardığı iyi niyeti kaybetmiş olmasıydı şüphesiz. Sovyet işgalinin başarısızlıkla sona ermesine de bakınca, Moskova Afganistan’ı işgal mâliyeti karşılığında hiçbir kazanç elde edemedi. En üzücü olanı da Ortadoğu’da tadını çıkardığı iyi niyeti gereksizce boşa harcamasıydı. Sovyetler, Afganistan’ı işgal etmek yerine oradaki Marksist rejimin, muhalifleri üzerine devrilmesine müsaade etmiş olsaydı anlık olarak mahcup olur fakat Gorbaçov’un andığı “kanayan yaradan” da uzak kalırdı.
Afganistan’dan sonra Sovyet politikası
Sovyetlerin Afganistan’dan çekilişi, İran, İsrail, S.Arabistan ve Körfez monarşileri gibi tamamen farklı ülkeler dâhil Gorbaçov’un Ortadoğu’yla ilişkileri iyileştirme çabalarına katkıda bulundu. Ancak Sovyetlerin dağılmasıyla Rusya, 1990’larda yaşadığı pek çok iç krizle birlikte (hem dışişleri bakanlığı hem de başbakanlık yapan Yevgeny Primakov’un çabalarına rağmen) Yeltsin döneminde Ortadoğu’da nispeten hareketsiz kaldı. Putin’in el Fetih, Hamas ve Hizbullah dâhil Ortadoğu’daki tüm yönetimlerle iyi ilişki kurması o vakitler çok önemli bir başarıydı.
Üç başarı göze çarpmaktadır: Birincisi, Washington’ın Arap ve İslam dünyasıyla bağları İsrail’le yakın ilişkileri yüzünden acı çekmeyi sürdürürken Putin, Hamas ve Hizbullah dâhil Arap dünyasıyla ilişkileri iyileştirme çabaları üzerinde olumsuz bir netice de almadan İsrail’le ilişkileri iyileştirdi. İkincisi, Amerika ve Batı, 2008 Ağustos’unda cereyan eden Rusya-Gürcistan Savaşı sırasında Tiflis’e destek ifade etmiş (ve pek bir şey yapmamışken) Arap kamuoyu, Moskova’yı desteklemiş ve Rus zaferini alkışlamıştır. İsrail, Moskova’yı memnun etmek adına savaşın başında Gürcistan’a silah satışlarını sona erdirdiği gibi Hamas da Rusya’ya desteğini ifade etti ki Putin’in İsrail-Filistin arasına başarıyla köprü attığının bir diğer örneğidir. Üçüncüsü, Sovyet dış politikası, Afganistan’ı desteklenecek bir dava olarak uluslararası Müslüman gündemine girmekten uzak tutmakta sefil derecede başarısız olmuşken Putin dönemindeki Rus dış politikası Çeçenya ve Kuzey Kafkasya’yı bu gündemden uzak tutabilmiştir. Özellikle de daha 1990’larda birinci Çeçen Savaşında ve ikincisinin başladığı 1999’da bunun başarılabileceğine dair göstergeler olduğundan dolayı az bir marifet değildir hani.
Tıpkı Sovyet işgali öncesinde Sovyetlerin Ortadoğu politikasında olduğu gibi Putin dönemi Rus dış politikası da oldukça başarılı oldu hassaten de Amerika’nın Arap ve Müslüman kamuoylarını cezbetme oranıyla kıyaslandığında. Ancak nasıl ki Sovyetlerin Afganistan’ı işgali Moskova’nın daha önce inşa ettiği olumlu imaja zarar verdiyse, 2011’de Arap Baharının başlamasından beri Rusya’nın Suriye politikası da Putin’in çokça emek harcadığı Rusya’nın olumlu imajına öyle zarar vermiştir.
