PROF. DR. SEYFETTİN GÜRSEL
Artık her perşembe yayımlayacağımız Ekonomi Sohbetleri’ni Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) Direktörü Prof. Dr. Seyfettin Gürsel’le başlatıyoruz. Türkiye ve AB ilişkileri, Türkiye ekonomisinin makroekonomik dinamikleri, istihdam, işsizlik ve seçim reformu alanlarında akademik çalışma yapan, yazı yazan, BETAM’da ekibiyle araştırmalar yapan Gürsel’in, Türkiye iktisat tarihi, işgücü ekonomisi, Türkiye ekonomisi ve seçim sistemleri üzerine makale ve kitapları mevcut.İktidara gelişinin üzerinden 10 yılı aşkın bir süre geçen AKP Hükümeti’nin ekonomiden sorumlu bakanları arasında ilk kez bir tartışma kamuoyu önünde cereyan etti. Tartışmaya muhalefet kanadından, bankacılardan, piyasa aktörlerinden katılanlar oldu. Başbakan, “Yeri gelir fren, yeri gelir gaz dengesini kuracaksınız, maharet zaten burada” diyerek, tartışmaya dair görüş belirtti. Otomobil metaforu üzerinden ilerleyen bu tartışmada, gazcılar da frenciler de büyümeden yana ama bir taraf “büyümenin gazına hemen basalım” derken, diğer taraf “işi ağırdan alalım” yanlısı. Türkiye’nin maliye ve para politikaları zorlaşıyor. Büyüme, enflasyon, işsizlik ve bütçe hedeflerinin gerçekleşmesine ilişkin soru işaretleri artıyor. Bir de buna son döneme damga vuran ekonomi yönetimindeki eklenince, “ekonomi nereye gidiyor” sorusu daha güçlü şekilde zihinlere yer etti. Yeni yılın zor geçeceği beklentisi mevcut. Prof. Dr. Seyfettin Gürsel, yüksek büyümenin yaşandığı dönemlerde iyi istihdam artışı yakalandığını ancak, şimdi düşük büyüme dönemiyle birlikte işsizliğin artacağı endişesini dile getiriyor. Bunu kritik bir süreç olarak nitelendiren Gürsel’e göre, bu gelişme “gaz verelim” cephesini güçlendirerek, Merkez Bankası üzerindeki baskıyı arttırabilir..
Ekonomi kurmayları arasında yaşanan “gaz/fren” tartışması nereden kaynaklanıyor sizce ve bu Türkiye için faydalı bir tartışma mı?
Bu tartışma bir bakıma kaçınılmaz bir tartışmaydı ve bu tartışmanın geleceğini bekliyordum. Nedeni çok basit: Büyüme düşüyor. Düşeceğini hükümet de bekliyordu ve aslında bunu planlamıştı. 2010-2011’deki olağanüstü yüksek büyüme tamamen iç talebe dayalı bir büyümeydi ve çok büyük bir cari açık yarattı. Bunun sonu aslında kur şokuydu, yani döviz büyük bir olasılıkla fırlayacaktı. Çünkü, bunun sürdürülemez olduğunu dış yatırımcılar eninde sonunda görecekti. Buna ekonomide “ani durma” deniyor. Tabii, sermaye girişlerinin aniden durmasıyla, çıkış da başlıyor. Yerli parada çok şiddetli bir değer kaybına neden oluyor. Bunu Türkiye daha önce yaşadı. En son Ekim 2008’de Lehman Brothers’ın batışının ardından yaşadık, Mayıs 2006’da yaşadık, bu bildiğimiz bir mekanizma. Bu konuda yeterince tecrübe kazanan ekonomi yönetimi, ekonomiyi soğutmayı ve daha dengeli bir büyüme rejimine geçmeyi planladı ve Ağustos 2011’de bir dizi önlem alındı. Çok hızlı artan kredi hacminin yavaşlatılmasına yönelik önlemler alındı.Maliye politikası ve para politikası dolayısıyla sıkılaştırıldı. Bu Ekim 2011’de OVP’ye (Orta Vadeli Program) de yansıdı. OVP, hükümetin ekonomide ne yapacağına dair üç yıllık yol haritası. Büyüme OVP’de 2012 için yüzde 4 olarak planlanmıştı, büyümenin tamamı ya da tamamına yakını net ihracattan kaynaklanacaktı. Net ihracattan kasıt, ihracatın ithalattan daha hızlı artması. Cari açıktaki büyüme kontrollü şekilde düşecekti. Bu plan aslında yürüdü, 2011’in üçüncü çeyreğinden 2012’nin ikinci çeyreğine yani dört çeyrek boyunca Türkiye ekonomisi bu plana uygun hareket etti. İhracat ithalattan daha hızlı arttı ve büyümeyi ihracat taşımış oldu.
