Fıtrata uygunluk ve eşyanın tabiatı
Muhkem vahyi bilgiye ulaşamadığı halde hanifler gibi adil olanı arayan kişi, fıtratın ve eşyanın kanunlarını arıyor demektir.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-08-13 13:05:37
Müslümanlar açısından insanlar arasında en önemli tartışma veya araştırma konusu, doğrunun ölçüsü ve doğrunun ne olduğu ile ilgilidir. Şu sorular konunun vuzuha kavuşturulması açısından önemlidir: Doğruya ulaşma konusunda algılama ve yorum biçimimiz genel-geçer, kesin ve evrensel bir nitelik taşıyabilir mi; yoksa evrende her şey izafi ve değişken midir? Doğru, sınırlı insan idrakine veya düşünsel üretimine bağlı kalırsa ne kadar doğru olabilir? Daha doğrusu, doğruyu bulmak ve kavramak herkes için mümkün müdür?
Kuşkusuz her insan doğruya ve doğrunun ölçüsüne sahip olmak ister. Bu istek insanın doğasından kaynaklanır. Ancak insan idraki ve düşünce kapasitesi iki açıdan sınırlıdır:
a)İnsan aklının birinci sınırlılığı yapısaldır ki, milyarlarca ışık yılı ötesinden kuant yollayan bir galaksiler evreninde, insanın duyma, görme, tatma gibi algılama kapasitelerinin üst ve alt sınırları vardır.
b)İnsan aklının ikinci sınırlılığı çevreseldir ki, o da insanın dil, bilgi, kültür gibi öncül birikimi açısından kendi tarihselliği ile sınırlı olduğu haldir.
Oysa her rüşt yaşına ulaşan veya hayatı doğru anlamlandırmaya çalışan kişi, sığ ya da derinlemesine insanı ve evreni tanımak, ilk faili bulmak veya varlığın amacını ve yaratılış hikmetini bilmek; yani doğru olana ulaşmak ister. Tutarlılık açısından insanın bulacağı doğru, kendi doğrusu kadar, insan doğasının ve evrenin de doğrusu olmak durumundadır. Bu beklenti bizi insanın ve evrenin var oluşu ya da yaratılışı hakkında yaklaşım biçimlerini değerlendirmeye götürür. Rabbimiz sorar: "Yaratan yaratamayana benzer mi?" (Nahl, 16/17) Bu tür sorular, vahye inansın veya inanmasın, vahye muhatap olan her bireyin aklına düşürülür. Kavrayabildiğimiz kadarıyla bu tür sorulardaki amaç da insanı, yaratılandan yaratana ve onun mesajına yöneltmektir.
Yoktan var eden bir yaratıcı tasavvuru veya inancı dışında; evrenin var oluşunu ruhçu, maddeci, ben merkezci ya da bilinemezci yaklaşımlarla yani yaratılmışların bilgi formuyla açıklamaya çalışan ve ideolojiye, dine, doktrine dönüşen felsefeler dün olduğu gibi bugün de söz konusudur. Eğer bir yaratıcı var ise, onun yarattıkları için planladığı bir tasarının veya amacın olmaması mümkün müdür? Zaten Rabbimiz, kulluk yapmaları için yarattığı iradeli varlıklar olan insanları başıboş bırakmamış, onlara vahiy nimetiyle istikametlerini göstermiştir. Korunmuş olan vahyin toplandığı Kur'an-ı Kerim'de bildirildiğine göre "Allah, gök ve yeri hak ile yaratmıştır." (Ankebût, 29/44) ve "Rahman'ın yarattığında hiçbir nizamsızlık/tefavüt yoktur." (Mülk, 67/3)
Evrensel doğruyu ve doğruyla uyumu ifade etmek için "fıtrata ve eşyanın tabiatına uygun" olmaktan bahsedilir. Evrenin ve insanın tesadüfen veya kendiliğinden yaratılması muhaldir. O halde bir yaratıcıdan bahsedeceksek, Müslüman olarak Allah'ı gereği gibi tanımalıyız ve Allah'la birlikte başka ilahlar edinmemeliyiz. Tarihselliğimizden kurtulabildiğimiz oranda insanın da evrenin de bir düzen içinde yaratıldığını ve yaratmayla neyin amaçlandığını kavramaya yönelebiliriz.
