Kemalistlerin arkasında İngilizler vardı!
Bahadır Kurbanoğlu ve Cevher Kara'nın cevaplarıyla Şeyh Said soruşturmasının ikinci bölümü...
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-08-06 09:37:37
İşte Haksöz dergisi yazarı Bahadır Kurbanoğlu ve Köklü Değişim dergisi yazarı Cevher Kara'nın soruşturmamızın ikinci bölümüne verdiği cevaplar:
1) Şeyh Said olayında İngiliz etkisi var mıydı? Resmi ideolojik bakışın “İngiliz parmağı” iddiasının dayanakları neler?
ŞEYH SAİD’İN DEĞİL, ASIL KEMALİSTLERİN ARKASINDA İNGİLİZLER VAR!
BAHADIR KURBANOĞLU: Kıyamda İngilizlerin herhangi bir dahli söz konusu değildi. Dönemin istihbarat raporlarına ve Dışişleri yetkililerinin sonradan İsmet İnönü gibi şahsiyetlerle görüşmelerine bakıldığında bu durum rahatlıkla gözlemlenebilir.
Bu tezi dillendirenler, konuyu Musul meselesi ile bağlantılandırmaktadırlar. Sözde, İngilizler Musul meselesinde ellerini güçlendirmek için Şeyh Said hadiselerinin kışkırtıcısı ve destekçisi olmuşlardır(!). Bu iddia, Kemalistlerin, kıyam sürecindeki kısa vadeli bir propagandalarıdır. Gerçeklerle bir ilgisi yoktur. İngilizler zaten Irak’ta yeterince sorunla boğuşmaktadırlar. Aksine bölgede gerçekleşecek bir isyan onları da zora sokabilirdi. Zaten İngilizler de başlarda Türk milliyetçilerinden şüphe etmişlerdir. Onların kıyamı bahane ederek sınıra asker ve mühimmat sevk edebileceklerini düşünmüşlerdir. Ardından kendileri de, bu isyanın ardında Kemalistlerin olmadığına ikna olmuşlardır.
Bu konuyla alakalı hiçbir somut belge, vesika söz konusu değildir. O yüzden Uğur Mumcu gibi Kemalistler, Şeyh’e getirilmiş bulunan İngiliz silahları katalogu şeklindeki zayıf iddiadan başka ciddi deliller öne sürememişlerdir.
İsmet İnönü’nün de bu konuda itirafları söz konusudur. İşin gerçeği, Musul meselesi zaten Lozan’da halledilmiş bir konudur. Musul Lozan’dan itibaren Kemalistlerin gündeminden çıkmıştır. Bu bedel karşılığında iktidarlarını sağlama alma durumu söz konusu olmuştur. Bu konularda zaten İngilizlere istihbari bilgi sağlayan ve 1921-1924 arası bakanlık yapmış bir muhbirin de İngilizleri nasıl bilgilendirdiğinin detaylarını Robert Olson, Kürt milliyetçiliği ve Şeyh Said’le alakalı yazdığı kitabında belirtmiştir. Öte yandan Prof. Kürkçüoğlu da “Türk-İngiliz İlişkileri 1919-1926” isimli kitabında Halifeliğin kaldırılmasının ardından İngilizlerin Irak konusunda nasıl da rahatladıklarından, dönemin hükümetinin (yani Kemalistlerin) bölge ile ilgili iddialarının nasıl da zayıfladığından bahseder. Dolayısıyla kısa vadeli olarak siyasi sebeplerle öne sürülen bu iddia, sonraları Kemalist tarihçi ve araştırmacıların “Bağımsız Türkiye” sloganı altında sığındıkları bir kara propaganda halini almıştır. Oysa gerek Fransızlar, Suriye’nin kuzeyindeki demiryollarının asker ve mühimmat sevkiyatı için kullanılmasına izin vererek, gerekse sonrasında İngilizler Kemalistlere destek olmuşlardır. Çünkü SSCB ve Büyük Britanya, Kemalistlerin öncülüğünde bir tampon bölge olarak TC’ye sıcak bakmışlar, politikaları da bu minval üzere olmuştur.