Ama planda tutmayan nokta, büyümenin yüzde 4 değil yüzde 3 civarına düşmesi oldu. Yüzde 3 büyüme çok düşük bir büyüme. Tahminlerimize göre, Türkiye’de her yıl tarımdışı sektörlerde minimum 500-600 bin iş yaratılması lazım. Bu sözünü ettiğim büyüme dönemlerinde fazlasıyla iş yaratıldı. Yani, büyümenin istihdam yaratma kapasitesi de çok büyük oldu. Büyüme bol miktarda iş yaratıyordu. Fakat yüzde 3 büyümenin, eninde sonunda yeterince istihdam yaratamayacağı için işsizliği arttırma riski var. Bir de genel olarak bu hızlı büyüme “çok hızlı büyüyoruz, aslanız kaplanız havası” ve özgüven yaratmıştı. Şimdi yüzde 3 büyüme kimseyi kesmez. Başta da hükümeti. Büyümenin ikinci çeyrek rakamları belli olup da hakikaten yüzde 3’lerde seyrettiği ayan beyan ortaya çıkınca, bu “gaz/fren” tartışması başladı. İşin arka planı böyle.
Gaza basmak isteyen taraflar ne istiyor?
Yüzde 3 kesmiyor dedik ama bu düşük büyümeye yönelik de iki farklı bakış var ve bunlar aslında “gaz/fren” tartışmasının taraflarını oluşturuyor. Gaz verelim diyenler, bunun Merkez Bankası’nın faizleri yüksek tutmasından kaynaklandığını söylüyor. Bütün dünyada faizler düşük diyerek ki, bu doğru değil, Avrupa’da faizler negatif diyorlar. Bu Almanya, Hollanda gibi sağlam ekonomileri olan ülkelerin tahvilleri için geçerli. Dış ticaret fazlası veren, cari işlemler fazlası veren, çok rekabetçi ekonomiler. Güney Avrupa’daki kriz nedeniyle güvenli liman olarak görülüyorlar. Türkiye’de reel faizler yüzde 1-2 düzeyinde, enflasyon beklentileriyle hatta 2 bile değil, Hazine tahvillerinin faizlerine bakacak olursak reel faiz yüzde 1 civarında. Türkiye’de devlet tahvilleri çıktı çıkalı hiç bu kadar düşük faiz olmamıştı. Bundan daha ne kadar düşebilir, negatif mi olsun? Negatif olsun demekle faiz düşmez. Faizleri Merkez Bankası düşürse bile, piyasanın tepkisi buna tam aksi yönde, piyasa faizlerini yükseltici yönde olur. Merkez Bankası faizleri düşürür ama piyasadaki bu yüzde 1 reel faizi de yüzde 2-3-4’e çıkartabilirsiniz. Eğer piyasa, Merkez Bankası’nın düşük faiz politikasının dengeleri daha da bozacağını, TL’ye çok hızlı bir değer kaybettireceğini, enflasyonu yükselteceğini düşünürse, bu politika ters teper. Merkez Bankası’nın bu noktada çok daha fazla marjı olduğunu düşünmüyorum. İkincisi maliye politikası gevşetilebilir mi? Zaten ister istemez gevşedi, çünkü büyüme düşünce vergi gelirleri plananlan kadar olmadı. Harcamaları kısmıyorsun, zam yapıyorsun, bütçe açığını belli bir disiplinde tutmaya çalışıyorsun. Bu konuda