Moskova’nın Esad rejiminin, Ortadoğu’daki son gerçek müttefikinin düşüşünü görmek istemeyişi anlaşılır bir durumdur elbette zira Tartus’da donanma tesislerinin, silah satışlarının, çeşitli ekonomik çıkarlarının kaybı ve Moskova’nın sırf Suriye’de değil bir bütün olarak Ortadoğu’da rolünü azalması gibi potansiyel mâliyetler söz konusudur. Esad rejiminin yerine muhtemelen İslamcı bir rejimin gelmesinden ve bunun Rusya’daki İslamcı güçleri kavileştirmesinden korkan pek çok Rus da var. Fakat Rusya’nın Esad rejimine desteği sürdürmesinin Moskova için potansiyel riskleri de var. Rusya destek verse bile Esad rejimi eninde sonunda düşecektir. Esad diktatörlüğü, Sünni çoğunluğu ezen bir azınlık Nusayri rejimidir. Bu itibarla, Sünni Arap dünyasında Arap Baharının destekçilerini de muhaliflerini de öfkelendirmektedir. Rusya, Suriye’deki Sünnilerin ezilmesinde Nusayrilerle ve İranlı Şii düşmanlarla ne kadar çok içli dışlı görülürse, Arap dünyasındaki ve diğer yerlerdeki Sünniler hem Rus dış politikasına hem de genel olarak Rusya’ya karşı daha eleştirel olacaklardır.
Arap dünyası, Putin’in İsrail’le geliştirdiği ilişkiye şimdiye değin pek ilgi göstermemişse de Rusya’nın Esad rejimine desteği sürdürmesi, Rusya’nın İsrail müttefiki olarak resmedilmesiyle sonuçlanabilir. Bu durum ne İsrail’i ne de ABD’yi rahatsız etmeyecektir ancak Rusya’da memnuniyetle karşılanmayacak bir gelişmedir. Benzer şekilde, 2008 Gürcistan müdahalesi gibi bir diğer Rus harekâtı şu an Putin’in Esad’ı desteklemesini eleştirmeye odaklanan Sünnilerden o aynı sempati ve desteği toplamayacaktır.
Eğer Sünnilerin geneli Suriye’deki dindaşlarının ezilmesinden Rusya’yı sorumlu tutmaya başlarlarsa Kuzey Kafkasya ve diğer yerlerdeki Sünni muhalifleri destekleyerek misillemede bulunabilirler. Başka bir ifadeyle, Suriye’deki Nusayri azınlığa Rus desteği, Putin’in Ortadoğu’daki en önemli dış politik kazanımını riske atmaktadır: Kuzey Kafkasya’nın desteklenecek bir dava olarak uluslararası Müslüman gündemine girmemesi. Doğrusu, Kuzey Kafkasya, İslam dünyasında 1980’lerin Afganistan’ı gibi meşhur bir davaya döndüğü takdirde Moskova Rus topraklarına para, silah ve cihatçı akışını kesmekte çok zorlanacaktır. Suriye’deki iç savaş ne kadar sürüncemede kalır ve Rusya azınlık Esad rejimini desteklemeyi ne kadar uzatırsa, bu senaryonun gerçekleşme ihtimali de o denli artar.
Ne yapılabilir?
Rusya’daki pek çokları, Moskova’nın Esad rejimine yardım etmediğini, Amerika ve müttefiklerinin Libya’da yaptıklarını Suriye’de tekrar etmelerini önlemek için çalıştıklarını savunacaklardır. Rus yetkililer ve yorumcular, BM Güvenlik Konseyi’nin uçuşa yasak bölge kararının (Çin ve Rusya’nın desteğiyle geçmiş bir karardı) ötesine geçip Kaddafi rejimini devirmekte Libya muhalefetine faal bir şekilde yardım edildiği için kendilerini ihanete uğramış hissettiklerini defalarca dile getirdiler. Fakat Dmitry Medvedev gibi Rus yetkililer saf olarak tanınmıyorlar. Moskova ve Pekin, Libya’da uçuşa yasak bölge kararı geçtiğinde biliyorlardı ki – yahut bilmeliydiler ki - Kaddafi’nin düşüşüne ses çıkarmamış/bunu kabul etmiş oluyorlardı. Moskova’nın zıt yönlerde ilerleyerek (Arap Birliği ve Batıyla aynı safta yer alarak) hem uçuşa yasak bölge kararının geçmesine muvafakat etmesi ama aynı zamanda Kaddafi’ye güçlü bir diplomatik destek ifade etmesi böylelikle Libya muhalefetini kendine lüzumsuzca yabancılaştırması Batının hatası değildir.
