Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Bildiğimiz gibi değil!

İnsana başkasının yüzünde patlayan tokadı kendi yüzünde hissettirebilmeyi başaran Bildiğin Gibi Değil, iki araştırmacı Funda Danışman ve Rojin Canan Akın tarafından 90’lı yıllarda çocukluğu Güneydoğu’da geçmiş 1975-1985 yılları arasında doğan Kürt gençleri ile yapılmış 19 söyleşiden oluşuyor.

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-09-10 15:20:53

Bildiğimiz gibi değil!
TİMETÜRK / Umut İslam Ayar

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana devlet politikası olarak uygulanan red, inkar, asimilasyon politikakaları sonucu meydana gelen ölümler, travmalar, köy boşaltmalar, göçler sorunu bir çok boyutu ile gündeme taşıyor. Sorunu tek boyutlu değerlendirmeler sıkıştırmak ya da hamasi söylemlere mahkum etmek çözüme değil tam aksine bir çözümsüzlük buhranı içerisinde kaybolmaktan başka bir işe yaramaz. Sorunun temelinde birçok etmen olmakla birlikte birincil olarak Kemalizmin ürettiği ulus kimliğin biçimlendirdiği resmi politikalar olduğu aşikârdır.

Doksanlardan İkibinlere

Türkiye, sorunlar yumağı içerisinde neresinden tutsan dökülecek bir durumda. Bu sorunlar yumağının Kemalist vesayet sisteminin bir ürünü olduğunu hesaplaşılmanın ancak bu vesayetin yok olması ile gerçekleşeceği görülmelidir. Bu hesaplaşma olmadan ne Kürt sorunu ne de diğer sorunların  çözümünde net bir adım atılmış olmaz.

Kürt sorununu ve onun ötesinde, kültürel kimlik hakları sorununu, şiddetli ve saldırgan bir inkârcılığa varan yöntemlerle bastıran bu akıl, esas sorumludur. Kürt sorununun bugün en azından bir sorun olarak konuşuluyor olması, PKK'nin Türkiye toplumunun gündemine bu sorunu dayatmasının bir sonucu olması, zaten kendi başına anlamlı değil midir? Türkiye’de Kürt diye bir kimlik olmadığını, bunların dağ Türkü olduklarını; Kürtçe diye bir dil olmadığını, bunun Türkçenin Farsça ile karışmış bir lehçesi olduğunu resmi ağızların ifade ettiği tarih o kadar uzak değil. Kürtçe konuşmanın kanunla yasaklanması, Kürt kimliğiyle siyaset yapmaya çalışanların ayrım gözetilmeksizin terörist veya terör destekçisi muamelesi yapılması da. Kayıpların, işkencelerin, katliamların, yakılan köylerin, zorunlu göçlerin açtığı yaralar kanamaya devam ediyor.

Adaletli bir siyasal rejimde kimlikleri içinde varlıklarının meşruiyetinin tartışılamaz olması lazım gelen Kürtlerin bunları dile getirebilecekleri meşru siyasal alan bütünüyle onlara kapalı olduğu zaman, bu acıların paylaşılabilmesi ve yüzleşilebilmesi nasıl mümkün olabilir?

Türk milliyetçiliği ile dağlanmış milli devlet aklı böyle bir ortamın oluşmasını her zaman bir “olağanüstü durum” bahanesi bularak engelledi. Engellemeye de devam ediyor. PKK’nin, şiddet yöntemlerini benimseyen ve Kürt sorununu kendi temsil tekelinde tutmaya özen gösteren aşırı otoriter ve egemen milliyetçiliğin dilini, simgelerini, tasavvur dünyasını taklit etmekten geri kalmayan tavrının, bu toplumun üzerine bir kâbus gibi çöken 1980 sonrası devlet uygulamalarının dolaylı bir ürünü olduğunu gören geniş bir Kürt topluluğu var. Bunun dile getirilmesi esas olarak Türkiyeli Kürtlerin sorumluluğunda olması gerekir.

“Derin devlet” ve PKK ikilisinin oluşturduğu şiddet sarmalından kurtulabilmek, bu ikilinin toplumun bütününü sürüklediği ölümcül karşılıklığı etkisiz kılmak konusunda Kürtlerin adına konuşanların omzuna herkesin sırtındaki yükten çok daha ağır bir yük biniyor. İyi niyetleri içinde bu kapandan kurtulmak isteyenlerin sırtındaki bu ağır yükün altında ezilmemeleri için ellerinden tutma gerekliliği vardır.

90’lı yılların başından itibaren şiddetin ölümün kol gezdiği Kürdistan’da gerçekleşen zulmün sözlü anlatısı olan Bildiğin Gibi Değil merhemsiz kalan bir “yara”nın nasıl kangrene dönüştüğünü önemli oranda ortaya koymakta. Dönemin tanıklarının yaşadıkları travmanın zihinlerinde nasıl kalıcı bir hasara yol açtığını, “insanlıktan utanılacak” muamelelere tabi tutulan bir toplumun ne istediğini başkalarına anlatmaya çalışan bir çalışma.

