Dervişler saltanatı ve Türk Müslümanlığı
Ziya Şakir’in, Dervişler Saltanatı adlı kitabının Derviş Vahdetî’yi yererek ve Kemalizm övgüsü ile bitmesi kadar kitabın giriş kısmına yer alan bazı bölümlerle çelişkiye düşülmüş olması oldukça manidardır.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-09-24 14:52:10
Bazı yazarların hem kitapları hem de daha önce bir gazete ya da dergide tefrika edilerek yayınlanmış, fakat aradan geçen uzun yıllar sonrasında yayınlandığı gazete veya dergide unutulan yazıları vardır. Kitaplarla yeniden buluşmak görece kolayken unutulan yazılarla buluşmak ancak koleksiyon taraması sırasında mümkün olabilir. Hele onların yeniden yayınlanmasını sağlamak başlı başına güç bir iştir.
Ziya Şakir'in gerek zamanında kitap olarak yayınlanmışsa da zamanın dönüşümü içinde artık yeniden basılmayan kitapları gerekse çeşitli gazetelerde tefrikası olup da orada kalmış yazıları derlenip toplanarak kitap haline getiriliyor ve peyderpey yayımlanıyor. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın hem yakın tarih hem de diğer konulardaki araştırmaları bakımından önemli olan Ziya Şakir'i kaybolmuş bir ses hatta sisli bir ada/m olarak değerlendirmek mümkün. İttihat Terakki Fırkası'ndan Hürriyet ve İtilaf'a, siyerden Bektaşilik araştırmalarına, polisiye romandan askeri günlüklere değin uzanan sade dille kaleme aldığı külliyatı adeta işlenmesi gereken büyük bir hammaddedir. Farklı gazetelerde tefrika edilen yazılarının devrinin heyecanla okunan yayınları arasında yer bulduğu tahmin edilebilir. Ne var ki, büyük bir sabır ve emekle çalışan Ziya Şakir adı etrafında birçok perestişkârların toplanmasına rağmen, eserleri büyük bir alaka ile incelenmemiş, derin tahliller yapılmamıştır.
MUKAYESELİ OKUMANIN GEREKLİLİĞİ
Yazılarının yayımlandığı devirlerin ruh halleri, siyasi tercihleri, toplumsal telakkileri bir iç ses olarak metinlerde dikkat çeker. Hatta bazen düpedüz angaje metinler de kaleme aldığı düşünülebilir. Şahsen Ziya Şakir'in, bir Bektaşi olarak yazdığı dini içerikli metinlerin tıpkı Erol Üyepazarcı'nın onun kaleme aldığı polisiye romanları ele alışı gibi ayrıntılı olarak irdelenmesi gerektiği kanaatindeyim. Bunun birkaç nedeni var. İlk böyle bir inceleme Cumhuriyet Türkiye'sinin bazı tercihlerinin kurumsallaştığı 30'lu yıllardan itibaren bu konularda yazılar kaleme alan Ziya Şakir'in bu yıllardaki yazıları ile çok partili hayata geçildikten sonra, daha da önemlisi DP'nin etkili olduğu 1950'li yıllarda kaleme aldığı metinler arasında sürekliliklerin yanında esaslı bir farkın olup olmadığını görmeyi sağlayacaktır.
Bilinmelidir ki; çok uzun ve farklı konjonktürlerde kaleme alınan metinler içinde farklılıklar ve çelişkiler daha belirgin olarak ortaya çıkar. Elbette süreklilikler de. İkincisi ise bu konulardaki yazılarının dayandığı epistemolojik kaynaklar ve yazılarındaki üslubun izinin sürülebilmesi ancak bu konudaki metinlerin tümü görüldükten sonra mümkün olabilir. Sözgelimi onun Hz. Fatıma'yı anlattığı küçük kitapçığındaki tasvirlerle devrin sinema dilinden bariz etkiler taşıyıp taşımadığının peşinden gidilebilir. Hacı Bektaş Veli'nin Makalat adlı eserini yorumlarken, dini esaslar ile akıl ve hikmet arasında yapmış olduğu ayırım da sadece ona özgü olmayan yaygın bir kanaattir.