mesela gazcılar bastırmıyor. Çünkü burada büyük ihtimalle “bütçe açığını yükseltelim” deseler Başbakan’a toslayacaklar. Başbakan, gördüğüm kadarıyla o konuda Ali Babacan ile hemfikir. Tayyip Bey, bütçe disiplinine inanıyor ama öbür taraftan da sıkı para politikasına katiyen inanmıyor.Orada tabi bir sorun var. Gaz verelim diyenler, Merkez Bankası’nın politikasını aşırı sıkı bulanlara destek verir bir havada. Enflasyon ve faiz üzerine söylediklerini dikkate alacak olursak, bunu görebiliriz. Bu tehlikeli. Neden tehlikeli? Merkez Bankası’nın üzerinde çok fazla baskı olursa, bu sefer Merkez Bankası direnir, Merkez Bankası’nın bağımsızlığına yönelik hamleler ortaya çıkabilir ki, bu da çok vahim olur. Bir ara Zafer Çağlayan bundan bahsetti gerçi bir daha tekrarlamadı. “Türkiye’nin Merkez Bankası’dır” dedi ki, bu “Merkez Bankası büyümeyi de dikkate almak zorunda” demek. Kanunla belirlenmiş, Merkez Bankası’nın ana görevi fiyat istikrarıdır. İkincisi, enflasyon hedefi. Bu hükümetle birlikte tayin edilir ve bu hedef yüzde 5. Üçüncü olarak Merkez Bankası, bu hedefe ulaşmak için para politikasını bağımsız olarak yönetir denmiş. Hem yüzde 5 enflasyon deyip, hem de “gaz verelim” diyenlerin tutarlı olması lazım. Ya da yüksek enflasyonu göze alıp, fiyat istikrarından ve yüzde 5 hedefinden vazgeçelim demesi lazım. Yüzde 5 enflasyon hedefi kalsın, Merkez Bankası negatif faiz uygulasın demek tutarlı değil.
Düşük büyümenin istihdama olumsuz etkilerini görüyoruz. Bundan sonra ne olacak?
Büyüme 2013’te yine yüzde 3’te kalırsa, eğer iç talebe gaz verici bir hareket yapmayacaksak, bu düzeltme ve denge hareketini devam ettireceksek, bu büyüme yüzde 3’te kalabilir, daha da düşük olabilir. Bizim BETAM olarak, üçüncü çeyrek büyüme tahminimiz yüzde 2.5. Büyümenin daha da zayıfladığı kanaatindeyiz ki, son göstergeler buna işaret ediyor. Gidişatı iyi görmüyorum. Düşük büyüme işsizlikte artış meydana getiriyor. Hükümet, geçen yılla kıyaslıyor, geçen yıla göre düştü diyor. O geçmişte kaldı. Bu bir dönüm noktası. İşsizlik yavaş yavaş artacak, o zaman “çok istihdam yaratıyorum” argümanını seçimlerde kullanamazsın. Çok kritik bir gelişme bu. Başbakan’ın nezdinde “gaz verelim” cephesini güçlendirebilir. Merkez Bankası’nın üzerindeki baskı daha da artabilir.Eylülde yapılan zamların etkisi son çeyrekte görülecek. Daha önce Merkez Bankası, son çeyrekte enflasyon düşecek, büyüme artacak açıklaması yapmıştı. Bundan sonra enflasyon, büyüme ve istihdamla ilgili önümüzde nasıl bir tablo olacak?
