Değişen dünya karşısında değişmeyen İslamcılık
Osmanlı`ya son döneminde konan hasta adam teşhisiyle birlikte, Müslüman aydınlar kendilerini bir savunma potasında buldular
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-10-21 12:23:21
DOÇ. DR. ALİYE ÇINAR / Taraf
Osmanlı’ya son döneminde konan hasta adam teşhisiyle birlikte, müslüman aydınlar kendilerini bir savunma potasında buldular. Bu potada onlar, yenilginin üstünü örtüp, takipçilerine kendilerini aydınlık günlerin beklediğini enjekte ediyorlardı. Mehmet Akif’in âtiyi/geleceği karanlık görenleri yeren serzenişi bunun en güzel ifadesidir. Bir tür kırılmanın eşiğinde sendeleyen ve ortak idealler etrafında kenetlenen bu insanlar, kökleriyle olan bağlarının bütünüyle koparılmasından kaygı duyuyorlardı. Dolayısıyla tarih ve geleneklerini, nostaljik bir anlatının hayaletinden uzaklaştırmak istiyorlardı.
Öncelikle bu savunu durumunun hangi bağlamda gerçekleştiğini belirginleştirmeliyiz: İslamcılık, dine bağlı/teokratik özellikteki Osmanlı imparatorluğundan modern Türkiye’ye geçiş sürecinde zuhur eder. Siyasi, ekonomik ve bilgi bakımından duraklamış olduğu kabul edilen Osmanlı imparatorluğu için, kan kaybetmenin iki önemli gerekçesi vardır. İlki, Rönesans’dan itibaren Batı’nın hızla ilerlemeye başlaması karşısında duraklayan bir Osmanlı’yı, esmer günlerin beklemesidir. Kısacası ilerleyen bir dünyada yerinde saymak, zaten gerilemek anlamına gelir. İkincisi ise kendi iç dinamiğinden kaynaklanıyordu: Medreseden, askerî ve mülki idareye varıncaya kadar bünyenin tamamını etkileyen bazı zaafiyetlerin baş göstermesidir.
Kıtalara yayılmış bir kültür ve geleneğin, baş döndürücü bir gelişme kaydedenBatı/uygarlık karşısında küçük ve hakir görülmesi akıllara durgunluk veriyordu. Söz konusu köklü geçmiş, bir nostalji olarak anımsanırsa, onun geçmişte kaldığı teyit edilirdi. İşte aydınlar bunun onmaz bir yara açmasının endişesini hissetmişlerdi ki, bir reçete olarak da İslamcılığı devreye sokmuşlardı. Elbette bu direniş, geri dönmesi beklenen bir ülküydü. Ellerinin altından kayıp giden gücün ütopya gibi yazılmaya namzet oluşu telafisi zor izler bırakıyordu.
İslamcılık, özü itibariyle reaksiyonerdi. Bu tepkisel tavır, İslam dininin bir gerileme nedeni olmadığını ısrarla vurguluyordu. Dolayısıyla İslamcılığın mekanizması -reddetmekle birlikte- sekülerizm ve İslam diyalektiği üzerine kuruludur. Dirayetli ancak, kalplerine korku düşmüş bir avuç aydın, önce modern ve seküler anlatıyı anladıktan sonra, bunun karşısında reddeden bir İslam anlatısı üretiyordu. Bu zorunluydu, zira kasırgaya karşı koymak mümkün değildi. Hatta mesele çoğu zaman o kadar ileriye götürülmüştür ki “bilginin İslamileştirilmesi” söylemi bile ortaya atılmıştır. Esasında bu tablo İslamcılığın bel kemiğidir. Özgün dünya görüşleri yaya kalınca, revaçta olan seküler bilgiyi İslami bir formatta! servis yapmak zorunlu seçim olmuştur.
Batı paradigmasının tutarlı yükselişi karşında Müslümanlar “aslında” diye başlayan cümleler kurmaya zorlandılar. Zira aslındayla başlayan cümleler, bir tür kıvranmanın dışavurumudur. Mesela “aslında Müslümanlar çok iyi de, bir de şu dünyanın gidişi olmasa”, tarzındaki cümleler, ‘öğrenci olmasa milli eğitimi yönetmek kolay olurdu’ esprisini hatırlatmaktadır. İşte bu kıskaç altında, savunu ve kompleks geliştirme kaçınılmaz olmuştur.