Felsefî tasavvufçular Rahman Suresi'ndeki insanın yaratılışı ve ona beyanın öğretilmesi ile ilgili ayetlerin"Rahman, Kur'an'ı öğretti." hitabı ile başlamasını, bu öğretiyle tüm evrenin oluşumu gerçekleşti diye gayba taş atar tarzda yorumlasalar da, biz yaratılışla ilgili gayb bilgisini korunmuş olan vahyi vakıa ilminden, yani bize bildirilen ilahi kelam Kur'an'ın muhkem ve delaleti açık ayetlerinden öğrenmeliyiz. Fıtratın ve eşyanın tabiatını kavramaya yönelmek, bizi yaratılış amacına yaklaştırır. Ve yaratılışın ve yaratılış amacının bir muamma olmadığı da Rabbimiz katından son rasul Hz. Muhammed (s)'e bildirilen vahiy nimetiyle ortaya konulmaktadır.
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, yaratılışına nasıl başladığına bir bakın. Allah ahiret yaratmasını da sonra inşa edip yaratacaktır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir."(Ankebut, 29/20)
Eşyanın Tabiatı
Rabbimiz yarattığı insana, "Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü mü?" (79/27) diye sorar. Bu hitap, kendi tarihsel dönemi içinde de bugün içinde, yaratılmış olan ve algı sınırımızı aşan evren vakıasının mükemmelliğine dikkatleri yöneltmektedir. Göklerin ve yerin "hak" ile yaratıcısı olan Allah, "Göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık." (38/27) diye belirtir. Allah'ın evrende yarattığı her şey, onun çizdiği ölçüler ile hareket etmektedir. Çünkü Allah "Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş ve belli bir ölçü/kader takdir etmiştir." (Furkan, 25/2) Ve her şeye hılkatını/tabiatını verip yolunu gösteren Rabbimizdir. (Tâha, 20/50) Bu nedenledir ki "O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (İsra, 17/44)
Varlık aleminde Allah'ın yaratılış kanunlarına/adetullaha tabi olmayan tek bir eşya veya tek bir canlı yaratık bulunmaz. Tüm canlıların ve eşyanın tabiatı, yaratılış/fıtrat kanununa uymaktadır ki, bu uyumu Rabbimiz her şeyin kendisine secde ederek1 ve tesbih ederek2 gerçekleştirdiğini bildirir. "Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah onların işlediklerini bilendir." (Nur, 24/41)
20. yüzyılın araştırmacı ıslah öncülerinden Ebu'l Â'la Mevdudi de, insan biyolojisinin Rabbimizin takdir ettiği eşyanın kanunlarına zorunlu olarak uyduğunu belirtir. Mevdudi'ye göre insan, iradi olarak vahyin kanunlarına uymasa da, kendi kan dolaşımından, nefes almasına kadar adetullaha itaat etmektedir.3İmtihan olmak için iradi bir varlık olarak yaratılan insan dışındaki tüm canlılar, insan biyolojisi ve eşya, tabiatlarındaki/fıtratlarındaki ilâhî kanuna uyar. Bu nedenle bu uyum secde ve tesbih kavramlarıyla izah edilir. Tüm tabiat bilimcilerinin ve laboratuar çalışmalarının eşyada keşfetmeye çalıştıkları kanunlar da ilâhî kanunlardan başkası değildir. Tabiat bilimciler, tabiat kanunlarıyla/adetullahla/kaderle ilgili yeni bir kanun koyamazlar; ancak var olanı keşfedebilirler.
Kader kavramı, "Allah, her şey için bir ölçü/kader kılmıştır." (Talak, 65/3) gibi ayetlerde, eşyanın düzenini ifade eden ölçü olarak kullanılır. Kur'an'da geçmeyen adetullah ve tabiat kanunu gibi terkipler de bu bağlamda kader yerine kullanılabilir.