Tabii kritik soru bu. Birincisi Merkez Bankası TÜFE’de enflasyonun yılsonunda yüzde 6.2 ile biteceğini tahmin olarak koydu. Bu tahmin de biraz hedef gibi, çünkü hedef yüzde 5 ama onu yakalayamayacağı belli oldu. Daha çok çıpa olarak bu tahmin piyasa tarafından kabul ediliyor, halbuki geçen hafta açıklanan OVP’de yüzde 7.4. Merkez Bankası da yılsonu enflasyon tahminini yüzde 7’nin üzerine çıkartacak bu zamlar nedeniyle. Bu hiç iyi bir haber değil. Yüzde 6.2 nerede, yüzde 7 nerede? Yüzde 5’ten iyice uzaklaşmış olduk. Merkez Bankası’nın eli daha da zayıflamış oluyor. 2013’te hâlâ yüzde 5 hedefi geçerli. Hükümet bundan vazgeçmiş değil. Merkez Bankası yüzde 7’nin üzerinde bir enflasyonu yüzde 5’e yaklaştırmaya çalışıyor. Faizi çok kolay gevşetme olanağı yok. Bu tartışmada gözden kolaylıkla kaçan bir şey var.Nedir bu gözden kaçan?
Merkez Bankası, son birkaç aydır zaten faizi gevşetti. Yeni para politikası yaklaşımı bankaların fonladığı faizi günlük olarak değiştiriyor. Bu tahvil faizlerine de iyi kötü yansıyor. Son birkaç ayda 2-3 puanlık gevşeme oldu. Kontrollü şekilde bir miktar para politikasını gevşetti. Kredilerde küçük bir canlanma var. Bu kredileri de yüzde 12-15 yıllık artışın ötesine geçirtemeyeceğiz diyor. Bunu yaparsak tekrar düzeltme öncesine döneceğiz. İç talep tekrar hızla artmaya başlayacak, dış denge tekrar bozulacak, cari açık artmaya başlayacak. Enflasyon zaten yüzde 7’nin üzerinde, biz ne yapacağız da enflasyonu yüzde 5’e düşüreceğiz?Böyle bir çıkmazla karşı karşıya ekonomi yönetimi. Bunun içinden aslında nasıl çıkacağını bilmiyor. Bu çıkmaz içinde büyüme nasıl olacak da bu son OVP’de gelecek yıl yüzde 4’e çıkacak? Yüzde 4 büyüme, ihracat ithalattan daha hızlı artacak, bu sağlıklı bir büyüme olacak ve cari açık daha da düşecek diyor. Çok güzel ama bu nasıl olacak? Bu soruya yanıt yok. Bir taraftan gaz verelim derken, ister istemez iç talebe gaz verelim anlamına geliyor.
Öbür taraftan büyüme ihracat temelli olacak diyor. Ya bunun için TL’ye değer kaybettireceksin ki bu çok zor ve enflasyon üzerinde olumsuz etki yapar. Avrupa pazarı kötü durumda, bunu başka pazarlarla ikame etmeyi becerdik. Ekonomi Bakanlığı, hükümetin ve ihracatçıların bunda çok büyük payı var. Bu iyi fakat orada da belli sınırlar var. Devamlı Ortadoğu’ya açılmakla nasıl olacak, Avrupa’nın 2013’te 2012’ye kıyasla daha iyi olacağına dair hiçbir işaret yok. Belki de Türkiye, hakikaten iç talebi arttırarak, dengeleri bozmayı göze alacak, ya da düşük bir büyümeye razı olacak. Ama yapısal reformları yapmayı da göze alacak. Özellikle işgücü piyasasına yönelik esaslı reformlar lazım.
