Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Şiddet, yalan ve ‘Kürt özgürlük hareketi’

Maalesef, PKK’sı, KCK’sı, BDP’si ve Türk-Kürt diğer sempatizanlarıyla “Kürt cephesi”ne dair başka birçok gerçeğin ipucunu taşıyordu. Tam bir “ideolojik çatı altından konuşma” örneğiydi.

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-08-25 16:34:48

Şiddet, yalan ve ‘Kürt özgürlük hareketi’
Aslında böyle sâkin başlıklar koyup sâkin bir kompozisyon çerçevesinde sâkin cümleleri ardı arda sıralamak gelmiyor içimden. Aynen, sonradan hakkında nice yalanlar inşa edilen, oysa olaydan hemen sonra herkesin derin bir suçluluğun pençesinde sustuğu o meşum 1 Mayıs 1977 gecesinde olduğu gibi, avazım çıktığı kadar bağırmak, küfretmek, lânet okumak, bedduam üzerinize olsun gibi şeyler söylemek istiyorum, bazı tanıdıklarım da dâhil bir dizi, belki bir yığın insana. Gene de kendimi tutmaya çalışacağım, tutabildiğim kadar.

Bazen tek bir panel, tek bir konuşma, ya da hattâ tek bir söz, bir mikrokozmos oluyor, daha geniş evrenleri içinde barındıran. 16 Ağustos’taki aHaber panelinde, Leylâ Zana’nın da avukatlığını yapan Cabbar Leygara’nın, PKK’nın Hüseyin Aygün’ü bilmeden, kazara, tesadüfen kaçırmış olabileceğini öne sürmesi, işte böyle bir ândı.

Muhtemelen kendisinin de inanmadığı, ama o bir yana, başka kimsenininanmasının mümkün olmadığı; o kadar basit, o kadar çürük, o kadar kısa vâdeli, o kadar “şunu söyleyivereyim de ne olursa olsun, hiç olmazsa şimdilik gitsin bu belâ başımdan” türü bir savunma refleksiydi ki, bir kere daha hüzün ve hayal kırıklığı yaratıyor; orada olup duymak ve gözlemek bile insana acı veriyordu. Maalesef, PKK’sı, KCK’sı, BDP’si ve Türk-Kürt diğer sempatizanlarıyla “Kürt cephesi”ne dair başka birçok gerçeğin ipucunu taşıyordu. Tam bir “ideolojik çatı altından konuşma” örneğiydi.

Akşam-sabah karşılaştığım, biri vekil biri taksi şoförü (yani tabandan) iki CHP’linin Atatürkçü söylemini andıran bir başka şablona PKK’ya lâf söyletmeme şablonuna aitti. Daha da kötü bir benzetme yapayım; Kıbrıs, Ermeni soykırımı, işkence, insan hakları, Kürt sorunu gibi konuların gündeme geldiği, ister açık ister informel toplantılarda Türk diplomatlarının hep yaptığı, yapmaları mutâd olan, devletin (veya örgütün, veya partinin, veya gerillanın) kırmızı çizgilerini birer klişeyle tekrarlamaktan ibaret, zerrece ikna değeri içermeyen, ilk üç dört kelimeden sonrasını duymak istemediğiniz (çünkü zaten bildiğiniz) yığınla konuşmayı hatırlatıyordu. En önemlisi, galiba kendisini, safını, söylemini “dışarıdan görme” hissinden yoksundu.

Orada dile getirmedim ama şimdi, şu son bomba faciasından sonra, HPG’nin sözümona yalanlamasına da aldırmaksızın ve hattâ hayli kızarak söylüyorum; bu tür mazeret bulma çabaları sıktı artık. Son bir haftada, o PKK grubunun Hüseyin Aygün’ü ne kadar uzun süre takip ettiği ve yolunu bir değil iki defa kestiği, bütün ayrıntılarıyla ortaya döküldü zaten. Her şey bir yana; Aygün’ün “bazı şikâyetler üzerine gözaltına alındığı ve gerekli soruşturmadan sonra bırakılacağı” yolundaki PKK açıklaması ANF’den yayınlandı. Besbelli ki bu, mutlak, despotik bir hegemonya iddiasının ve “kendi toprağı”nda başka kimseye hayat ve farklılık hakkı tanımama, herkesi zorla hizaya getirme çabasının bir parçası.