CEVHER KARA: Devletin gösterdiği yerde oturup, Şeyh’i oradan değerlendirenler, onu bir vatan haini, İngiliz ajanı, bir din istismarcısı ve bir Kürdçü olarak addetmişler, T.C.’nin icra ettiği kıyımları haklı göstermeye çabalamışlardır. Bir manipülasyon hareketi olarak kıyamın batı illerinde tesirsiz olması adına ‘Bu Kürdçü bir ayaklanmadır’ yaygarası koparmışlardır. Dış ülkelere ise işledikleri kıyımı haklı göstermek için ‘Bu, şeriatçı, Hilafetçi bir karşı devrim hareketidir’ demişlerdir. Ne yazık ki büyük oranda başarılı da olmuşlardır. İngilteresi, Fransası sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmışlardır. Tabi burada şunu da görüyoruz ki batılılar için bir katliamın meşruluğu, katledilenlerin Müslüman olmasıyla gayet kolay bir şekilde sağlanmış olmaktadır.
T.C.’nin ve onun eli kalem tutan bürokratik aydınlarının Şeyh Said’e ve kıyamına dair görüşlerini incelemeden evvel laik devletin Kürdlere nasıl bir gözle baktığına değinelim isterseniz. T.C.’nin Türkçü söyleminin sapkınlığı ve müsamahasızlığı, batılı fikir hocalarından tedris ettikleri ulusçuluktan fazladır, eksik değildir. Öyle ki Genelkurmay’ın hazırlattığı ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar’ kitabında İslam’ın temiz evladı Kürdler için bakın neler deniyor:
‘Tanzimat-ı Hayriyye’nin ilanıyla beraber bir Kürdlük propagandası başlamış, fakat bu propaganda hiçbir zaman halk arasına girememişti. Çünkü sırasıyle Tanzimat’ın ve Meşrutiyet’in Kürdlerin yaşayışı üzerinde yapacağı değişiklik doğrudan doğruya ağa, bey, reis, şeyh ve hocaların bu ilkel sürüler üzerindeki nüfuzlarını kıracak nitelikte idi. İnsanlığı bile idrak etmemiş olan bir kitleye Kürdlük telkin etmeye imkân yoktu. Bu kitle varlığının manasını bir avuç gulgul (bir nevi darı) ve bir avuç arpa yemekten ibaret zanneder, cumhuriyet nedir, yaşadığı dağın arkasında ne vardır bilmez ve bilmek de istemezdi. Hemen hemen hepsi bu bilgilerden yoksun bu kitleyi tahrik için propagandayı din yönünden yapmak lazımdı gerçekte de öyle oldu’ [Em. Kurm. Alb. Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938)]
Ayrıca Kürdlere yönelik ‘kürt gericiliğinin cehaleti’, ‘kavrayış ve benimseme niteliği olmayan kabileler’, ‘fakir ve cahil insanlar’, ‘cahil ve budala insan sürüleri’ gibi aşağılayıcı tabirler de herhangi bir sıkılma veya utanma duyulmadan kullanılmaktadır.
Müslüman Kürd halkına olan bu hastalıklı bakış açısı, T.C. devletini ve savunucularını Kürdlerin yoğunlukta olduğu bu kıyamı saptırma, yaftalama eğilimine sevk etmiştir. Nihayetinde, ‘Musul Meselesi’nde yeni Türk Devleti’ni zora sokmak gayesiyle İngilizlerin Türkiye içerisinde kaos çıkartmak için bu kıyamı destekledikleri ve besledikleri’ iddiasını ortaya atmışlardır. Onlara göre İngiltere, ‘Kendi Kürdlerini memnun edememiş bir Türkiye nasıl olabilir de Musul’u da isteyebilir’ diyebilmek için Şeyh Said’i kullanarak bir kargaşa ortamı oluşturmaya çalışmış ve bunu başarmıştı! İşte İngilizcilik iftirası böyle örülmüştür.
