Türkiye’nin “sıfır-sorun” politikası yol ayrımında
Ankara’nın Tel Aviv’le münakaşası, Filistinlilere yönelik İsrail ya da Amerikan politikalarında somut bir değişime neden olmasa da, bir memnuniyet hissi yayıldı.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-10-13 11:30:08
Öyle görünüyor ki medyada kati bir fikir birliği var. Buna göre; Türkiye, kendi yaratmadığı bir Orta Doğu karmaşası içine çekildi ve bir zamanlar Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politika odağı “komşularla sıfır sorun” kavramı, reel-politika içerisinde faydasız bir romantik nosyon olmaya mahkum.
Yaklaşık bir yıl önce Sinan Ülgen, Türkiye’nin “Birleşik Devletlere’e olan bağımlılığını azaltırken, ülkenin yakın komşularıyla güçlü ekonomik, siyasi ve sosyal bağlar oluşturmaya dair siyasi amacı erişilebilir görünüyordu. Ancak Arap Baharı, politikanın zayıf yönlerini ortaya serdi ve Türkiye, bölgesel sorumluluğu için yeni bir yol gösterici prensip aramalı” diye yazıyordu.
Bu, tamamen özgün bir tespit değil ve o zamandan bu yana sayısız kere tekrarlandı. Türk dış politikasındaki toyluk/naiflik havasını ve ülkenin hemen hemen özverili bölgesel tutkularını gözden kaçırdığını akla getiriyor. Ayrıca Türkiye’nin talihsiz olaylar serisine yakalanarak, önceki senelerin özgün politikalarına uygun olmayan şekilde davranmak zorunda kaldığını varsayıyor. Ancak bu tamamen doğru değil.
Suriye-Türk sınırındaki 4 Ekim’deki çatışmalara Suriye tarafından gelen havan mermileri davetiye çıkardı. Üçü çocuk olmak üzere 5 kişi hayatını kaybetti. Olay, Türkiye’nin “bardağı taşıran son damlasıydı”. Anadolu Ajansı, havan saldırısının ardından Birleşmiş Milletler kanalıyla resmi bir Suriye özrü geldiğini ve Suriye hükümetinin inceleme sözü verdiğini bildirdi. Ki bunların ciddiyeti ise şüphelidir.
Meclis ordunun sınır ötesi operasyon yapmasına izin veren tezkerenin süresini bir yıl uzatırken, Türk ordusu, hızlı bir misilleme gerçekleştirdi. Suriye sınırındaki şiddetten bağımsız olarak, tezkere aslında Kuzey Irak’taki PKK’yı hedef alıyordu ve halihazırda Ekim-ortasında onaylanması planlanıyordu. (Baroud, 2 farklı tezkere olduğunu gözden kaçırmış. ÇN)
Alışılmışın dışında gelişen olay ise gerçek dışı görünüyor. Çok da uzun olmayan bir süre önce Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail ve ABD’nin hoşnutsuzluğuna rağmen, hem Suriye hem de İran’a elini uzatmıştı. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’e, kelimenin tüm siyasi etkilerinin farkında olarak “kardeşim” diye hitap etmişti. 2010 Haziran’ında Birleşmiş Milletler’de İran’a yaptırımlara karşı Türkiye aleyhte oy kullanınca, Wall Street Journal’ın (WSJ) ifadesiyle “bir krize neden olmuştu”.
Sonrasında Türkiye, İran ve Suriye’yi açıkça hedef alan füze-savunma girişimine karşı NATO’yla tartışmaya girmişti.
WSJ, “Türkiye, İttifak’ın Müslüman ülkelerdeki operasyonlarında ‘dışarıda-kalan’ üyesi haline geliyor” diye yazdı. Bu gelişmeler, Gazze ablukasını kırmayı hedefleyen Gazze’ye Özgürlük Filosu içerisinde Türk aktivistleri taşıyan Mavi Marmara’ya İsrail’in baskını sıralarında meydana geldi. İsrail, Mavi Marmara’da 9 Türk vatandaşını öldürdü ve birçoğunu da yaraladı.
Erdoğan ve diğer Türk yetkililer, devrik Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek Gazze ablukasında suç ortağı olduğu bir zamanda Araplar arasında süper star statüsüne yükseldi. Anlaşılır şekilde AKP siyasi bir model oldu. Sonu gelmez akademik ve televizyon tartışmalarının konusu haline geldi. Türkiye, hatta kültürel ve ekonomik olarak alt edilmesi gereken bir markaydı.
Dahilde Erdoğan ve partisi, muazzam ekonomik gelişme ve darbeye-yatkın, asi askeri liderliği başarıyla dizginleyip nihayetinde seçilmiş sivillerin yönettiği demokratik sisteme entegre ettiği için övülüyordu. Hariçte ise Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Libya’nın Muaammer Kaddafi’si dahil birçok Arap liderinin izolasyonunu kısmen kırıp yeniden pazarlanmasına yardımcı oluyordu. (Devrilmesine yardım ettikleri liderlerle milyar dolarlık ekonomik anlaşmalar imzalarken, Arap halklarının acılarından tamamen haberdardılar.)
Ankara’nın Tel Aviv’le münakaşası, Filistinlilere yönelik İsrail ya da Amerikan politikalarında somut bir değişime neden olmasa da, bir memnuniyet hissi yayıldı. Nihayetinde Türkiye gibi güçlü bir ülke, İsrail’in uzlaşmaz ve hesaplı hakaretlerine karşı çıkma cesaretini gösteriyordu.