(Kanımca Şahin Alpay bile bunun altında barış mesajları aramakla kendini hayalci bir iyimserliğe kaptırmış.) PKK milliyetçiliğe, şiddete ve silâha dayalı tabiatı gereği sürekli böyle şeyler yapıyor ve sonra, tepkilere göre kıvırtma ve/ya geri adım atma yoluna gidiyor. Ya ne idüğü belirsiz bir “TAK”a yıkıyor ve “asıl şahin” diye kamuoyu önünde güya azarlayıp puan toplamaya çalışıyor. Ya, genç bir gerillanın “münferit” öfkesine bağlıyor ve aynı anda “allah allah, bunda tehdit yok ki, nereden çıkartıyorsunuz” demeye getiriyor (Orhan Miroğlu olayı).

Ya da, Silvan Çukurca baskınında olduğu gibi, önce “ordu gaz attı ve yaktı” diye yalanlar uyduruyor (bunları çeşitli internet sitelerinde bazı BDP’liler de hararetle tekrarlıyor): sonra, aradan haftalar geçtikçe bu bir böbürlenmeye dönüşüyor (ve bu sefer aynı BDP’lilerden çıt çıkmıyor; yanlış bilgilenmişiz demeye bile üşeniyorlar).

16 Ağustos akşamı bunların birçoğunu yuttum kuşkusuz. Çünkü Gaziantep olmamıştı ve daha çok nefret söylemlerini konuşmaya çalışıyorduk. Üzerine bomba geldi. Bir bakıma burada söylediğim her şey tekrar. Ahmet Altan yazmış : “PKK yönetimi... bu devletin her türlü hastalığını, bu arada yalancılığını da devraldı. Bizim eski Genelkurmay gibi çok rahat yalan söylüyor. Taksim bombasında da ‘biz yapmadık’ demişti, sonra ‘TAK yaptı’ dedi...

Ne bu devlete, ne bu PKK’ya inanıyorum.” Aynı gün (22 Ağustos) Mithat Sancar da yazmış : “Pekâlâ yarın öbür gün PKK’den, ‘eylemi yerel birimlerin kendi inisiyatifiyle gerçekleştirdiği’ yönünde yeni bir açıklama gelebilir... Örgütün üst düzey yöneticileri, daha kaç ay önceden, şehir merkezlerinde ‘çok ses getirecek ve acı verecek eylemler’ yapacaklarını bildirmemişler miydi ?” Ertesi gün (23 Ağustos) Yıldıray Oğur, Murat Karayılan’ın kitabından alıntılarla, bu tür bir yığın “inkâr, sonra ikrar” olayını saymış, kanıtlamış.

Bütün bunlarla birlikte, bir de “Halkların Demokratik Kongresi” (HDK) denen garabetin, 21 Ağustos tarihli açıklamasının garabeti var ortada. Ona da, ona bağlanan umutlara da, hâlâ “Kürt özgürlük hareketi”nin (?) kuyruğuna takılan ve gidecek başka yer bulamayan birtakım “solcu”lara da, “tarihsel asimetri” ve “haklı şiddet” takıntılarına da, bütün bunların nasıl bittiğini, tükendiğini, sıfıra irca olduğunu göremeyenlere de, ben “hayır, gerillaya oy vermeyeceğim” ve “hayır, BDP’de ders vermeyeceğim” dediğimde çemkirenlere de...

Gelecek hafta değineyim.
SON VİDEO HABER

Uçakta olay çıkarıp, 'Türkiye'yi satın alırım' diye tehdit etti

Haber Ara