Ama ne garip şey ki kendileri anadan doğma İngilizci olan Kemalistler, ‘gerici, cahil, ilkel, sürü, budala’ dediği bir halkı, aynı kitapta ‘Türkiye, Musul halkının Kürt olması ve Kürt çoğunluğunun da Türk idaresinde bulunması sebebiyle, keza ırk, din ve milliyet bakımlarından Musul’un mülhakatı ile birlikte Türkiye’ye verilmesi ve bu görüşün gerekirse bir soruşturma komisyonunun yerinde yapacağı kontrol suretiyle ispatlanabileceği tezini savunuyordu.’ [Em. Kurm. Alb. Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938)] demek suretiyle kendi bünyesine katmaktan bahsediyordu. Bakın hem aşağılıyor hem de aşağıladığı bir halk üzerinden yalanlara dayalı bir siyaset devşiriyordu. Halbuki Şeyh Said Kıyamı başladığı sırada İngiltere’yle iş tutan da kendileriydi. Röportajın son sorusuna verdiğimiz yanıtta, İngiliz uçakları ile Şeyh Said’i nasıl vurduklarından ve bazı batılı devletlerin lütuflarından bahsetmiştik. [http:// http://www.islahhaber.com/lookat.php?No=18178 ]
Bu nasıl bir garabettir ki bütün değerlerini yerle bir etmenizden dolayı her onurlu Müslümanın yapması gerektiği gibi size karşı koyan bir insanı hem ‘İngilizci’ diye yaftalayacaksınız hem de onu altetmek için İngilizlerden yardım alacaksınız! Tabi bir tek İngilizlerden değil Fransızlardan ve sessiz kalmaları suretiyle diğer batılı ülkelerden…
Musul meselesi üzerinden İngilizcilik karalamasına bir cevap daha verelim isterseniz. Necip Fazıl, ‘Son Devrin Din Mazlumları’ eserinde bu konuya şöyle değinmektedir:
‘Onun İngiliz’lerin adamı ve müstakil Kürtlük ideali peşinde olduğu şeni bir yalandır. Böyle olsaydı ilk başarılarının ardından cenup [Güney] istikametinde sınıra doğru sarkar, Irak Kürtleri ve İngilizlerle irtibat kurar ve dâvasına, gerilerini ve yardım kaynaklarını sağlamış olarak belli başlı bir çevre içinde girişirdi. Bu vaziyette, Türk hükûmetinin dine karşı tavrı da kendi devletinin nizamını kurmak varken onu fazla alâkalandırmamak gerekirdi.