Bölgesel asgari ücretten vazgeçtiler, tazminat reformunu rafa kaldırdılar, geriye vergi ve enerji piyasası reformları kalıyor. Enerji piyasasında önemli olan rekabetçi reformlar. Bununla ilgili bir taslağın haftaya Bakanlar Kurulu’na geleceği söylendi. Bu taslaklar çoktan hazır ama bir türlü harekete geçmiyorlar. Özelleştirme ihalelerinde belki koşulları değiştirecekler. Orada ihaleler en çok parayı verene değil, en düşük elektrik fiyatını vaad edene verilmeli. O zaman devletin kasasına daha az para girer ama orta vadede sanayiye verilen enerji maliyetleri düşer.
Vergi tarafında yapılabilecekler neler?
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, vergi tarafında çok sağlam duruyor. Vergi oranlarını arttırmak değil, vergi kaçağını hızla azaltarak, elde edilecek geliri işgücü maliyetlerini düşürmekte kullanacak. Buna ekonomi literatüründe “fiscal devaluation” deniyor. Yani paranın değerini düşürme değil de, işveren üzerindeki işgücü maliyetlerini düşürme. Bunu da vergi yoluyla yapmak. Tabi, bunu yapıp seçimler geldi diye paraları sosyal harcamalara ayırırsanız bu olmaz. Daha önce Mali Kural olacaktı, Başbakan son anda vazgeçti. Kıdem tazminatı reformu tasarısı hazırdı, Başbakan son anda vazgeçti. Kim diyebilir ki vergi reformu da son anda rafa kalkmasın? Seçimler yaklaştıkça yapısal reformları yapmak zor olacak. Vergi kaçağının üzerine gitmek demek, yüzbinlerce vergi kaçıran vatandaşın -hatta bunlar AK Parti seçmeni de olabilir- ümüğüne basmak demek. Bunlar kolay işler değil, bunlar önceden yapılmalıydı. 2007 hatta 2011 sonrası bunları yapabilirdi. Yüzde 50 oy almasının üzerinden 1.5 yıl geçti, bunlar çoktan yapılmalıydı.Türkiye, bu süreçte Avrupa’daki ve küresel piyasalardaki krizi hafife almış olabilir mi?
Ali Babacan’ın almadığını biliyorum. Bir an önce krize çözüm bulun dediğini biliyoruz. Gevşek para politikası uygulayın, borçları silin, gerekirse Kuzey Avrupa fedakârlık etsin Avrupa’yı resesyondan çıkartsın diyor. Bunu dışardan söylemek kolay tabi. Türkiye, Avrupa’nın kötü gittiğini ve ihracatı çeşitlendirmek gerektiğini iyi gördü ve burada iyi mesafe aldı. Burada bir başarı öyküsü var. 2007’de Avrupa pazarının ihracattaki payı yüzde 56’ydı, şu anda yüzde 40’ın altına düşmüş durumda. Artan bir ihracat içinde küçülen bir Avrupa pazarı olabilmesi için diğer pazarlarda çok ciddi artış katetmek gerekiyor. Türkiye’nin ihracatının orta düzey teknolojik mallar ağırlıklı olduğunu unutmayalım. İhracatı teknolojik mallardan oluşturduğunuz zaman fiyat, rekabette çok önemli hale geliyor. Bunu yapan çok ülke var, onun için rekabetçi olmak lazım. Rekabeti kur yoluyla yapamayız, TL’nin değerini yüzde 20-30 düşüremeyiz. Bunu yaparken enflasyonu hortlatabiliriz. O zaman geriye maliyet kalıyor. Bir de herkesin ağzında sakız olan bir laf var: “Biz yüksek teknoloji ürünleri ihraç edelim.” Bunları hayretle karşılıyorum, çünkü bunları yapalım dediğinizde şimdi düğmeye bassanız sonucu 10 yıl sonra alabilirsiniz. Çok daha önce harekete geçilmeliydi. Düğmeye basmak için geç değil, basalım ama hani eğitim reformu? 4+4+4’ün Türkiye’nin işgücüyle, rekabetiyle, insan sermayesiyle bir ilgisi var mı?[email protected]
TARAF