Eşyanın tabiatına aykırılık, eşyayı, canlıları ve insan organizmasını kendi yaratılış kanunlarından kopartmak demektir ki, bu "hak" ile yaratılanı bozmaya çalışan büyük bir zulümdür. Atmosferi kirletmek, zehirli atıkları çevreye yaymak veya kutup ayılarını ekvatorda yaşatmaya çalışmak, eşyanın tabiatına olumsuz olarak müdahale etmek demektir. Tabiatta nükleer kirlenme oluşturacak atom bombasının veya diğer nükleer silahların kullanılması tabiatın ifsadı demektir. Gen mühendisliğinin insan maslahatını gözeterek değil de fıtrat dışı canlılar üretmek maksadıyla kullanılması, karşımıza başka bir azgınlaşma türü olarak çıkar. Gen mühendisliği konusunda olduğu gibi nükleer enerji edinimi ile nükleer silah üretimini de birbirinden ayrıştırmamız gerekir. Aynı şekilde insan fıtratıyla bağdaşık olmayan gay, lezbiyen, ensest ilişkiler doğrudan eşyanın fıtratına müdahaledir. İnsanın hayvanlarla, çocuklarla, annesi veya kardeşiyle cinsel ilişkiye girmesi ahlaksızlıktan öte, insani değerleri felç eden bunalım ve ağır hastalık halini gösterir. Bu tür ilişkiler cebirle veya rıza ile gerçekleşse bile, zina suçundan farklı olarak, ayrıca büyük bir zulümdür. Nasıl ki doğayı tahrip eden nükleer kirlenme özgürlük alanıyla ilgili değil ise; işkence, intihar, homoseksüel ilişkiler de insanın doğasına aykırıdır ve eşyanın tabiatına aykırı bu tür sapıklıklar özgürlük olarak algılanamaz. İstisnai olarak görülen bazı organik cinsel bozukluklar ise homoseksüelliğin meşrulaşmasının değil, tıbbî yardımın konusudur.
İnsanın serbest iradesiyle tercih ettiği ama fıtratının/doğasının aleyhinde olan alkol veya esrar içmek gibi davranışları olabilir. Ama bu davranışlar veya alışkanlıklar, Allah'a secde ederek veya tesbih ederek itaat eden insanın organik yapısını bozar, işlevlerini dumura uğratır; dolayısıyla da insan biyolojisinin tabii yaşamına karşı zulüm oluşturur. Bu noktada "Biz güçlüyüz atom bombası atarız!" diyen müstekbirler ile; "Vücudum benim, ben alkol içerim, homoseksüel ilişkide bulunurum veya intihar ederim." diyen emansipasyon/ölçüsüz özgürlük taraftarı kişinin sapması da benzer niteliktedir; çünkü her iki tavırda da hak ölçü ile yaratılan eşyanın tabiatı değiştirilmeye çalışılmaktadır.
Eşyanın tabiatını savunmak, eşyanın ölçüsünü/kaderini savunmak demektir. Eşyanın tabiatını veya kaderini bozmak, "ekini ve nesli ifsat" (2/205) etmeye kalkışmak demektir ki bu da azgınlık veya tuğyandır. Oysa vahye teslim olan Müslümanlar her şeyi ölçü ile yaratan ve bize hayatın ölçüsünü gösteren Allah karşısında gayb katından tabiat alanına, bilginin kaynağından hukuk alanına kadar her tür ululanmayı ve kayıtsızlığı tuğyan, ululananları da tağut olarak görüp karşı çıkmak sorumluluğundadırlar. Müslümanların zulme karşı tavır almaları en başta yaratılış kanunlarını doğru algılamaları, yaratıcının istikametine uymaları ve bu ilahi kanunlara sahip çıkmalarından kaynaklanmaktadır. Eşyanın tabiatını savunmak, barışı/esenliği ve adaleti savunmak demektir.
İnsan Fıtratı
En güzel şekilde yaratılan insan (ahsen-i takvim -Tin, 95/4-), yaratılış fıtratından irâdi tercihi ile yabancılaşıp uzaklaşırsa, fıtratına aykırı davranır ve fıtratıyla var olan uyumunu bozar. Bu hal hayvanlar gibi iradesizleşmektir ki, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırılık veya zulüm halidir. Fıtratından yabancılaşan insan dengeyi yitirir ve sefillerin en sefili (esfel-i sâfilin -Tin, 95/5-) haline gelmeye başlar.
Kur'an-ı Kerim'de yarmak, ayırmak anlamında gelen "fatr" kökünden türemiş olan "fıtrat" kelimesi, "ilk yaratılış" anlamına gelmektedir ve sadece Rum Suresi'nin 30. ayetinde kullanılmıştır: "Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere (fıtratallah) yarattı ise ona çevir. Allah'ın yaratılışında değişme yoktur."