O, dini zedelenmeye doğru giden bir Türk gibi hareket etti ve neticelerini hiç düşünmeden kendi öz hükümetini, Ankara’yı toslamaya davrandı. Bu davranışın sekameti yanında samimiyeti açıktır ve Şeyh Said’e mahkemeye vereceği cevaptan da anlaşılacağı gibi, Kürtlük gayreti ve İngilizlerle irtibat zilleti isnad etmek vicdansızlıktır. Birinci Dünya Harbi sonlarından başlayarak, Mütareke Yılları ve istiklâl savaşı içinde, hem de kahraman edasiyle kimlerin İngilizlerle emel birliği halinde bulunduğunu Türk milletinin gerçek aydınları bilir’ [Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, Sf.53]
Bir de kıyamın başladığı sıralarda başbakan Fethi Okyar’ı bir şekilde düşürüp iktidara gelen ve tam anlamıyla ‘kıyımların ve yıkımların başbakanı’ olan İsmet İnönü bile hatıratında şu satırları itiraf etmiştir:
‘Şeyh Said isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı ya da meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır’ [İsmet İnönü’nün Hatıraları, 2. Kitap, Sf. 202]
Yine benzer bir ifadeyi dönemin Erzurum Milletvekili Rüştü Paşa da yaptığı meclis konuşmasında şöyle ifade eder:
‘Hadisede yabancı parmağı olduğunu zannetmiyorum. Çünkü Genç ve Muş memleketin ortasındadır. Yabancılarla temas etmek amacı olsaydı asiler sınıra yakın mesela Zaho’ya çekilip şimdiye kadar tek bir memurumuzun girmediği aşiretlerle birleşebilirdi.’ [B.Cemal, Şeyh Sait İsyanı, Sf. 51]
İstanbul’da kuş uçurtulmadığı, İngilizlerin Dar-ül Hilafet’i işgal etiği bir dönemde Mustafa Kemal, gayet rahat bir şekilde İzmir vizesi alıyor ve o sıradaki İngiliz Başkomiserliği ‘Mustafa Kemal gitsin ve ne ki lazımsa yapsın’ diye özellikle belirterek vizeyi vermelerini istiyor. Mustafa – Kemal’e vizeyi uzatan elin sahibi İngiliz Yüzbaşı John Godolphine Bennett ile Nezih Uzel arasında geçen diyalogu veriyoruz:
– Siz Mustafa Kemal’i ilk gördüğünüz zaman nasıl bir intiba uyandı?
– Ben onu çok büyük adam gördüm ve anladım ki kuvvetli bir adamdır. Erkan-ı harp reisinden ziyade daha farklı sanki Mustafa kemal İngiliz taraftarı idi, yani İngilizlere daha mail idi. Almanlardansa… Ben öyle hissettim. [Nezih Uzel, Atatürk’e Nasıl Vize Verdim, Sf. 126, 129]
Sanırız bu deliller, devletin ve avenesinin Şeyh hakkındaki ‘İngilizcilik’ iddiasını çürütmeye kâfidir. Şeyh Muhammed Said-i Kürdi… O bir İngiliz uşağı olmaktan fersah fersah uzak, muttaki, izzet ve şerefi gayet yüksek bir mü’mindi! Eğer bir uşaklık varsa, bir İngiliz uşaklığı meselesi varsa birileri için zikredilecek; buna en layık olanlar Şeyh’e o iftirayı atan kadrolardır. İşte bu bir iftira değildir: Cumhuriyetçi kadrolar, İngiliz muhibbi kadrolardır.
2) Kıyamın etnik boyutunu öne çıkaranlar Azadî Örgütü’ne atıf yapıyorlar. Şeyh Said’in kalkışının etnik yönü var mıydı? Kıyamda Azadî Örgütü’nün etkisi ne oranda?
AZADÎ ÖRGÜTÜ ULUSALCI DEĞİLDİ!
BAHADIR KURBANOĞLU: Şeyh Said kıyamının etnik bir boyutu yoktu. Kıyam saf bir İslami kalkışma idi. Bu iddiayı dillendirenler Azadî yapılanmasını da saptıranlardır. Azadî büyük ölçüde İslamcıların önderlik ettiği bir teşkilattır ve o dönemdeki savunularının ulusalcılıkla bir ilgisi yoktur. Bu dönemde ulusalcılık arayıp bulmaya çalışanlar Cegerxwin ve Naci Kutlay’ın tespitlerine dönüp bir bakmalıdırlar. Ki Naci Kutlay, “Türk İslamcılığında Kürt Damarlar” adlı araştırmasında Azadî başkanı Cibranlı Halit Bey’in bir İslamcı olduğunu söyler. Azadî’nin içerisinde Seyyit Abdülkadir ve bağlıları, şeyhler vs. vardır. Elbette Cemilpaşazadeler gibi, Dr. Fuad gibi seküler ulusalcı aile, şahsiyet ve aşiretler de. Ancak azınlıkta olan bu güruhlardan yola çıkarak ve bunlara o dönemdeki statülerinin çok üzerinde abartılı roller biçerek, Azadî’yi ulusalcı bir hareket ve Azadî’nin ileri gelenleriyle ilişkileri olan Şeyh’i de “ateşli bir milliyetçi” olarak tanıtan anakronik yaklaşımlar, sadece oryantalistlerde ve günümüz ulusalcılarında mevcuttur.