Sonra Tunus, başkanını devirdi ve Türkiye’nin dış politika kartları daha önce olmadığı şekilde karmakarışık oldu. Eğer ABD, Fransa ve diğer Batılı güçler, son 18 aydır Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı sarsan ayaklanmalar, devrimler ve iç savaşlar karşısında tutarsız ve kendisiyle-çelişir olsaydı, Türkiye’nin dış politikası bilhassa dağılırdı.
İlk başta Türkiye uzakta görünen meselelere sivil haklar, adalet ve demokrasiye dair endişeleri içeren güzel tınılı ifadelerle karşılık verdi. Uygun zemin bulduğunda Arap isyanlarının sonuçlarını belirlemek için NATO’nun kararlı olduğu Libya’da ise riskler yüksekti. Türkiye, Libya savaşını imzalayan son NATO ülkesi oldu. Savaş çığlıkları atan Arap medyası Türkiye’nin takdir edilen itibarı ve meşruiyetini hedef aldığı için bu gecikmenin bedeli ağır oldu.
Suriyeliler isyan ettiğinde, Türkiye hazırdı. Politikası, Şam’a kendi yaptırımlarını uygulayarak öncül inisiyatif alma yönündeydi. Daha önce iyi korunan sınırı kaçakçılar, yabancı savaşçılar ve silahlar ile dolduğunda öte yana bakarak daha da ileri gitti. Suriye Milli Konseyi’ne (SNC) ev sahipliği yapmasının yanında, Türk sınırından operasyon yapan Özgür Suriye Ordusu’na da güvenli bölge sağladı.
Bunların birçoğu Türkiye’nin adaletsizliği engelleme noktasında hakkı olarak meşru görülürken, aynı zamanda siyasi çözümü erişilmez kılan asli nedenlerden biriydi. Kanlı ve vahşi bir çatışma nihayetinde bölgesel bir mücadeleye dönüştü. Suriye topraklarının farklı ülkeler, ideolojiler ve siyasi kamplar tarafından vekil-savaşlar için kullanılmasını sağladı. Türkiye NATO ülkesi olduğu için, Libya’dakinden çok daha hafif olsa NATO da Suriye çatışmasına dahildir.
Elbette Türkiye’nin Suriye’deki rolünün Kürt boyutu da muazzamdır. Çok fazla söylenmese de Türkiye, Suriye’nin kuzeydoğu bölgesindeki herhangi bir Kürt tepkisini kontrol etmek için büyük gayret sarf ediyor ki bu, ekseriyetle Kuzey Irak’la sınırlı kalmış Türkiye’nin sınır çatışmasını iki katına çıkarıyor. Today’s Zaman’dan Abdullah Bozkurt, “Türkiye için yüksek-riskli bir oyun planı içerisinde kuzey Suriye’deki hızlı gelişmeleri kontrol edebilmek için komşu Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi’ni, Suriye’ye doğrudan müdahil olmadan vekil bir güç olarak kullandığı”ndan bahsetti.
Dahası Ankara, Kürt sorununa dair uygun politikalar için Suriye Milli Konseyi’nin zorlama çabası içerisinde bulunuyor. Bozkurt, “Ankara’nın sessiz sedasız şekilde SMK’ni Haziran’da bağımsız Kürt Abdülbasıt Seyda’yı, Suriye’deki 1,5 milyon Kürt üzerinde etki sahibi olmak için güvenlik önlemi olarak, seçmeye zorladı” diye yazdı.
Gerçekten de sözüm-ona Arap Baharı, hatta İran dahil Arap ülkelerine yönelik Türk dış politikasını karıştırmış ve nihayetinde tekrar düzenlenmesine yardımcı olmuştur. Buna rağmen Türkiye, ayaklanmanın öncesinde ya da sonrasında hemen hemen pasif bir oyuncudur. Güney sınırındaki çatışan çıkarların Ankara’yı en sonunda eşiğe getirene kadar Türkiye’nin kayıtsız olduğuna dair izlenim hem hatalı hem de yanıltıcıdır. Türk siyasetçiler iştiraklerini nasıl formüle ettiklerinden bağımsız, Libya’ya karşı savaşta yer almaktan kaçamadığı gibi Türkiye artık, bir ölçüde isteyerek, Suriye’deki vahşi karmaşaya bulanmıştır.
Üzücü ironi ise Türkiye’nin Suriye ateşine misillemesinden saatler sonra, İsrail Başbakan Yardımcısı Dan Meridor Paris’te habercilere Türkiye’ye bir saldırının NATO’ya yapılmış olacağını söyleyerek el altından dikkatli bir dayanışma sergilemesidir. Meridor ayrıca şunu ekledi: “Esed rejimi düşerse bu İran’a hayati bir darbe olacaktır.” İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, ABD neo-conlarının başarmayı beceremediği şeyin bir vekil tarafından yapıldığı için heyecanını güçbela saklayabiliyordu. Önünü zor gören biri olan Lieberman, acil desteklenmesi gereken “Acem Baharı’nın” yolda olduğunu tahmin etti. Türkiye de artık gemide olduğu için İsrail ve ABD için olasılıklar sınırsızdır.
Ankara, derinleşen bu felaket içinde rolünü tekrar değerlendirmelidir ve daha duyarlı/akıllı politikalar üretmelidir. Savaş, gündemde olmamalıdır. Çok insan o yolda ölmüştür.
Remzi Baroud, köşe yazarı ve PalestineChronicle.Com editörüdür. “En son kitabı ise Babam bir özgürlük savaşçısı: Gazze’nin anlatılmamış hikayesi”dir.
Bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir.
SON VİDEO HABER
Haber Ara