Dinamitçinin 2012 Nobel Barış Ödülü
Norveç devlet televizyonu NRK, internet sitesi, bu yılki Nobel Barış Ödülü'nün sahibini açıkladı.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-10-12 12:40:18
Nobel Komitesi başkanı Thorbjoern Jagland, AB'nin, 60 yılı aşkın süredir, Avrupa'da, insan haklarına, demokrasiye ve barışa olan katkılarından dolayı ödüle layık görüldüğünü açıkladı.
Peki, her yıl ''ulusların ve halkların kardeşliği, silah ve orduların azaltılması, ve barış kongreleri düzenlemek için en çok çaba sarfeden kişi, kişiler veya kuruluşlara'' verilen Nobel ödülünün babası Alfred Nobel kimdir?. İşte Nobel ödüllerinin tarihçesi:
Alfred Nobel, yaşamını kuvvetli bir patlayıcı bulmaya adamış, anlaşılması zor bir insan. Bulacağı patlayıcının insanları öldürmek için değil, ekonomik kalkınma için kullanılmasını düşünmekteydi: “Dinamiti buldum ki dünyadaki bütün ordular birbirlerini havaya uçursun ve dünya askersiz kalsın!”
NOBEL İMPARATORLUĞU
Dinamiti keşfeden, bugün dünyanın bol aday adaylı ve paralı “Nobel Ödülü”nün kurucusu Alfred’in kardeşi Robert Nobel (1829-96) ile başlar ilk öykü. Robert, altı kardeşin en büyüğü idi. Amerikan petrolünü Finlandiya’ya; Balkanlar’daki, Anadolu’daki ceviz ağaçlarını tüfek dipçiği yapılması için Rus Çarı’na satan uluslararası bir işadamı idi. Ceviz ağacı avını sürdürmek için gittiği Azerbaycan’da “neft”in, “petrol”ün ticari amaçlarla üretilebilecek boyutta zengin yataklarının varlığını görmüştü.
Robert, kardeşi Ludvig’i de Bakü’ye çağırarak petrol işine soyundu. Kurduğu “Branobel” adlı şirketle ilk kuyusunu açtıktan bir yıl sonra 1877’de bir buharlı gemi ile ilk petrol satışını gerçekleştirdi. Bu olay dünyada “petrol çağı” diyebileceğimiz bir dönemi başlattı. İnsanlar gazyağı ile aydınlanıyor, ısınıyor, bazı tesisleri çalıştırıyorlardı.
20. yüzyılın başına doğru, ABD donanmasını “kömür-buhar” yerine “fueloil” ile yüzdürmeye geçince petrol tüketimi artmıştı. Alfred’in de katılımı ile Nobel kardeşler Rus Çarı ile ilişkilerini daha da geliştirirlerken, “American Standard Oil Company Of New York” da Osmanlı pazarını ele geçirmişti. Bu şirketin başında “Karun gibi zengin” denilen John Rockefeller vardı. John, Amerikan petrolünü Rusya’ya satmada Robert’ın en büyük rakibi idi.
1910’larda Henry Ford da piyasaya yeni model arabalarını sürüyordu. Ticaret gemileri de “fueloil”e dönmüşlerdi. Petrol, bugün olduğu gibi o gün de para, zenginlik için önemli bir fırsat demekti. Rockefeller kardeşler ile Nobel kardeşler dünya petrol pazarını paylaşmış gibiydiler.
Nobel kardeşler 1884’te Bakü’de, 1920’ye kadar kullanacakları şato görünümlü “Villa Petrolea” adlı konutlarını inşa ettiler. Yönetici lojmanları, okul, hastane ve tiyatrosu ile burası yaşanır bir ortama kavuşturuldu. İskandinavya’dan pek çok mühendis, kimyager ve uzman getirtilerek “Nobel İmparatorluğu” kuruldu.
1920’den sonra yıkıntıya dönüşen bu evle bağlantılı olarak “Nobel İmparatorluğu” Bakü’de birkaç yıl önce bir kültürel miras vakfı kurdu. Vakıf, bu binayı onardı. Bina, Nobeller’in müzesi olmakla kalmadı; konuk odaları, uluslararası kongre ve konser salonları, yemek odaları, antikalar ve eski resimler ile bir İngiliz kulübü gibi düzenlendi. 25 Nisan 2008’de İsveç heyetinin de katılımıyla törenle açıldı.