“Derin Devlet, PKK, Kontrgerilla, Jitem ve Faili Meçhuller” bu kavramlar aslında başlı başına birçok şeyi ifade ediyor doksanlı yıllar Türkiyesi için. Metis yayınlarından çıkan “Bildiğin Gibi Değil” kitabı bu dönemi tüm gerçekliği ile gözler önüne seriyor. Babaları gözleri önünde öldürülen, anneleri dayakla felç edilen kardeşlerinin ölüsü bir koyakda bulunuveren, hayal gücünü zorlayan işkencelerden geçen, cinsel tacize uğrayan, durmadan üniformalı öğretmenlerden, askerlerden, polislerden dayak yiyen bu çocuklar artık büyüdü.


Hepsinin İlk Hatırladığı “Ölüm”…

Devletin, kirli sarı bir yılışıklıkla “kardeşimiz” dediği insanların bir kuşağını öldürüp, bir kuşağının çocukluğunu nasıl yaraladığına tanıklık ediyoruz kitabı okurken. Wanbetan’ın anlattığı “Sanki gözleri yırtılıyor” gibi bakan suskun kız çocuğu Hazal’la tanışıyoruz aynı zamanda. Babasını konuşturmak için gözleri önünde dokuz kişi tarafından ırzına geçilen, layık görüldüğü zulüm karşısında lal olan Hazal’ı. “Hazal’dan sonra nasıl yaşayabiliriz?”i düşünelim sonra. Hep birlikte. Hazal’ı sağaltacak bir dünyanın harcı nasıl atılır? Duyduğumuz derin tiksinti ve utançla, insan kalarak nasıl baş edebiliriz?

İnsana başkasının yüzünde patlayan tokadı kendi yüzünde hissettirebilmeyi başaran Bildiğin Gibi Değil, iki araştırmacı Funda Danışman ve Rojin Canan Akın tarafından 90’lı yıllarda çocukluğu Güneydoğu’da geçmiş 1975-1985 yılları arasında doğan Kürt gençleri ile yapılmış 19 söyleşiden oluşuyor. Kitabı hazırlayanlar önsözünde böyle bir çalışmayı neden yaptıklarını şöyle anlatıyorlar “Bu kitap, birilerine hak vermek ya da birilerini övmek kaygısıyla yazılmadı. Öncelikli amacımız, kimilerinin “Bölge” kimilerinin “Doğu” , kimilerinin de “Kürt illeri” olarak bildiği coğrafyada yaşanan savaştan kaynaklı acıları, ölümleri, eksik yaşanan duyguları, yarım kalan hayatları, kısacası “öteki” olarak bilinenleri anlamaktı”

Söyleşiler 90’ların yoğun şiddet ortamından geçen çocukların gençlik yıllarında yaşadıkları olaylar üzerinden yapılıyor. Yaşadıkları bölgelerde sokaklarda durmadan birilerinin öldürüldüğü, evlerin kurşuna dizildiği, BM mülteci kamplarında geçen zor zamanlar, ailelerine yapılan işkenceler, mayınlar arasında sevdiklerine duyulan özlemleri ile bu duruma alıştırılmış bir neslin gündelik yaşantılarını konu alıyor kitap. Çocukluğa dair açlık, sefalet, rezillik, işkence, kan ve ölümden başka anısı olmayan bir neslin hayat hikayesi. Bu durumun yaşattığı travma. “Bunları unutmamız mümkün değil unutmayız!” diyen bir nesil. Kitabın önsözünde belirtildiği gibi : “90’lı yıllarda çocuk olup yaşanan savaşı tüm çıplaklığı ile belleğine kaydetmek zorunda kalan ve herşeye rağmen yaşamını orada sürdüren kuşağın hikayesidir aynı zamanda”

Öte yandan kitabı hazırlayanlar da bir şekilde sürecin tanığı olan isimler. Erzincanlı olan Funda Danışman şöyle anlatıyor kendi hikayesini: “ 11 yaşına kadar oradaydım, sonra zorunlu göç yaşadık 1995’te. Zaten babam 80’lerde cezaevinde yatmış. Çocukluğumda çok nadir evde olurdu. Erzincan küçük yer, mimli bir aileydik. Babam ticaretle uğraşıyordu, sürekli tehdit mektupları alırdık. Dayımın gerilla olmasıyla baskılar yoğunlaştı. Biz cenazesini alabilen şanslı ailelerdendik. Tanınan bir aile olduğumuz için, onun nasıl bir cenaze olduğunu herkes biliyordu.