Rabbimiz insan cinsini4 (el-insan), en güzel şekilde yarattığını bildirmektedir. İnsan önce tek bir nefisten yaratıldı ve ondan da zevci yaratıldı (Nisa, 4/1), nefsi şekillendirilirken fucur ve takva (kötülüğe ve iyiliğe meyletme kapasitesi) ile (Şems, 91/7-8); ayrıca mahiyetini kavrama konusunda aciz kaldığımız bir güçle donatıldı. (Secde, 32/9) Onun yapısına "emanet" (muhakeme, akıl, irade, ihtiyar gücü, …) yüklenmiştir (Ahzab, 33/72) ama insana doğuştan hiçbir bilgi verilmemiştir. (Nahl, 16/78) Dolayısıyla insan fıtratı doğuştan bilgiye sahip değildir; ama insan fıtratında bilgiyi ve hayatın amacını kavrayabilecek bazı istidatlar ve kâbiliyetler bulunur.
Rabbimiz Kur'an'da insan yapısını nasıl biçimlendirdiğini, yaratılmışların diliyle bildirirken "intak" veya "teşhis" denilen edebi sanatları kullanarak, konuşma kabiliyeti olmayan varlıklara insan gibi söz söyletmekte veya onlarla ilgili canlandırmalar yapmaktadır. Rabbimiz böyle bir konuşturma veya canlandırma sanatı ile insan fıtratının, ilahi kanunlarla uyum içinde yaratıldığını bizlere anlatmaktadır:
Rabbimiz Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak ve kıyamet günü "Viz bundan habersizdik!" dememeleri için sormuştur:
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
Onlar da şöyle cevap vermiştir:
"Evet şahidiz (kâlû belâ)." (A'raf, 7/172)
Dolayısıyla yaratıcının varlığını ve kudretini kavrama veya algılama kapasitesi, gerçek olan ile sahte olan arasında ayrım yapabilme kabiliyeti, insana yaratılıştan (fıtraten) veya içgüdüsel olarak verilen bir özelliktir.
Allah insanı, cinler gibi kendisine kulluk etmek için yaratmıştır. (Zâriyat, 51/56) İnsanın organizması diğer yaratılmışlar gibi Rabbimizin yaratılış kanunlarına uyar; yani Allah'a secde ve tesbih eder. Ancak insan diğer yaratılmışlardan farklı olarak ihtiyar/akıl sahibidir; aklını çalıştırabilmesi için insan cinsinden olan Hz. Adem'e de eşyanın isimleri öğretilmiştir veya eşyayı isimlendirme kapasitesi verilmiştir. (Bakara, 2/31) Ama insan cahilliğe meyyal olduğu için de (Ahzab, 33/72) başı boş bırakılmamış (75/36) ve ilk rasul olan Adem'e (a) kelimeler verilmiş ve ilahi hidayet yolu gösterilmiştir. (Bakara, 2/37) Bu nedenledir ki Rabbimiz, insan için şöyle buyurmuştur: "Biz ona yolu gösterdik, ya şükredici olur ya da nankör." (İnsan, 76/3) Böylece iradeli bir varlık olarak yaratılan insanın dünya hayatındaki "hayır ve şer ile imtihan" serüveni başlar. (Enbiya, 21/35)
Fıtrilik, fıtrat kelimesinden türetilmiştir. Fıtrilik, "fıtrata veya eşyanın tabiatına, yani yaratılış amacına uygun olmak" anlamını ifade eder. İlmihal kitaplarında veya ilk dini bilgilerin öğretiminde kullanılan "Kâlû belâdan beri Müslümanım." ifadesi, "Fıtratım Allah'ın emrindedir." veya "Fıtratım İslam'la uyum içindedir."anlamında ele alınmalıdır. Ancak İslami kavramların öğretimine sızan bazı yanlış ve Kur'an dışında gaybî haberler oluşturan vehimlerle Kur'an ayetlerini bulandırmamak ve itikadımızı zan ve sanılarla kirletmemek gerekir. İnsan fıtratına yaratılışıyla birlikte Allah'ı birleme özelliği verildiğini belirten ayeti (7/172), maalesef ki bazı Müslümanlar ve tasavvufî kültür, "ahd-i misak" olarak değerlendirip, bu diyalogun aslı astarı olmayan ruhlar aleminde (âlem-i ervah) ve bir meclis toplantısında (bezm-i elest) geçtiğini iddia etmekte, dolayısıyla gayba taş atma konumuna düşmektedirler. Çünkü "âlem-i ervah" ve "bezm-i elest" gibi kavramlar Kur'an'da geçmemektedir; zaten vahyi hükümlerin uygulamaları konusunda Rasulullah'ın haberlerini ihtiva eden hadislerde ise Kur'an-ı Kerim'in bildirimleri dışında yeni bir gayb haberinin olması mümkün değildir. Çünkü Rabbimiz, rasulü Hz. Muhammed aracılığıyla bizlere korunmuş olan iki Kur'an değil, tek Kur'an göndermiştir.