PATOLOJİK BİR ÇEKİNGEN
Dünyadaki pek çok patlayıcı fabrikasının hisselerinin ve Bakü bölgesindeki petrol yataklarının sahibi olan Alfred Nobel, 1 Ekim 1833’te iflas etmiş bir iş adamının oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının değerli ticari malzemelerle yüklü gemisi battığı için aile iyice yoksullaşmış, ağabeyleri Ludvig ve Robert sokaklarda kibrit satarak ailenin geçimine katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Tarihe “dinamitin mucidi” olarak geçen Alfred Nobel, patlayıcılara olan düşkünlüğünü babasından aldı. 1837’de Alfred henüz 4 yaşında bir çocukken babası Immanuel Nobel, Saint Petersburg’a taşınır ve burada bir mayın fabrikası kurar. Zaman içinde Alfred Nobel’in patlayıcılara olan ilgisi artar. 1866 yılında yüzde 75 oranında nitrogliserini, yüzde 25 oranında emici bir toprak türü olan kieselguhr ile karıştırır ve o “müthiş” maddeyi bulur: Nobel’in Güvenlik Barutu ya da daha çok bilinen adıyla dinamit. Bu buluşu, Nobel’in kısa sürede bütün Avrupa’da dinamit kralı olarak tanınmasına neden olur. Nobel’in patlayıcılara olan bu merakı yıllar önce Stokcholm yakınlarındaki Heleneborg’da kurduğu küçük laboratuarında, deneyler yaparken küçük kız kardeşi Emil’in ölümüne neden olmuştu. 1879’da Paris yakınlarındaki Sevran’da bir laboratuar kuran Nobel, buradaki çalışmaları sırasında dumansız barutu keşfeder. Bu dönemde Fransa’ya karşı kurulan bir ittifakta yer alan İtalya ile işbirliği yapan Nobel, aleyhine başlatılan kampanyalar sonucunda Paris’i terk ederek İtalya’daki San Remo’ya yerleşir. Nobel, San Remo’da 1896 yılında beyin kanaması sonucu yaşama veda eder. Yaşamına odaklanan ve ne yazık ki hiçbiri Türkçede bulunmayan/ağırlanmayan kitaplardan çok ilginç bir Alfred Nobel karakteri ortaya çıkıyor. San Remo`da öldüğünde yanında hizmetçisinden başka kimse bulunmayan Nobel ödüllerinin babası Alfred Nobel kitaplara göre özetle şöyle bir kişilik: Yaşamını kuvvetli bir patlayıcı bulmaya adamış anlaşılması zor bir insan. Bulacağı patlayıcının insanları öldürmek için değil, ekonomik kalkınma için kullanılmasını düşünmekteydi. Avrupa`da gelişmekte olan barış hareketiyle de ilgiliydi.
Alfred Nobel`in bir dahi olduğunu herkes kabul ediyor. Çok yönlüydü. Dahi bir mucit ve işadamı olmasının ötesinde büyük bir filantrop ve insanları öldüren hümanistti. İsveççe, Rusça, Almanca, İngilizce ve Fransızcayı mükemmel konuşuyor, okuyor ve yazabiliyordu. Toplulukları etki altına alabilecek müthiş bir çekim gücü vardı; ancak bu yeteneklerini kullanmaya meraklı olmadığı gibi, topluluk arasına katılmayı sevmeyen, törenlerden, ziyafetlerden, yapay övgülerden nefret eden patolojik bir çekingenliği vardı.
