Agos'tan Vahakn Keşişyan analizi:
Bu, Metallica şarkısının devamı gibi… Bu, Babam Aşkale’ye Gitmedi’nin meşhur anti kahramanı Baret’in itirafı gibi… "her şeyini kaybedeceksin; ama unutma ki, hatıralarını kaybedemezsin. onlar canına okuyacak" Bombalar düştükten sonra El Cebri Meydanı’nın, özellikle de El Siyahi Hotel’in fotoğraflarını gördükten sonra hissettiklerim, biliyorum ki, geriye sadece hatıralarım kaldı.
Her şeyi kaybetme korkusu, herhalde en kötüsü olmalı. Bir insan nasıl her şeyini kaybedebilir? Bir veya bir grup insan nasıl bir anda uyanır ve geriye hatıralarından başka hiçbir şeyin kalmadığını fark eder? Bu, böylesi bir duruma hazırlıklı olmayanların hatası olabilir veya hiçbir şey bilmeyen başkalarının da yanlışı olabilir, fakat şu anda hiçbir şeylerinin olmadığı, nihai olan, dokunulamayan gerçektir. Hiçlikten kastım, sadece altınların, mücevherlerin veya banka hesaplarının yok olması değil, kıyafetlerinin, hatta sığınacak bir çatılarının olmaması. Gidecek bir okulun, ibadet edecek bir yerin, alışveriş yapacak bir dükkanın ve bir bardak çay içecek bir kafenin olmaması… Bugün, bir kez daha, bizi sürgün koşullarına sürükleyen gerçeklikle yüz yüzeyiz. Ve nerede? Şimdiye kadar sahip olduğumuz en güvenli yer olarak gördüğümüz, yeni evimiz olarak kabul ettiğimiz bir yerde… Bir kez daha, hafızamızın yüzümüze bir acı hatırayı daha nakşetmesinin kıyısındayız.
Burası Stalingrad mı? Bilmiyorum ama Halep ve Haleplilere acıyorum. Zaten harap olan okulları yarıda kalan ve çok da güvenli olmayan evlerini bırakarak, bombalanan alandan en az bir kilometre uzaklıktaki okullarına giden çocuklara acıyorum. Fakat şu anda, aynı okuldan aynı meydana yıllarca birlikteyürüdüğüm iki arkadaşımı düşünmeden edemiyorum. O sokakların, dünyanın en güvenli yerleri olduklarını zannetmiştim, hatta sokaklarımızda hiçbir olay çıkmamasından şikayet etmiştim, şehrimizin durağanlığına dudak bükmüştük. Fakat bunun alternatifinin bütünüyle yok oluş, kül, toz ve enkaz olacağını bilmiyordum.
Bir şeyi öğrenmek istiyorum. Bundan kim sorumlu? Baas rejimi ve Dr. Beşar Esad mı? Babası mı? Her şeyi ama her şeyi yıkmadan alaşağı edilemeyecek kadar sert ve otoriter bu rejimi, kim inşa etti? Veya zayıf bir Suriye’yi terörle, öldürerek, insanları kaçırarak veya gangsterlikle yönetme fırsatından istifade edenler kimler? Elbette ki cevap ne olursa olsun, gerçek şu ki, ben her şeyimi kaybettim ve anılarım kabusa döndü. Halep etikerlerinin saniyede yüzlerce kez karşıma pıtrak gibi çıkmasından nefret ediyorum. Nefret ediyorum çünkü Halep sonsuza dek yok oldu.