İnsanı, Rabbini birleme fıtratı ile yaratan Allah, ona algılama ve akletme kapasitesi vermiş, başı boş bırakmayıp hidayet yolunu göstermiştir ve hayat imtihanına tabi tutmuştur. İnsana düşen görev ise iradi olarak Allah'ın korunmuş dini olan İslam ile fıtratı ve eşyanın tabiatı arasındaki uyumu yakalayıp, tevhid ve adalete ulaşmaktır. Ancak insan fiziki ve sosyal bir çevrenin içinde dünyaya gelir. Konuşmayı ve hayatın anlamlandırılmasıyla ilgili ilk bilgileri çevresinden öğrenir. Ve insan, temyiz ve rüşt yaşına ulaştıkça sorumlu bir birey halinde imtihana hazır hale gelir. Eğer insanın çevresinden aldığı bilgi, fıtratın ve eşyanın yaratılış amaçlarıyla uygun olan vahiy bilgisiyle örtüşmüyor ise; ayrıca çevreden aldığı bilgi doğru olsa bile, nefsindeki fucru, yani kötülüğe meyletme özelliğini tahrik eden görünür veya görünmez şeytani aldanışları tercih ediyor ise; fıtratına da, doğal çevresine de yabancılaşıyor demektir. Vahyi gerçeklikten ve ölçülerden uzaklaşmak da, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırı davranmak da hakikate yabancılaşmak demektir. Bu bağlamda fıtratla ilgili Peygamberimizden rivayet edilen hadisin olumsuz yanını, yabancılaşma doğrultusunda değerlendirebiliriz: "Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecûsî (farklı bir rivayete göre müşrik) yapar."5
Çevre faktörleri de, nefsi tercihler de veya şeytanın gaybi tuzakları da insanı, fıtratından veya hak olandan uzaklaştırabilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi insanın fıtrata veya vahye uygun davranmak konusundaki imtihanı, yaratılış amaçları arasındadır.
Birçok selef müfessiri insanın yaratılışı ve kimliğinin şekillenmesiyle ilgili bu hadisten kalkarak, fıtrat kelimesinin "İslam" anlamına geldiğini belirtmişlerdir. Bazı müfessirlere göre de fıtrattan maksat, insanın ilk yaratılışı sırasında Allah'ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, olumlu yetenekler ve yatkınlıklardır.6 Ancak insan hiçbir şey bilmeden dünyaya geldiğine göre (16/78) kendisine tebliğ edilen ve öğretilmeye çalışılan vahyi ölçülere kulak asmayıp, yaratılış amacını gereğince akletmeyip, ölçüsüzce nefsi ve şeytani arzularının peşinden giderse, hem fıtratına hem kelâmullaha karşı büyük bir zulüm işler ve yabancılaşır. Fıtrata yabancılaşmak, sâlim bir akıldan, iç güdüsel doğrulardan ve vahiy nimetinden uzaklaşmak demektir. Fıtrata yabancılaşmak, Allah'ın Kur'an'da birleştirilmesini istediği şeyin arasını açmaktır. Böyle bir kişi zülum yapan ve zulme dûçar olan pozisyonuna düşer.