BARIŞ HAREKETİNE İLGİ DUYAN BİR DİNAMİTÇİ
Edebiyatla ilgileniyor, şiir yazıyordu. Ödül verilmesini vasiyet ettiği fizik, kimya, tıp, edebiyat ve barış ilgi duyduğu alanlardı. Yazmayı sever, mektuplarının kopyasını saklardı. Gizemli bir yaşamı vardı. Paris`te eczanede çalışan bir kıza âşık olmuştu. Ancak kız tanışmalarından kısa bir süre sonra ölmüştü. Belki ilk kez yakalandığı bu aşkın hüsranla sonuçlanması Nobel`i yıkmış, uzun süre kendini toparlayamamıştı. Bir süre sonra sekreter tutmak için gazeteye verdiği ilan üzerine karşısına Kontes Berta Kinsky çıktı. Berta Kinsky ile karşılaşmaları Alfred Nobel`in yaşamında dönüm noktası oldu. Ama mutluluk sadece bir hafta sürdü. İş gezisine çıkan Nobel dönüşünde sekreter masasını boş buldu.
Kontes eski öğrencisiyle evlenmiş, Gürcistan`a göç etmişti. Ama Kontes Nobel`le ilişkisini mektuplaşarak sürdürdü. İyi bir entelektüel olan Kontes, Osmanlı-Rus savaşını yakından izleyerek kitap yazmaya başlamıştı. Nobel`e yazdığı mektuplarda savaşa karşı çıkmanın önemini vurguluyordu.
Araştırmacılara göre Alfred Nobel`in barış hareketine ilgisi Kontes`in görüşlerinden etkilenmesiyle başladı ve Nobel önemli olduğuna inanarak vasiyetinde barış ödülüne de yer verdi. Barış mücadelesinin önemi konusunda Nobel`i etkileyen Kontes de "Dünya pasifistlerinin öncüsü" olduğu gerekçesiyle 1905`te belki de mimarı olduğu Nobel Barış Ödülü`nü kazandı.
Alfred Nobel kazandığı paranın, kendi ölümünü bekleyen akrabaları arasında bölüşülmesi yerine, bir fonda toplanmasını ve getireceği faizin her yıl "insanlığa faydalı yöntemler yaratan" kişilere dağıtılmasına karar vermişti. Aslen İsveçli olan, Rusya ve Amerika`da çalışmış, geniş bir dünya görüşü ile bürokratik yöntemlere de pek aldırmayan bir kişiliğe sahipti. Bu nedenle de, 27 Kasım 1896`da Paris`teki Swedish Club`da, dört şahit huzurunda, bir yazı kâğıdını ikiye bölerek kaleme alıp imzaladığı vasiyetname ile Nobel Ödülleri`ni resmileştiren bu eksantrik adam, vasiyetinde, servetinin 1 milyon kronunun yeğenleri ve bir dönem aşık olduğu Sofie Hess arasında paylaştırılmasını, geri kalan 33 milyon 200 bin kronunu da her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını istemişti. Bu ödüller fizik, kimya, tıp ya da fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti.
“ÖLÜM TACİRİ ÖLDÜ”
Nobel’in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yaratır. Ancak 1900 yılında İsveç Hükümeti Nobel Vakfı’nı kurar. Bu yıldan sonra da Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlanır. Nobel`in vasiyetnamesi ödüllerin her yıl fizik, kimya, fizyoloji ya da tıp, edebiyat ve barış dallarında `bir önceki yıl insanlığa en büyük yararı sağlayanlara` verilmesini öngörüyor. Sonradan eklenen ekonomi ödülü 1968`de İsveç Merkez Bankası tarafından konulmuş ve ilk kez 1969`da verilmiş. Alfred Nobel in kendi ismiyle anılan bu ödüllere tüm servetini bağışlamasının başlıca iki nedeni vardır: İlki Alfred Nobel, dinamitin icadı sırasında yaşanan patlamada ölen kardeşi Emil in vicdan azabı yüzünden, tüm servetini bu ödüllerin dağıtılması için bağışlamıştır. İkincisi ise Alfred Nobel, 1888 yılında gazetede kendi ölüm haberini okudu. Başlık “Ölüm Taciri Öldü” olarak atılmıştı. Ajanslara ulaşan haber aslında Alfred Nobel’in ağabeyi olan Ludwig Nobel’in ölüm haberiydi. Ancak bu yanlış anlama Alfred Nobel’in hayatını değiştirmeye yetecek bir olayla sonuçlanmıştı. O gelecekte bir “ölüm taciri” olarak anılacaktı. Böyle kötü bir unvanla anılmamak için servetini bu ödüllerin dağıtılması için bağışlamıştır. Matematik gibi rasyonel bir bilim dalının ödüllendirilmediği (Buna sebep olarak da Alfred Nobel in çalışmalarını onaylamayan eşinin bir matematikçiyle gitmesi olarak gösterilir ve buna karşılık matematikçilere Fields Madalyası ve ödülü verilir.) altı alanda verilen bu tartışmalı ödüllerin verildiği ya da verilmediği bazı kişilere bir göz atmak için kalkıp her olasılığa karşın ansiklopedide Nobel Ödülü maddelerine baktım. İlk ödül dağıtımı, kurucusunun beşinci ölüm yıldönümü olan 10 Aralık 1901`de yapılmış. Ödülü kazanan bir Fransız Sully Prudhomme...