Tehdit mektupları arttı, evimizin önüne ölü hayvanlar atıldı. İki kardeşiz; biz büyürken ailem kaygı duymaya başladı. İstanbul’a göç etmek zorunda kaldık. Beş sene kadar oturduğumuz apartmanda kimse bizimle konuşmadı. Bu çalışmayla yarım kalmış hikâyemi tamamlamış gibi oldum. Ben de Erzincan’da kalsaydım, onlardan biri olabilirdim.” Zaman zaman bütün tanıklık anlatılarında öne çıkan husumetli bakışların da olduğu unutulmamalı kitap okunurken. Sözgelimi önemli, üzerinde konuşulması gereken pek çok olay anlatmasına rağmen Nadire Mater’in Memedin Kitabı kadar “nesnel” bir çalışma değil bu çalışma.

Kitabın önsözünden sonra tüm açılardan çekilmiş bir evin fotoğraflarını görüyoruz sayfaları çeviriyorsunuz her cepheden neredeysen kurşunun iz bırakmadığı yer kalmamış. Evin üzerinde ki kurşun izleri aslında anlatılmak isteneni o kadar açık anlatıyor ki? Bir dönemin nasıl kanlı bir çarşaf ile örtüldüğünü görüyorsunuz. İnsanların neden eline silah aldığını da.. Savaşın ve ölümün gölgesinde parçalanmış hayatların verdiği yaşam mücadelesini, devletin birer katil olarak canlandığı topraklarda Jitem’i ve “Kontrgerilla” yı ve sonrasında oluşan öfkeyi anlamaya başlıyorsunuz.

“Birbirimizi anlamak, ancak çocukluk anılarımız yok saymamakla mümkün olur diyor” Arno Gruen. Hikâyelerini bilmeden düşman olunan bir toplumun trajedisine tanıklık ediyorsunuz:

“İçeri girin yoksa vuracağız, vur emri var dediler. İçeri girdiler. Biz dışarı çıkacaktık. Yengem bağırıyordu, dışarı çıkmayın, ben yaralandım başkası yaralanmasın, diye. Ağabeyim bağırıyordu, ben çıkacağım, diyordu. Yengem yalvarıyordu dışarı çıkmaması için. Kan kaybediyordu…”

Korku ve Tedirginlik

16 – 17 yaşlarında çocukların okul ve cezaevi arasında geçen sürekli bir korku ve tedirginliğin kuşattığı bir ortamda yokluğun korkunun ölümün sıradanlaştığına gözlemliyoruz. “Biz doğarken bize sorulmadı ölürken de bize sorulmayacak bırakın artık, istediğimiz gibi yaşayalım!” diye isyan ediyor Aznavure. Babasının ölümüne “kurtulduğu” için sevinen bir çocuk…

Maruz kaldıkları zorlandıkları yaşantılarında, samimi içten saf duygular ile kurdukları cümleleri ve dönemin baskılarının verdiği psikolojinin ürettiği travma hali. Bugün aslında konuşulması gereken hesaplaşılması gereken en önemli noktalardan biridir bu! Hâlâ 90’lı yıllarda kamplara zorla göç ettirilmiş yurtdışına kaçmak zorunda kalmış binlerce insan mevcut. Sorunun bu boyutu görmezden gelinemeyecek kadar önemli:“Ölmeden birkaç gün önce babam bize meyve almıştı. Elma portakal falan. Dolapta duruyordu, aldım onun elmasını. Bu babamın elması dedim, damda oturup ağlayarak elmayı yedim, bunu çok iyi hatırlıyorum. Babamın en son aldığı şeydi.”

“Şu an ölüm öldürme diyince aklıma o dönem yaşadığım ölümler geliyor. İnsanların eceliyle ölmesini garipsiyorum. Ben ölümleri silahla yaşadım.”

Onlarca yıldır hayatımızın, önünde kan ve ter döktüğümüz kördüğümü anlamak için başvuracak insanlık, 90’lı yıllarda çocukluğunu cehennemin tam gözünde geçirmiş insanların anlatısına. Onları, insan aklının alamayacağı bir zulümle yaralamış olan devlet aygıtının sığ-derin bütün yüzleri var bu kitapta. İsyanın doğuş hikâyesinin ardından gelen neslin niçin daha hırçın konumda olduğunu anlamak da mümkün.

Fırat Anlı’nın şu anki kuşağın barışamayacak kadar öfkeli olduğu yönündeki tespiti hatırlanabilir bu noktada. Yine Kürt gençliğinin sekülerleşme sürecinde devlet ve aktörleri yanında etkili olan ve pek konuşulmayan noktaları da bazı gençlerin anlatımlarından yakalamak mümkün. Ama en önemlisi dönemi çocuk gözünden; en çıplak, en güçlü, en kırılgan olanın insan tomurcuğunun yanı başından bakmaya zorluyor bizi.

Rojin Canan Akın, Funda Danışman, Bildiğin Gibi Değil, Metis Yayınları, 2011, 307 sayfa.

https://twitter.com/umutislam 

Haber Ara