Dürüst olmak gerekirse, çoğunlukla Halep’i sevmezdim. Arkadaşlarımla Halep’in ne kadar çirkin bir şehir olduğu hakkında atıp tutardık ve inanın, bu şehri terk edenlerin çoğu, bir zamanlar ait oldukları bu şehre karşı aynı gizli utancı yaşıyorlardı. Fakat şimdi? Bilmiyorum. Eski Şehir’i severdim. Ne kadar oryantalist bir cümle olduğu umrumda değil ama El Cebri Meydanı’nı da severdim. Bana Suriye’nin geleceğini gösteren yeni otobüsleri de severdim, haftalık Ebved ve Esved (Beyaz ve Siyah) ile günlük Vatan gazetesini almaya gitmeyi. Bunlar bana umut verirdi. En azından bir şekilde farklıydılar.
Umut… Bugünlerde ne kadar da acı verici bir sözcük… Kimin için iyi? Karın doyurur mu? Size sığınak olur mu? Sizi korur mu? Sizin için ateş eder mi? Şu anda ne için umut etmeliyim? Başka bir sürgün için mi? Yeni bir ev için mi? Belki bir Greencard için veya bir araba için… İlk önce bir İskandinav ülkesinden sonra da ABD’den alacağım mültecilik statüsü için mi? Umut! Gülünç…
Bir şey çok net. Halep’i terk eden veya edecek olan insanlar, beş parasız. Yüzyıl önce yalınayak buralara gelen bu insanlar, şimdi yine yalınayak terk edecekler buraları. Ağır bir cümle mi? Peki Şeker yardımı paketlerini alanlara sorun.
Bunca hengamede buraları terk etmeyenler, şimdi enkazlar kaldırıldığında ve küllerin süpürüldüğünde gitmiş olacaklar. İşte bu, böyle bir yüzyıldı! Önce kamplar kuruldu, bir toplum inşa edildi, bir de kilise… Sonra ilk okul, ilk sokak ve 30’lara gelindiğinde, kampların yerini binalar aldı. 40’larda Halep, yeni bir Ermeni diasporasının merkezi haline geldi. 50’ler zor yıllardı, yine de şimdiki gibi değildi. Kazançlı 60’lar ve abad 70’ler… Durağan geçen 80’ler ve 90’ların sonunda, 21. yüzyılın altın yılları… Yeni kiliseler ve yeni okullar… Daha sonra tüm terörüyle, 21. yüzyılın ikinci on yılı geldi. İşte bu… Bir toplumun 4-5 kez kırılma yaşayan tarihi… Şimdi ne olacak? Sırada ne var? Bizi hangi bela bekliyor?
Etrafımdaki insanlar, Ermenilerin Halep’i terk etmeye başlayıp başlamadığını soruyor. Altın ve gümüşlerini de beraberlerinde götürüyorlar mı? Ağzımı açık bırakan bir soru… Evet götürüyorlar! Eşyalarını yanlarına alamayanlar da, işaretledikleri bir taşın veya ağacın altına gömüyorlar, 100 yıl sonra geri döndüklerinde, bulabilsinler diye… Fakat en büyük sorun şu ki, okullarını, evlerini veya sokaklarını beraberlerinde götüremiyorlar. Bu şehri terk ediyorlar, sonsuza dek, bu şehri var olduğunca…
Son olarak, bu aşırı duygu yüklü yazı, bir yerde son bulmalı. Halep sokakları çirkindi, binaları pisti, parkları kendi hallerine bırakılmıştı ve mirası görmezden gelinmişti. İnsanları birbirlerine iyi davranmazlardı, gençler sıkılırdı, yaşlılar unutulurdu, erkekleri fazla maskülendi, kadınları dışlanmıştı, çocukları istismar ediliyordu, görevlileri yolsuzluğa bulaşmıştı ve okulları kalitesizdi… Tabi ki, sokakları güzel, binaları temiz, parkları insan dolu, mirası hak ettiği değeri gören, insanların birbirine iyi davrandığı, gençlerin enerjik, yaşlıların saygı gördüğü, erkekle kadının eşit olduğu, çocuklarına özenle bakıldığı, okulları kaliteli ve sorumlu görevlileri olan bir Halep’i tercih ederdim. Demokrasi. Hiç gelecek mi? Hiç?