Bu tablo karşısında İslam kendi özgünlüğü içinden, Batı’ya rağmen bir anlatı ve ruh oluşturmak zorunda kalmıştır. Önce reddetme, sonra ehlileştirme ve nihayetinde cılız da olsa alternatifimsi bir formül ortaya koymak zorunda kalmışlardır. Güçlü bir dünya tasavvurundan doğan bilgi ve değer formülünün sonuçları kendini, sanatsal incelikte, siyasi ve kültürel erkte ve dahası bilimsel kıvraklıkta gösterememiştir. Temel mesele budur. Eğer bu başarılabilseydi, şimdi İslamcılık tartışması yapılıyor olmayacaktı. Doğrusu hâlâ geçmişimizle avunmaktan bir türlü özgürleşemiyoruz. İbn Rüşd’ümüz, Gazali’miz ve Mevlana’mız olmasa imiş, işimiz daha da dramatik olurmuş. Avunuyor olmamız ‘aslında’, nostalji ve ütopyanın eşiğinde gezindiğimizin açık göstergesidir.
İslamcılık nasıl ki nostalji olmaktan korktuysa, ütopya olarak görülmek de istememiştir. Çünkü ütopya da efsuni bir tını verir ve dilin suyuna gider. Ümit kelimesiyle yol alır. Ümit rehavetle karışık bir salınımı çağrıştırmaktadır. Oysa kendi kökleriyle buluşan, geleceğe ulaşan güçlü bir dünya tasavvuru için eylem ve güç gerekmektedir. Yeniliklerle güncellenip, köklerle buluşup yeni bir yapılanma için macera, çalışmak, üretmek, boşlukları fark edip tarihe damgayı vurmak gerekmektedir.
Oysa İslamcılık neredeyse Büyük Doğu hayalinin bir gün geleceğine inanmaktaydı. Bu inanç, dünyaya paralel ama onun da öncüsü olabilecek perspektiflere gebe olamamıştır. Sadece despotizmi, dogmatizmi beslemiştir. Esasında ülkemizdeki sağ ve solun despotizmi, bu durağanlığın sonucudur. Darbe psikolojisi de köklü değişememenin ve hantallaşmanın dışavurumudur. Statüko köklendikçe, ütopya boy veriyor ve avunma kaçınılmaz oluyor. Doğrusu, despotizm ve darbe anlatısı, birbirini gerektiren veya besleyen yapılardır. Çünkü bunun diğer adı, özgür düşünememektir. Özgür düşünülmeyen yerlerde de özgün, yaratıcı ve çağlayan gibi köklü paradigmalar üretilemez.
Ülkemizde despotizmle bir yere varılamayacağı ve sadece geri kalınacağı kesin olarak anlaşıldı. Böylece özgürlüğün anlamı da belirmeye başladı ufuktan. Sözde demokrasi, sadece demokrasi ismini aşındırmıştı. Şimdiler de ise, gerçek demokrasinin gerekliliği tam olarak anlaşılmaya başlandı. Bu rüzgâr şüphesiz dünyanın gidişiyle de paralel esmektedir. Sömürgecilik politikası en azından düzlem değiştirmek zorundadır.
Güç dengelerinin değişiyor olması bir başka yeni oluşumu da haber vermektedir. Asya’daki gizil güçlere olan ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkmaya başlamaktadır. Zira Batı’nın matematikçi aklı - hemen hemengelebildiği yere kadar hemen hemen gelince, başka boyutların ve yeteneklerin, dahası farklı kodların devreye girmesi zorunlu oldu. Eskiden Batı akılla temsil edilip, doğunun duyguyla özdeş kılınması karşısında, Müslümanlar da akılcıdır savunması kaçınılmazken; şimdilerde Batı, masumiyet, sevgi ve duygu aşılama peşindedir.
Şimdilerde bu dengeler değişirken, İslamcılığın karşı koyduğu bir başka parametre de değişmektedir yavaş yavaş: Oryantalizm, yani Batı gözlükleri takarak doğunun kendini görme bahtsızlığı giderek azalmaktadır. Çünkü dünyanın küçülmesi, bilgi çağı ve teknolojinin şeffaflığı beslemesi bu sömürü politikasının gücünü azaltmaktadır. Böylece Doğu, kendi gözlüğüyle dünyayı görmeye başlayınca, eksen kayarak doğru yerini bulma hamlesine yönelmiştir. Yeni filizler ve dallar, reaksiyoner İslamcılığın geride kaldığını; sahici, gerçekçi bir İslamî dünya algısının işlenmesinin de zorunluluğunu açıkça göstermektedir.
SON VİDEO HABER
Haber Ara