Yakın tarih hakkındaki yazıları ile başlı başına bir tekke tesis etmiş olan Ziya Şakir'in siyasal konumlanışının bir boyutunu tespit etmek bakımından Dervişler Saltanatı adıyla yayımlanan kitabına değinmek istiyorum. Bu kitabı oluşturan yazılarla alakalı olarak şu soruları mutlaka sormalıyız: Evvela bu yazılar nasıl teşekkül etmiştir? Devrinde hangi tartışmalara cevap oluşturmuştur? Yazıların söyleminde rol oynayan siyasi etkenler nelerdir? Yazılarda ele alınan konular Ziya Şakir'in diğer eserleri ile mukayese edildiğinde nasıl bir manzara ile karşılaşılır? Kuşkusuz bu soruların tamamını bu yazıda cevaplamak mümkün değil. Fakat bazılarını cevaplamak ve yeni yazılara kapı aralamak mümkündür.
Aşık Paşazade'den, Divanı Humayun defterlerine, İbni Batuta'dan Ahmet Refik'e, Ali Emiri'den Hammer tarihine, Evliya Çelebi'den yazma kitaplara kadar oldukça geniş bir kaynaktan yararlanılarak hazırlanmış bu kitaptaki yazılar esas olarak Meşrutiyetin ilanından sonraki siyasi bilinci yansıtıyor. Fakat Fuad Köprülü'nün "Anadolu'da İslamiyet" veya Ömer Lütfi Barkan'ın 1942 tarihli "Kolonizatör Türk Dervişleri" adlı makalelerinden yararlanıp yararlanmadığı belli olmasa da iktidarla sufi çevrelerin ilişkisini kurcalayan bölümler bu makalelerden yararlanılmış olabileceğini ister istemez akla getiriyor. Dervişler saltanatının olumlulukların da anlatılıyor fakat inkıraz buluşu daha çok vurgulanıyor. Abdülaziz Mecdi Efendi'nin münevverler arasında yaydığı ilmi esaslara dayalı anlayışının öne çıkarılması hatta tekkelerin kapatılmasının bile onu üzmediğinin vurgulanması, buna mukabil İstanbul'da ve diğer şehirlerde arı kovanı gibi işleyen, hükümetin siyasetine müdahale ettiklerini düşündüğü tarikatlar hakkında soru işaretleri oluşturması bu düşüncesinden kaynaklanmaktadır. O yüzden kitabın hem önsözü hem de önsözden alınarak arka kapağına taşınan ifadeler kitabın içeriğini tümüyle yansıtmaktan oldukça uzak.
Ziya Şakir, Reinhardt Dozy'nin meşhur Tarih-i İslamiyet kitabının Müslümanlığa karşı halisâne bir maksatla yazılmamış olmakla birlikte bu mühim eserde, bir hayli hakikatin var olduğunu düşünür. Onun bu eseri takdir edişinin sebeplerinden biri yazarın bu eserini yazabilmek için yıllarca uğraşması ve birçok kıymetli malumatı bir araya getirmiş olmasıdır. Yakın tarih yazılarında gördüğümüz "tam bunları yazarken elimize geçen mühim bir belge" türünden ifadeler ise belgeci tarihçiliğin okura hissettirilmek istenmesinden kaynaklanmış gibi. Bir yandan anlattığı kişilerin hayatları hakkında menkıbeler ve velayâtnamelerde tesadüf ettiği rivayetleri hülasa ederken diğer yandan bu kişilerin kişilikleri hakkında uzun ve ilmi tetkiklerden sonra meydana getirdiği malumat siyasi "çapakları" bir yana büyük bir önem taşımaktadır.
Hakikate uygun olan rivayetlerle menkıbeler arasında yapmış olduğu ayırım da dikkate şayandır. İmparatorluk devrindeki muntazam sicil defterlerine tarikatların incelenmesi açısından dikkat çekmesi de sanırım erken bir dikkatin işaretidir. Halim selim üslubun kimi zaman gazaplı oluşu da yazarın hassasiyetlerini aşikar kılmaktadır. Hemen söylemelim ki; Ziya Şakir'in okuyucuya duyurmayı istediği bazı hususlar hem Türkiye tarihinde merkezi iktidarla dervişlerin ilişkisini hem de tek parti devrinin yaklaşımlarını akla getiriyor. Aslına bakılırsa, araştırmacılar için değerli ipuçları sunan Türklük, Türk Müslümanlığı, ulema eleştirisi, bazı sufilerin savunusu metinlerin yayımlandığı bağlam kadar yayımlandığı yayın organının siyasi tercihlerinin bilinmesini gerekli kılmaktadır.