Listeyi açmışken göz atmayı sürdürüyor, ilk kez karşılaştığım yazar adlarını okudukça bu kez kendi cehaletimden utanıyorum: T. Momsen (Almanya), J. Echegaray (İspanya), G. Carducci (İtalya), R. Eucken (yine Almanya), V. von Heidenstam (İsveç)... Liste böyle uzayıp gidiyor... Hiçbirinin büyüklüğünden kuşku duyulamaz, fakat sözgelimi 1904`te ölen Çehov`un, 1910`da ölen Tolstoy`un, 1916`da ölen Jack London`ın yerine, listede, bugün adları ancak uzmanlarca bilinebilecek olan yazarların çoğunlukta oluşu insanı şaşırtıp düşündürüyor.
Ödüle karar veren kurumlar şunlar: Stockholm`daki İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi (fizik ve kimya), Karolinska Kraliyet Tıp-Cerrahi Enstitüsü (fizyoloji ya da tıp), Oslo`da bulunan ve üyeleri parlamento tarafından atanan Norveç Nobel Komitesi (barış). İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi daha sonra ekonomi ödüllerinin de gözetimini üstlenmiş. Edebiyat ödülü ise İsveç Akademisi tarafından veriliyor. Çok ayrıntılı bir tüzük eşliğinde ve çok sayıda uzman ve komitenin çalışmasıyla belirlenen bu ödüller `bir altın madalya, açıklamalı bir ödül belgesi ve tutarı vakfın gelirine bağlı olarak belirlenen bir miktar para`dan oluşuyor. Çeşitli tartışmalara, görüş ayrılıklarına da yol açan bu ödüllerin savaş yıllarında verilmediğini, bu ödülü bir hakaret olarak algılayıp kabul etmeyenlerin olduğunu hatta kimi yöneticilerin bu ödüllerin kabulünü yasakladığını da bu arada belirtelim.
EN POLİTİK ÖDÜL: BARIŞ DALINDA
Edebiyat, fizik, kimya ve tıp konularında ödül alacakların İsveç`teki çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından seçilmesini vasiyet eden Nobel, barış ödülünün, İsveç`in komşu ve kardeş Norveç Parlamentosu tarafından seçilen beş kişilik bir jüri tarafından saptanmasını da öngörmüştü. Dinamiti bularak aralarında savaş endüstrisi de olmak üzere birçok alanda dev adımlar atılmasını sağlayan Alfred Nobel, adını olumlu konularda da ölümsüzleştirmek için Nobel Ödülleri`nin oluşturulmasını vasiyet etmiş ve kara bir mizah örneği gibi bunların arasında barış ödülünü de koymuştu. Onun bir sözünü okuyunca bir daha asla unutamamıştım: “Dinamiti buldum ki dünyadaki bütün orduları birbirlerini havaya uçursun ve dünya askersiz kalsın!” Hiç kuşkusuz, dinamitin patenti ondaydı tabii. İsveç de onun izinden aynen gidiyor. Uluslararası barış çalışmalarının neredeyse patentine sahip olan bu ülke, savaş endüstrisi sayesinde kasasını dolduruyor.