Muhkem vahyi bilgiye ulaşamadığı halde hanifler gibi adil olanı arayan kişi, fıtratın ve eşyanın kanunlarını arıyor demektir. Hz. İbrahim'in ay ve güneş kıssasına bu açıdan da yaklaşılabilir. İnsanın yaratılışındaki, türeyip-yayılan canlılardaki veya nefislerimizdeki ibretlere dikkat çeken ayetleri de bu çerçevede değerlendirebiliriz.7 İnsanın ve doğanın tabiatını algılamaya ve adil olanı bulmaya yönelen her kişi, fıtratıyla uyum içinde olan bazı doğruları yakalayabilir. "Müslüman değil ama insan" değerlendirmesi, böyle bir çerçeveyi tanımlayabilir. Zaten Rabbimiz de Kur'an'da en fazla "insan"a hitap etmektedir. İnsanı sıradan canlılardan ayrıştıran özellik, fıtrata ve eşyanın tabiatına uygun olanı veya adaleti arama kapasitesidir. Bu kapasiteyi çalıştırmak erdemliliktir. Rabbimizin "Kendi nefislerinizdekini görmüyor musunuz?" (Zariyat, 51/21) sorusu da,"afaktaki ve enfüsteki ayetler"e dikkat çekmesi de (Fussilet, 41/53); yani evrenin uçsuz bucaksız ufuklarından, kendi öz benliklerimizde bulunanı kavrayıp tefekkür etmemizi istemesi de, insanları erdemli ve adil mü'minler olmaya yöneltmek içindir.
İnsan, mikro ve makro alemde kainatın kitabına ibretle bakarak, yaratıcısını aramak ve bulmak, ana hatlarıyla da her yerde ve zamanda doğru görülmeyen hırsızlık, gasp, işkence, yalan gibi kötülükler karşısında eminlik, akdine vefa, yardım, adalet isteği gibi doğru olanı ayırt etmek fıtratında yaratılmıştır. Ancak eşyaya isim verme özelliğinde olduğu gibi, hayatın amacını kavramada da insan fıtratına yerleştirilen bu kapasitenin hak olarak ortaya çıkmasını, insan fıtratını ve eşyanın tabiatını en iyi bilen Yaratıcımızın ilahi vahyi sağlar ve yönlendirir. Zaten fıtratın ve eşyanın tabiatı ile vahyi ölçülerin bütünleştirilmesi, Kur'an'ın amacıyla bütünleşilmesi demektir.
İnsan fıtratının temel boyası Rabbanidir. Allah'ın boyası fıtri ve doğaldır, doğuştandır. Doğal ve doğuştan olan, gerçek ve hak olandır. Ama insanın fıtratına yabancılaşması, doğal ve fıtri olmayan boyalar ve kimliklerle doğal olanın örtülmesi veya kirletilmesi anlamına gelir. "Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir. Biz O'na ancak kulluk ederiz." (Bakara, 2/138) Bu nedenledir ki ilk vahyi hitaplarda insanlar elbiselerini/kimliklerini temizlemeye ve ruczdan/kirden kaçınmaya davet edilirler. (Müddesir, 74/4-5) İslam, fıtrata yeni bir şey eklemez. İslam, fıtrata eklemlenmiş ve üretilmiş olan fazlalıkları, kirleri, yabancılaşmayı, yapay boyaları veya kimlikleri temizlemeyi önerir. Allah'ın boyası üzerine damlamış olan cahili boyalardan arınmak keyfiyeti, öze dönüş demektir. İnsanın özü "kâlu belâ"dan beri Allah'ı birleme fıtratını taşır.
Öze Dönmek ve Zincirlerden Kurtulmak
İnsanın fıtratını örten kirlerden, yabancılaşmadan ve her türlü şirkten ve cahiliyeden arınmak, hicret etmek demek; temiz fıtratı, daha doğrusu Allah'ın yarattığı insan fıtratının doğal, saf ve tevhid boyasını ortaya çıkartmak, insanı beşeri zincirlerden özgürleştirmek demektir. İnsanın özüne dönmeden veya fıtratını özgürleştirmeden Rabbine gereğince kulluk etmesi mümkün olamaz. Öze dönüşün mutlak yol haritası ise hidayet kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an vakıasını idrak eden ve Kur'anî mesaja inanan kişi, onu anladığı ve anladığını yaşamlaştırdığı oranda da fıtratını kirlerden arındıracak, hakka şahitlik bilinci içinde adalet ve ıslah görevi ile bütünleşecektir.