Moskova, Suriye politikasını 2011’de Rusya’da olanlara tepki olarak değil de Suriye’deki eğilimlere dayalı olarak belirleseydi kesinlikle daha iyi olurdu. Moskova’nın acılı ana dek Esad’ı desteklemekten kazanacağı hiçbir şey yok; kaybedeceği çok şey var. Öte yandan, çatışmanın çözümü adına Esad’a sadece gitme çağrısı yapması, BM Güvenlik Konseyi’nin (bu safhadan sonra durumu düzeltmeye pek yaramayacaktır gerçi) rejime ekonomik müeyyide kararlarını desteklemesi ve (anlamsız da olsa) vaziyeti kurtarmak için Suriye sorununa “Arap çözümü” gibi bir diplomatik formül önermesi halinde Moskova Arap ve İslam dünyasındaki olumlu imajını yeniden verebilecektir. Esad rejimi bir şekilde iktidarda kalmayı başarsa dahi Rusya’nın, Arap dünyasına karşı Esad rejimi yanında yer almak yerine Esad rejimine karşı Arap dünyasıyla aynı safta yer alması kesinlikle daha iyidir.
Moskova’nın Çin etkenini de göz önüne alması gerekir. Pekin, BM Güvenlik Konseyi’nin Esad rejimine karşı ekonomik müeyyideleri engellemekte Rusya’ya katıldıysa da Çin, rejim düştüğünde, hiç tereddüt etmeden yahut yüzü kızarmadan Şam’daki yeni rejimle iyi ilişkiler kurmak üzere harekete geçecektir. Çin dış politikası, diktatörlerin düşüşüne destek vermezse de bu gerçekleştiğinde yeni duruma çabucak intibak eder. Ayrıca, Çin’in yeni Suriye rejimiyle iyi ilişki kurma gayretinin başarılı olması muhtemeldir çünkü her ülke Çin’le iyi ekonomik ilişki kurmak istiyor; ve Pekin, öyle Moskova’nın yaptığı gibi kendisini Esad rejimine bağlamadı. Çin, Rusya’nın Suriye duruşuna bugüne değin destek verdi ancak Esad rejiminin almış yeni bir Suriye hükümeti, Rusya’ya karşı hırçın davrandığında Pekin’in aynı tutumu sürdürmesini beklememeli Rusya.
1980’lerde Afganistan’ın yaptığı gibi Suriye’nin de Moskova’nın Ortadoğu politikasını yokuş aşağı bir eğilime sokması kaçınılmaz değil yine de. Neyse ki Sovyetlerin Afganistan’da yaptığı gibi (yahut daha sonra Amerika’nın Afganistan’da yaptığı gibi) Suriye’de büyük bir askeri varlık göstermek zorunda değil; böyle yapması, politika değişikliğini daha karmaşık, daha mâliyetli ve zaman alıcı bir hale getirirdi. Moskova’nın Esad’la arasına mesafe koyması – ve böyle yaparak Arap ve İslam dünyasında düzelen imajından istifade etmesinin - önünde hiçbir engel yoktur. Moskova, krizi çözmek için Esad ailesine Rusya’da (veya daha iyisi) İran’da “geçici” bir sığınak verilmesi; Suriye’deki seçimlerin BM ve /veya Arap Birliği gözetimde yapılması gibi kendi tekliflerini ileri sürebilir. Esad muhtemelen her teklifi reddedecektir fakat Moskova kendisini Çin’in şu an yapmakta olduğuna hazırlamış olur en azından: Esad’a destek verip de Arap ve İslam dünyası kamuoylarının kınamasından sakınmak ve kurulması halinde, ki gittikçe bu ihtimal artıyor, yeni Suriye hükümetiyle çalışması önündeki engelleri asgariye indirmek.
Sovyetlerin Afganistan’ı istila ve işgalinin 1950’den 1970’lere kadar elde edilmiş pek çok Sovyet kazanımı berhava etmiş olması gibi Moskova’nın Arap Baharı güçlerine karşı Esad rejimine verdiği güçlü destek, Putin’in Ortadoğu politikasının 21. yüzyılın ilk on yılındaki kazanımlarını sıfırlamakla tehdit etmektedir. Moskova, Amerikan dış politikasını kösteklemeye daha az odaklanıp Rusya’nın uzun vadeli çıkarlarının teşhis ve takibine daha çok yoğunlaştığında tarih tekerrür etmek zorunda kalmayacaktır.
Yazar hakkında: George Mason Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim görevlisi.(Kaynak: Russia in Global Affairs/Dünya Bülteni)
SON VİDEO HABER
Haber Ara