Öte yandan mesela Ekrem Cemilpaşa’nın anılarından da takip edebiliyoruz ki, kıyamdan haberleri dahi yoktur. Ki zaten Şeyh de bunları çok iyi tanımadığını ifade etmiştir. Kıyam başladığında Diyarbakır sokaklarında yerel giysilerle dolaşmaya başlayıp, ayan beyan konuşmalar serdeden Dr. Fuat gibilerin ise zaten bu kıyamdaki rolleri yok denecek türdendir. Ancak sonraki ulusalcı anlatılarda bir tarih kurgusu inşa edilmiş ve güya Şeyh Dr. Fuat gibilerden emir alıyormuşcasına hiçbir mesnedi olmayan iddialar ortaya atılmıştır. Tahsin Sever gibi ciddi araştırmacılar bile bu anlatılara kitaplarında yer vermişlerdir. Üstelik sözlü anlatıma dayandırdıkları ve günümüzde ortada olmayan bir mektup üzerinden… Bunları ciddiye almak mümkün değildir. Esas olan Şeyh’in kayıtlara da girmiş olan kendi beyanlarıdır. Yusuf Ziya gibilerini Kürtlük ve Kürdistan mefkûresinden vazgeçirmeye çalıştığını da yine Şeyh’in kendisinden öğrenmekteyiz. Sadece o da değil, kıyamın öncülerinden Hanili Salih, Şeyh Abdullah ve Şeyh’in oğlu Ali Rıza Efendi gibilerin beyanlarına da bakıldığında bu gerçeklik sarih bir biçimde görülür. Şeyh’in Kemalizm’den ve İslam dışı uygulamalardan dolayı değil de bizatihi Türklerden ayrışmaya çalıştığı şeklindeki anakronik yaklaşımlar, bugün oluşturulmaya çalışılan çarpık zihniyete tarihî arka plan yaratma güdüsüyle ortaya atılmış asılsız mugalâtalardır. Şeyh, cahilî olan her türlü sapkın fikirden uzaktı. Ulusalcılık da bunların başında geliyordu. Şeyh’in tüm beyanlarında, mahkeme safahatının her aşamasında ikrar etiği husus, kıyamın İslamiliği idi. Ve inkâr ettiği iki husus da Kürtçülük-Kürdistan mefkûresi ve kıyamın tertipli-planlı olduğuna dair Kemalist iftiralar idi.
CEVHER KARA: Kürdçülük iddiası hem T.C. hem de laik Kürdçüler tarafından dillendirildirilmiştir. Tabi aynı iddia iki kesim tarafından farklı endişelerle gündeme getirilmektedir. Ehl-i T.C. hareketin içte destek bulmaması için bu kara propagandayı yürütürken, sekülarist Kürdler ise bu iddiaya kendi düşüncelerine tarihsel bir kök bulma adına sarılmaktadırlar. Fakat bu iddianın herhangi bir ispatı sunulmadığı gibi kendilerini kimse değil, bir tek Şeyh Said Efendi yalanlamaktadır. Gerek kıyam öncesi konuşmalarında gerekse de kıyamın sona erdirilmesinin ertesinde çıkarıldığı mahkemede verdiği ifade ve sözlerinde Şeyh, amacını gayet açık, gayet net ve tevilsiz olarak ortaya koymaktadır: Şeriat meselesi…
‘Mahkeme: İsyan hareketini nasıl düşündünüz, Nasıl buldunuz? Sizi teşvik edenler var mı?