İnsanın kendini yeterli görmesi, hayatı sadece kendi sınırlılığı veya yaratılmışların sınırlı açılımlarıyla izah etmeyi doktrinleştirmesi/akaidleştirmesi, kişinin özgürlük anlayışını kayıtsız, başıbozuk veya nefsâni bir düzleme çekmesi demektir ki (emansipasyon), bu tutum, özgürlük veya ihtiyar/seçme hürriyeti adına, fıtrata yabancılaşmayı meşrulaştırmaya kalkışan bir sapma halidir. Çözüm yolunu bilmese bile, her zulme karşı çıkma eylemi içinde bir adalet arayışını barındırır. Avrupa'da Roma siyasi kalıpları içinde düşünen Kilise ve ruhbanlık iddiasındaki Papa sultasına; ayrıca insanları bir tür toprak kölesi (self) haline getiren Kilise'nin işbirlikçisi feodal yapı ve derebeyler zulmüne karşı 14., 15. yüzyıldan itibaren belirginleşmeye başlayan ekonomik ve siyası özgürlük arayışı (liberty ve freedom) beşeri zulümden kopuş çabalarını ifade ediyordu. Doğal hukukun keşfettiği insani ve adil olana yönelen arayışları ve düzenlemeleri de bu süreçle birlikte ortaya çıkmıştır. Rasulullah da (s) kendisine vahiy gelmeden önce "kitap nedir, iman nedir bilmezdi" (Şura, 42/52), hayatı tanımlamak konusunda "dal"/şaşkınlık halindeydi (Duhâ, 93/7); ama Muhammedu'l Emin idi, hanif bir arayışın içindeydi, fıtratını bozan, insanlara ve eşyaya zulmeden fasık veya mücrim değildi. Hakkı ve adaleti arayanlardandı.
İnsanın zorda kaldığında fıtratına dönmesi, adalete yönelmesi, kötülükleri ve beşeri ön yargıları arkasına atarak vicdanının sesini dinlemesi, aklını selim ve salim olarak çalıştırma gayreti içinde olması, yaratılış hikmetini ve doğruyu samimi olarak araması demektir. Yaratılış hikmetini ve doğruyu arayan insan için aslında aradığı "... şahdamarından daha yakındır." (Kaf, 50/16) Zorda kalan insanın fıtratına yöneldiğini Rabbimiz güncel yaşantılardan örneklerle bize bildiriyor. Kur'an'ın birçok yerinde, insanların hemen hiçbir kurtuluş ümidi kalmayan bir tehlike içinde, özellikle deniz üstünde kaldıkları zaman "dinlerini yalnız O'na özgü yaparak" (Lokman, 31/33) Allah'a yöneldiklerini okuyoruz. Korku, acziyet ve hayranlık gibi içgüdüsel istidatlar fıtratı harekete geçiren unsurlardır. Bu tür kıssalardan anladığımıza göre, müşrikler, hayatları hakiki tehlikede oldukları zaman "geçici bir tevhide" başvurmaktadırlar.8 Ancak sıkıştıklarında Allah'ı birleyip dua edenlerin, kıyıya vardıkları veya karaya çıkacaklarından emin oldukları zaman derhal dönüp"Allah'a ortak koştukları" (Ankebut, 29/65) da bir gerçektir.