Nobel Barış Ödülü çalışmalarının yapıldığı odanın kapısını tıklatan bir hademe, 1934 yılının soğuk ocak gününde, Yunanistan Büyükelçiliği`nden bir diplomatın, ödül yetkilileri ile görüşmek istediğini söylediğinde, buna pek şaşıran olmadı ve diplomatik bir yol ve usulüne uygun tarzda ödül yetkililerine sunulan zarfın üstündeki Yunan Başbakanlığı arması, olaya belki de biraz renk getirdi. Ama, Yunanlı diplomatın huzurunda açılan zarftan çıkan üç sayfalık yazı, sadece odada bulunanların değil, barış ödülü kısmında tüm çalışanların, bir anda zarfı elinde tutan kişinin etrafına doluşmasına neden oldu.
Yunan Başbakanı Eleutherios Kryiakos Venizelos, üç sayfalık mektubunda Osmanlı İmparatorluğu`nun "7 yüzyıllık" geçmişini anlatıyor, bunun getirdiği mutlakıyetçi yönetim sürecinde "haç" ve "hilal" arasında olduğu kadar toplumlar arasında da kanlı çarpışmalar olduğunu dile getiriyordu. Mustafa Kemal`in Türkiye Cumhuriyeti`ni kurması ile çok radikal bir değişimin ortaya çıktığını, çökmek üzere olan bir imparatorluktan güçlü ve yaşam dolu, çağdaş ve ulusal bir devletin doğduğunu söyleyen Venizelos, sultanların mutlakıyetçi rejimi yerine, gerçek laikliğin kabul edildiğini de vurguluyordu.
Girit doğumlu kurt politikacı, adanın Türklerden alınmasında büyük katkı sağlamış, beş kez başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Venizelos, son üç başbakanlığı sırasında Türklerle dostluk kurmanın doğruluğuna ve getirisine olan inancını bu mektupla kanıtlıyor ve Yunan Başbakanı olarak, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal`i, o yılın Nobel Barış Ödülü`ne aday olarak gösteriyordu.
Norveçli seçici üyelerin Mustafa Kemal hakkında ne düşündükleri pek bilinmemekle beraber, 1934 ve 1935 yılları, Nobel Barış Ödülü için oldukça hareketli ve çalkantılı devreleri kapsamıştı. Japonya`nın, Çin`in muhtelif yörelerini işgale devam etmesi, Almanya`nın tek taraflı olarak, tüm dış borçlarını ödemeyi durdurması, Yugoslav Kralı Alexander`ın Marsilya`da öldürülmesi ve İspanya`daki sağ-sol kavgaları gibi olaylar, 1934`ün üstüne kara bulutlar çökertmişti. Bütün bu karışıklıklar arasında, dünya bir barış tutkusuna girmiş ve bu konuda isim yapmış İngiliz Arthur Henderson, silahsızlanma sahasındaki çalışmaları nedeniyle Nobel Barış Ödülü`ne layık görülmüştü. Ertesi yıl ise daha da dehşet verici bir olaylar zinciri oluşturmuştu.
NOBEL JÜRİSİ TUTUKLANDI
Nazi ideolojisinin artık tüm ülkeye hâkim olduğu Almanya`nın tutumundan çekinen İngiltere, Fransa ve İtalya bir dostluk anlaşmasına girmişler, Almanya, buna karşılık olarak mecburi askerliği kanunlaştırmış, ülkedeki tüm Yahudilerin kanun dışı olduğunu ilan etmiş ve Swastika denen "gamalı haç" amblemini de ülkenin resmi bayrağı olarak kabul etmişti. Böyle bir ortamda, Nazilerin karşısına çıkmak cesaretini gösteren ender kişilerden biri olan Carl von Ossietzky, başında bulunduğu gazetede, adeta tek başına bir savaş vermiş, Nazilerin Alman ordusunu gizlice silahlandırdıklarını iddia etmesine ilaveten, Hitler`e "Senin askerlerin katildir" diyebilmişti. Naziler, bunu cevapsız bırakmamışlar ve Ossietzky`yi o zamanlar daha adı pek duyulmayan toplama kamplarından birine yollamışlardı. Ossietzky, bu cesur davranışı nedeniyle İsviçre Milli Meclisi, Norveç İşçi Partisi, Albert Einstein ve Thomas Mann`ın başı çektiği etkili bir grubun baskısı ile 1935 Nobel Barış Ödülü`nü kazanmıştı. Naziler, bu olayı unutmayacaklar ve 1940 yılında işgal ettikleri Norveç`te Nobel Ödülü Komitesi`ne son vererek 1938`de hapishanede veremden ölen Ossietzky`yi seçen jüri üyelerini de tutuklayacaklardı.