Şeyh Said: Hâşâ ilham… İlham vâkî olmadı. Kitaplarda gördük ki: İmam (yönetici) ne vakit Şeriatın ahkamını icra etmezse, üzerine kıyam vaciptir. Hükümete Şeriat Meselesini anlatmak istedik. Hiç olmazsa bir kısmının icrasını taleb edecektik. Allah’ın kaderi beni bu işe düşürdü.
Mahkeme: Şeriat ahkâmı icra edilmiyor diye isyan etiniz demek?
Şeyh Said: ‘İmam Şeriat ahkâmını icra etmezse’ dedim. Bu kıyamın cevazına delildir. ‘Vaktaki vuku buldu işte şeriat da vaciptir’ diyor. ‘Hiç olmazsa günahkâr olmayız’ dedim.’ [Ahmet Süreyya, Dünya Gazetesi, Tef. No. 53]
Şeyh Said Efendi, Azadî Cemiyeti lideri ve kayınbiraderi olan Miralay Cibranlı Halit Bey’in tutuklanması dolayısıyla ifadeye çağrıldığı Bitlis Askeri Mahkemesine gitmez, hastalığını ve yaşını mazeret göstererek ifadesinin Hınıs kaymakamlığında alınmasını ister. Talebi kabul edilir ve 22 Aralık 1924 günü kaymakama ifade verir.
İşte Kürdçü söylem bilhassa ismi geçen Azadî Cemiyeti ve onun başkanı olan Şeyh’in kayınbiraderi üzerinden Şeyh Said’i ‘Kürdçü’ ilan etmektedir. Hatta Cibranlı Halit Bey ve cemiyetin yek diğer kurucusu Yusuf Ziya Bey’in tutuklanması akabinde cemiyetin başına Şeyh Said’in geçtiğini iddia ederler. Oysa bu iddialar tamamen spekülasyondur, varsayımdır; temennilerinin belli bir düş kurma süresinden sonra vehme dönüşmesidir.
Bu konuda Altan Tan da şöyle demektedir:
‘Cibranlı Halit Bey’in Şeyh Said’in kayınbiraderi olması nedeniyle ikilinin yer yer görüşmeleri ve birbirlerinin fikirlerinden haberdar olmaları normaldir. Yine bu dönemde Şeyh Said’in en büyük oğlu, âlim ve müderris Ali Rıza Efendi sahip oldukları büyük koyun sürülerini Halep’te sattıktan sonra İstanbul’a giderek 12 Aralık 1924 günü Seyyid Abdülkadir Efendi ile görüşür. Anlaşıldığı kadarıyla Cumhuriyet’in bu ilk bir iki yılında yeni rejimden rahatsız olan herkes birbiriyle görüşüp durumu tartışmakta, ancak aralarında ciddi bir bağlantı ve teşkilatlanma bulunmamaktadır. Olaylardan ve olaylara şahit olan lider seviyesindeki şahısların anlattıklarından anlaşılan budur. Bu dönemde İslamcı Kürtlerle, ulusalcı Kürtler arasında da bir yakınlaşma görülmektedir.’ [Altan Tan, Kürt Sorunu-Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik]
Yine Şeyh, Cibranlı Halit Bey’in Azadî Cemiyeti’ndeki yoldaşı, eski mebus Yusuf Ziya Bey’in de bir bahar günü kendisine, ‘bir Kürdistan hükümeti kurmak üzereyiz.’ dediğini, kendisinin ise ‘mümkün değildir’ diye karşılık verdiğini, ‘fikrinin bunu kabul etmediğini’ söyler. [Altan Tan, Kürt Sorunu Ya Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik, Sf. 222.] Aynı şekilde mahkeme heyetinden, Yusuf Ziya ile bağları olup olmadığına dair gelen bir soru üzerine Şeyh, ‘Onların fikri, davası başkaydı. Kürt hükümeti kurmak istediklerini Yusuf Bey’den duymuştum’ der. [Uğur Mumcu, Kürt-İslam ayaklanması, Sf. 104] Ekrem Cemilpaşazade’nin -kendisi Azadî Cemiyeti’nin Diyarbekir şubesini açanlardandır- Yusuf Ziya Bey hakkında ‘Çok hayalperest, çok taşkın’ diye bahsettiği de söylenmektedir. [Altan Tan, Kürt Sorunu Ya Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik, Sf. 206]