Yazar, 1200'lü yıllardan sonraki bazı gelişmeleri yeniden hatırlatma sürecinde, esas olarak hatırladığı zamana bağlı ve bağımlı olduğunu açıkça ortaya koymaktan çekinmiyor. Ahmed Yesevî'den Hacı Bektaşı Velî'ye, Mevlana'dan Derviş Vahdetî'ye uzanan değerlendirmelerde Ziya Şakir kendi üslûbuna ve siyasi/ideolojik duruşuna göre de adeta bu tarihsel kişilikleri yeniden şekillendiriyor. Türk tarikatlarının Arabistan'dan ve İran'dan gelen tarikatlarla mücadele etmek gibi siyasi bir gaye edindiklerini açık açık yazması onun yazılarına yön veren hususiyetler incelenirken mutlaka dikkate alınmalıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nu büyük bir Türk devleti olarak tasavvur ettiğini de belirtelim.
SİYASAL KONJONKTÜRÜN İCBARLARI
Kitabı oluşturan yazılar Et[h]em İzzet Benice'nin çıkardığı Son Telgraf gazetesinde tefrika edilmiş. Son Telgraf 1946 sonrasında yani çok partili hayata geçiş sürecinde Cumhuriyet Halk Partisi'ni tutan gazetelerden biri olarak da üzerinde durulmayı hak ediyor. İşte bu "bağımlılık" ilişkisi geçmişi bugünün içinde kurarak sunmayı gerekli kılmış gibi.
Derviş Vahdetî'yi son derece basit ve yüzeysel bir görüşle "tahlil" eden İttihatçılara daha bir yakın olan Ziya Şakir'n konu hakkındaki tefrikası şu cümlelerle sona ermektedir: "Altı buçuk asırdan beri Osmanlı Türklerinin cahil ve mutaasıp zümresinin vicdanlarına hâkim olan 'Dervişler Saltanatı', artık tamıyla kağşımış(dağılmaya yüz tutmuş) bir bina haline gelmişti.
Cumhuriyetin ilânı ve Atatürk inkılâbı, kahir( ezici) bir darbe ile o köhne binayı göçürüverdi." Bu konudaki yaklaşımları 1950'li yıllarda kaleme aldığı ramazan yazılarında da devam etmekte olduğunu belirtelim. Tarikat ve tekke meselesini hiç bilmeyen genç nesil için kaleme aldığı bir yazıda şunları ifade eder: "Bir daha hortlamamak üzere tarihin mezarına gömülen "tariklerle", kapılarına açılmamak üzere birer demir kilit vurulan tekkeler hafızamızda, bizden gittikçe uzaklaşan bir hâtıra olarak kalacaktır." Hemen akabinde ise şu cümleleri kuracaktır:
"Mamafih şu ciheti de unutmamalıdır ki, tarikler ve tekkeler dini hayatımızda tasavvufi bir yer aldıkları gibi, içtimai hayatımızda da müspet ve menfi bir hayli roller oynamışlardır." İşte bu iki bakış açısı onun Dervişler Saltanatı adlı tefrika yazılarının iskeletini oluşturmaktadır desek yanılmış olmayız.
Dervişler Saltanatı'nın Derviş Vahdetî'yi yererek ve Kemalizm övgüsü ile bitmesi kadar kitabın giriş kısmına yer alan bazı bölümlerle çelişkiye düşülmüş olması oldukça manidardır. Ziya Şakir Osman Bey ve Ede Balı'yı Sarı Saltık'ı, anlatırken olumlu bir şekilde kullandığı 'dervişler saltanatı' ifadesini kitabın sonunda genellemekte ve önceden yazdıkları ile çelişen bir yargıya varmaktadır. Bu çelişkinin sebebi eğer başka sebepler yoksa metinlerin tefrika edildiği dönemin siyasi tartışmalarıyla anlamlı olabilir diye düşünüyorum.
Abdal Musa değerlendirilirken türbelerin ilgasından söz ettiği satırlardaki hassasiyet burada tümüyle başkalaşmaktadır. Dervişlerin toplandıkları mekânların saray gibi bir hale gelmesini manevi varlığın yok oluşu ile açıklayan Ziya Şakir bu ihtişam karşısında rahatsızlık duygularını ifade etmekten çekinmeyen ulemayı da eleştirmesi manidardır. Dervişlerle ulemayı karşılaştırırken; dervişlerin tekkelerin yeşil dekorları içerisinde artistik hareketlerle dertli gönülleri cezbettiklerini, saray mensuplarını etkileyerek müntesiplerini istedikleri makama getirebildiklerini, ulemanın koltuklarının altında taşıdıkları küflenmiş kitapların ise sınırlı sayıda 'bir mutaassıp zümresinden başka' kimsenin nazarında bir değer ifade etmediği tespitini yaparken kullandığı sözcükler de önemlidir. Kürd ve Kürdistan kelimelerinin sakıncalı addedilmediğinin de fark edildiği metin Kadızadelilerle Sivasilerin mücadelesine de değiniyor.