İnsan korunmuş-muhkem vahyi bilgiye sahip olmasa bile, fıtratındaki kabiliyetler dolayısıyla tevhide, hakka ve adalete yönelebilir. Ama bu erdemlilik hali, Rasulullah'ın "dal" halini hatırlatır tarzda kesin ve doğru ölçü ve istikametlere sahip olamaz; vahyi rehberliğe ve şahitliğe muhtaçtır. Fıtri arayışını veya ikrarını vahiyle bütünleştirmeyenler, doğruya yönelme iradesi gösterseler bile Allah'ın sınırlarını aşabilirler veya bu ölçüleri bilemedikleri için kendi nefislerine ve çevrelerine zulmedebilirler. (Talak, 65/1) İnsanın fıtri istidatları, tabiatını keşfetmeye ve hidayet rehberi olan Allah kelamını kavramaya müsaittir. Fıtratla ve eşya ile vahyin bütünleştirilmesi ve ilahi ölçülerin uyumuna ulaşılması zikirle mümkündür. Kur'an bir zikirdir. (Abese, 80/11) Ancak bilgi öğrenilip uygulanmıyorsa, manası olmayan kuru bir lafız (lafz-ı bi medlül)durumuna düşer.9 Afak ve enfüsteki tüm ayetler ve Kur'an'la bildirilen ayetler, fıtratımızı açığa çıkarmak ve ilahi adalet ve tanıklığı yaşamlaştırmamız için birer vasıtadırlar. Ama insan unutkan, bencil ve haris (helû)bir yaratıktır. (Mearic, 70/19) "Helû" olan insan, kendisine bir şer dokunduğu zaman çığlıklar koparır (Mearic, 70/20), güzel olanın peşinden ayrılmaz ama kötü bir olayla karşılaşınca endişeye kapılır ve ümitlerini kaybeder (Fussilet, 41/49), ama kendisine nimetler bağışlandığında yan çizip sırt döner, bir kötülükle karşılaşınca da uzun uzun dua eder (Fussilet, 41/51), ama zarar üzerinden kaldırıldığında kendisine dokunan zarar için Allah'ı çağırmamış gibi geçip gider (Yunus, 10/12), bir iyilikle karşılaştığı zaman da onu bencilce diğer insanlardan uzak tutar (Mearic, 70/21) vd.
Fıtrat ayetini bizlere öğreten Rabbimiz, peşinden de "Gönülden bağlı olarak O'na yönelin ve O'ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın." (Rum, 30/31) diye hitap etmektedir. Çünkü heva ve hevesleri tahrik ederek bizi "helû" haline sürükleyen şey, yani fıtri ve vahyi olandan yabancılaşma, ancak yaratılıştaki ibretleri ve Kur'anî vahyi yeniden hatırlayarak/zikrederek aşılabilir ve arınılabilir. Çünkü fıtratın kanunlarını ve vahyi ölçüleri unutup, beşeri ölçülerle hayatı şekillendirmek seküler bir tavır ve yaratılış düzenini bozan bir şirktir. Fıtri ve vahyi olanı hatırlama/zikir, kalb ve dil ile olur ki, İsfahani'ye göre bunlardan her biri de iki kısma ayrılır: Unutulan şeyi zikretmek/hatırlamak; unutulan şeyi değil de hafızada var olmaya devam edeni zikretmek.10
"Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da yolunu gösterendir." (Tâhâ, 20/50) Vahyi esas alarak fıtrata uygun davranışlarımızı sürdürebilmemiz, zikri esas alarak kendimizi ins ve cins kökenli kötülüklerden, tahriklerden, sapmalardan arındırmaya çalışmamız gerekir. Çünkü ölünceye kadar hayır ve şer kutupları arasında imtihan olacağız. Bu nedenle aklını kullanamayan bir taklitçilikten de kaçınmak bir arınma eylemidir. Rabbimiz "Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir." (A'lâ, 87/14) buyuruyor. Tezkiye, lügat anlamıyla temizlenmek, arınmak, bereketlendirmek manalarına gelmekle beraber, terim olarak küfürden, şirkten, cehalet ve kötü işlerden, yanlış itikadlardan temizlenmek demektir. Konuyla ilgili Rasulullah'tan (s) aktarılan şu rivayet açıklayıcıdır: "Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan; ahmak da nefsini hevâsına tabî kıldığı hâlde Allah'tan (hayır) umandır."11
Sonuç olarak eşyanın tabiatı ve insan fıtratı ile, bunları yaratan Hâlık'tan/Yaratıcıdan gelen Kur'anî bildirimler ve ölçüler arasında tam bir uyum hali söz konusudur. Fıtratın gereklerini gereğince tanıyabilmemiz ise bizlere Kur'an'la ve Kur'an'ın uygulayıcısı olan Rasulullah'ın örnek ahlakı ile (usvetu'n hasene) öğretilmektedir. Fıtratın ve eşyanın tabiatını anlamak için Kur'an'ı, Kur'an'ı anlamak için de afak ve enfüsteki ayetleri bilmek gerekir. Zincirlerimiz, fıtrat ve vahiyden yabancılaşma süreciyle birlikte oluşmuştur. Zincirlerimizi kırmanın yolu, öze dönüştür; yani vahiy ve fıtratla bütünleşme cehdidir.(Hamza Türkmen)
SON VİDEO HABER
Haber Ara