Şüphesiz ki Nobel ödülü büyük ama aynı zamanda siyasi bir ödül. Nobel Ödülleri`nin bu kadar itibarlı olması şunlardan kaynaklanır: Ödül olarak verilen miktarın yüksekliğinden (1 milyon dolar civarında), ciddiyetinden, yani seçimlerin mümkün olduğu kadar iyi yapılmaya çalışılmasından, 100 yılı aşkın bir sürekliliğe sahip olmasından, dolayısıyla kendi içinde bir tarih yazıyor olmasından. Nobel Vakfı`nın, özellikle bilimlerin seçiminde şüphesiz objektif davranmaya ve ödül amacına en uygun seçimleri yapmaya çalıştığını varsaymalıyız. Ama bunda da endüstriyel kapitalizmin gerekleri devreye girince bunun da böyle olmadığı kolaylıkla bilinebilir. Şüphesiz, her türlü "en" nesnel seçimin de, duruma göre çeşitli derecelerde subjektif (öznel) nitelik taşıdığını varsaymalıyız. “En iyiler” arasında bir seçim yapılıyor. Her seçim özneldir. Bilim nobellerinde bu öznellik belki en aza indirilebilirken, Barış ve Edebiyat ödüllerinin seçiminde ise daha yüksek derecede gerçekleşir. Bu son ikisine siyasetin, ideolojilerin, bakışların da karıştığı bilinir.
Nobel`in parasal değeri 1 milyon dolar değil de 10 bin dolar kadar olsaydı, yeryüzündeki ticari dolaşım değeri yapıtların taşıdığı yazınsal değerin enikonu altında kalsaydı bu ölçüde fırtına yaratır mıydı dersiniz Edebiyat Ödülü?
Alfred Nobel, bir dinamitçi olarak yine yerini korurdu elbette korumasına, ama Nobel Edebiyat Ödülü, ancak Bush kadar değer taşırdı herhalde` Tartışmanın yazınsal olanıyla tecimsel ve elbette siyasi olanını birbirinden ayırmak zorundayız o halde. Sözgelimi Sartre, kendisine Nobel edebiyat ödülü verildiği ya da kendisine sunulan ödülü reddettiği için mi, yoksa düpedüz taşıdığı yazınsal değerden ötürü mü önem taşıyor?
Abdurrahman Arslan “Gerçekte Nobel, tarihi boyunca batı-merkezli bir görüşle yazarları değerlendirmişti. Bu çizgiyi sürdürenleri ödüllendirmişti” diyordu Kitap dergisinde. Bu sadece edebiyat için geçerli değil. Ödüllerde "Batı yanlısı" kararlar öteden beri tartışma konusu. İşte bazıları: Churchill (1953`te verildi). Ödül gerekçesi; "İnsani değerleri savunması"ydı, ama İngiltere`nin Irak`ı işgalinde "İlkel kabilelere zehirli gaz kullanılmalı.." demişti... Jean-Paul Sartre (1964`te verildi) Fransa-Cezayir savaşına tepkileri Nobel gerekçesinde yer almayınca ödülü iade etti... Aleksandr Soljenitsin (1970`te verildi). Bir Rus yazar olarak Sovyetler`e ve Stalin`e eleştirileriyle Batı dünyasının gözdesi oldu. W. Günter Grass (1999`da verildi). Ödülden 7 yıl sonra, gençliğinde Nazi olduğunu itiraf etti. Gao Xingjian, (2000`de verildi). Çin`deki komünist iktidarın en radikal karşıtlarından. Gerisini siz tamamlayın. İçinde mutlaka Necip Mahfuz, Şirin Abadî ve Orhan Pamuk olsun. Yazının sonunu yaşamı ve yazdıkları ile döneminden günümüze kadar gelen Frantz Fanon’la bağlayalım: “Her armağan, ona verilen üstünde verene karşı bir başeğme duygusu yaratır.”(Özgünduruşarşiv)
SON VİDEO HABER
Haber Ara