Öte yandan Bektaşiliği savunduğu satırlarda hatırlattığı tarihçilik anlayışından da uzaklaşmaktadır:" Biz, artık tarihe karışmış ve artık şuurlar ve vicdanlar üzerine en küçük tesir ve hâkimiyeti bile kalmamış olan bir tarikin avukatlığını yapmak fikrinde değiliz. Ancak, tarihi hakikatlerin tahrif edilmesi (bozulması) yüzünden gelecek nesillerin düşecekleri hataları düşünmeyi de- tarihle meşgul olan bir muharrir sıfatiyla- kendimiz için bir vazife addetmekteyiz (görmekteyiz). Kitabın sayfalarında bu tespiti doğrulayacak epey fikir malzeme bulmak mümkündür. Milletin bütün terakki unsurlarını köstekleyenlerin sadece tarikatlar olduğunu ifade ettiği satırları hatırlatmakla yetinelim. Öyle görülmektedir ki, Ziya Şakir dervişleri "bilmek istersen ki" anlayışınca sadece literatüre bir katkı olsun düşüncesi ile yazmamıştır. Hatta kitap bütünüyle bir polemik kitabı olup onun konumlandığı 'Türk Müslümanlığı' düşüncesinin savunulmasını amaçlamaktadır.
Türk Müslümanlığı dediğim mesele hakkında epey malzeme var kitapta. Bunlardan bir kısmı kavimlerin Müslümanlaşma sürecindeki karma karışık tedriciliği ortaya koymakta iken bir kısmı içinde bulunulan ortamın siyasi telakkilerinden kaynaklanıyor sanki. Türklerin Şamanlık dininin itikat ve zihniyetinden tamamıyla kurtulamadıkları tespiti tedricilik ilkesi ekseninde düşünülebilecekken; Türklerin kendilerine pek yavan gelen düzenli ve tekdüze ibadetlere ısınamadıkları bilhassa anlamadıkları bir dil ile yapılan ibadetten hiç zevk almadıkları şeklindeki kanaatler Türk Müslümanlığı siyasetinin yazarın metinlerine yansıması şeklinde bir yorumu mümkün kılmaktadır. Aksi takdirde Ahmed Yesevi'de Türklüğü benimseyen yüksek bir duygunun var olduğu bundan dolayı milliyetperverlik hissinin onda adeta bir iman haline geldiğini düşünebilmek mümkün olmazdı. Şu ifadeler ise daha dikkat çekici: "Nitekim o, tarikatını tesis ederken bilhassa bu cihete ehemmiyet vermiş, halifelerini aynı iman ve itikat ile yetiştirmiş ve nihayet onları, Anadolu'daki Türk varlığını yabancı tesirlerden kurtarmak için Rum diyarına göndermişti." Hacı Bektaş-ı Veli'nin milliyetçi bir mürşit şeklinde anılması kadar Ebu Hanife'nin içtihat kapısını kapattığı gibi yanlı ve yanılgılı ifadeler ancak onun siyasal konumlanışı ile açıklanabilir. Nakşibendilikle Bektaşilik değerlendirmelerinin nirengi noktalarında bu mesele daha da önemli bir hale gelmektedir. Ziya Şakir, Nakşibendî tarikatının şeriatın ahkamına sadık kalmak için gösterdiği gayreti eleştirdiği gibi fikir hürriyetini kuvvetli bir taassup zinciri ile kösteklediklerini düşünmekte bundan dolayı da Anadolu'da yaygınlaşamadığının altını çizmektedir. Buna mukabil Bektaşilerin,Mevlevilerin, Rufailerin farklı katmanlarda büyük bir revaç temin ettiğini ifade etmektedir.
İSABETLİ TESPİTLER
Tefrikalarda Türkçe kültür tarihi bakımından önemli olduğunu düşündüğüm bazı isabetli tespitlerde var. Mesela Hacı Bektaşi Velî hakkında yazdığı satırların bir kısmı konuyla ilgili ciddi ve akademik nitelikteki yayınlarıyla bilinen Ahmet Yaşar Ocak'ın Türk Sufîliğine Bakışlar kitabındaki tespitleriyle paralel olması ve üstelik bunları 1946'da yazmış olması Ziya Şakir'in bilgi birikimini ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere Bektaşiliğin temelini oluşturan Hacı Bektaş- Veli'nin kim olduğu sorusu çokça tartışılmıştır. Konu hakkında spekülatif ve angaje araştırmalar yaptırılmıştır. Ziya Şakir bu tarihsel konu hakkında peşinen şu hakikati söylemek gerektiğini ifade eder: " İki Hacı Bektşa vardır. Biri, Bektaşî menkıbelerine dayanan ve pek mübalağalı hurafelerle karışan Hacı Bektaşî. Diğeri de ilmi ve tarihi şahsiyetiyle temayüz etmiş(kendini göstermiş) olan Hacı Bektaş."
Şeyh Bedrettin hakkında yazdıklarında öne çıkardığı bazı anekdotlar onun Bektaşiliği savunmak zorunda kaldığı argümanlarla benzerlik taşımış olması da dikkat çekmektedir. Ziya Şakir onun dinleri beğenmediğini, genel ahlakı yeni bir mecraya dökmek istediğini, milletlerarası bir cemaat teşkil etmek istediğini, emsali az görülen bir muhteris olduğunu, cahil halk arasında haram olan birçok şeyi helal kıldığını bundan dolayı da cezayı hak ettiğini düşünür.
Arif Hikmet Bey'in gördüğü bütün Varidat nüshalarını ucuz pahalı demeyip alıp yakmasından dolayı İstanbul'da bulunmasının zor olduğunu Kısası Enbiya müellifi Ahmed Cevdet Paşa'dan aktardıktan sonra Selanik'in Serez kasabasında bulunan mezarının Balkan Harbinden sonra Türkler ve Rumların mübadele edilirken, Edirne vilayeti mübadele komisyonu reisi Serezli Ferit Rasim Bey ile refikleri tarafından açıldığını, kemiklerinin küçük bir sandığa yerleştirilerek son muhacir kafilesi ile İstanbul'a getirildiğini anlatması son derece ilginçtir.
Bektaşiliği savunurken tarikatların kaldırılmasına değinen Ziya Şakir Alevilik-Bektaşilik-Kızılbaşlık gibi konular etrafında en küçük malumata sahip olmayan kimselerin iftiralarından rahatsızdır. Bektaşiliğin baştanbaşa zevk, sefa ve eğlence kaynağı olarak gösterilmesi cahilane ve amiyane iftiralar olarak görmekte ve bu 'müstehcen' neşriyata karşı resmi makamların müsamaha göstermesine bir anlam verememektedir. Büyük ihtimalle Kemal Samancıgil tarafından hazırlanan ve 1946'da Gün Basımevi tarafından basılan Alevi Şairler Antolojisi'nde yer alan Balım Sultan bahsinin eleştirisinden oluşan satırlar, Bektaşiliğe dair hakikatin tahrifatından duyulan şiddetli öfkenin dışavurumudur.
Kitabın basit menkıbelere dayalı bir tasavvuf kitabı olmadığı anlaşılmaktadır. Gözümden kaçan başka hususlar muhakkak vardır. Fakat bütün bunların ışığında, yapılan değerlendirmelerin aslında propaganda niteliğinde olduğunu belirtmek hiçbir biçimde abartı olmayacaktır. Tarih-i İslamiyet kitabından yapılan uzun alıntının son paragrafı ile Dervişler Saltanatı'nın son paragrafı arasındaki yakınlığa dikkat çekerek bitirelim bu bahsi: "Mahaza münevver (aydın fikirli) Türkler dervişlere çok ehemmiyet vermezler. Hakikaten dervişler arasında dindarane amel ve hareketleriyle cidden hürmete lâyık kimselere tesadüf edilebilir. Lâkin yine bunlar arasında sarhoşluğun ve çapkınlığın numunesi addolunacak serseriler de eksik değildir."
Son olarak şunu söylemekten kaçınmamak gerekir: Dervişler Saltanatı siyasi yaklaşımlarıyla olduğu kadar aynı konu etrafındaki başka çalışmalarla karşılaştırmalı olarak yorumlanması gereken 'dolu' bir metindir.
Ziya Şakir, Dervişler Saltanatı, Akıl Fikir Yayınları, İstanbul, 2012,515 sayfa.
* Dünya Bülteni
SON VİDEO HABER
Haber Ara