Kürdçü tezin dayandığı bir başka kaynak ise ihanetiyle kıyamın akim kalmasına ciddi anlamda yardım etmiş olan Binbaşı Kazım’ın beyanatlarıdır. Ki Binbaşı Kazım, rejime yaranmak adına mı yoksa başka bir sebepten midir bilinmez kıyam ile ilgili görüşlerini birkaç kez değiştirmiştir. Kaldı ki benimsediğiniz, kendinize ideolojik olarak kaynaklık yaptığınız bir hareket liderine ihanet eden bir hainin ifadelerinden tez oluşturmak da doğrusu gayet garip bir durum!
3) Şeyh Said’in kıyamın hazırlık aşamasında bölge ve ülke genelindeki muhalefet öbekleri ile temas kurmadığı yönünde eleştiriler, iddialar mevcut. Bu eleştirinin doğruluk oranı var mı? Yine bu bağlamda Şeyh’in Seyyid Rıza, Said-iNursî vb. kanat önderlerine yönelik bir davet veya temasının olup olmadığı tartışmaları hakkında neler diyebilirsiniz?
SAİD- NURSÎ ŞEYH SAİD’DEN “BİRADER-İ AZAMIM” OLARAK SÖZ ETMEKTEDİR
BAHADIR KURBANOĞLU: Doğrudur ama nereden baktığınıza bağlı. Zaten o dönemde muhalefet odağı olarak kimler vardır ki?! Üselik kıyam Piran provokasyonuyla çok ani başlamak zorunda kalmıştır ve Şeyh’in bütün davet mektupları kıyam sonrasına aittir. Mahkeme savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren’in bile elinde aksi yönde ciddi deliller yoktur. Şeyh Şerif’e yazdığı bir mektubu, şifreli addedip yorumlaması söz konusudur. Dünya gazetesinde 1957 yılında yazdığı anılarında bunun dışında ciddi bir delil gösteremez. Ancak gerek Ergani’deki Türklere, gerekse Alevi aşiretlere kıyam sonrası davette bulunmuştur. Hatta yakalanmasında mühim rol oynayan alevi Hormek ve Lolan aşiretlerine de en azından tarafsız kalmaları yönünde bir çağrıda bulunmuştur. Oğlu Ali Rıza da Dersim aşiretleri ile görüşmüştür. Seyyid Rıza, Şeyh’in bu çağrısına uymuş ve tarafsız kalmıştır. Hatta sonrasında (Dr. Nuri Dersimî bunu kitabında aktarır) idamların ve zulümatın durdurulması için Ankara’ya mektuplar yoluyla girişimlerde bulunmuş ama sonuçsuz kalmıştır.
Said Nursi ile de kıyamdan bir yıl önce görüştüğüne dair Said Nursi’nin aktarımları vardır. Onunla üç gün üç gece inkılâplara dair neler yapılması gerektiğine ilişkin istişare yaptıklarını Şeyh’in oğullarına anlatmıştır. Abdülillah Fırat da bu anlatımlar esnasında oradadır ve not tutmuştur. Şeyh Said’den “birader-i azamım” diye bahsetmekte, onun görevini yerine getirdiğini, şehid olduğunu, kendisinin de Diyarbakır muhasarasına katılmayı çok istediğini ancak hükümet tarafından derdest edildiğini aktarmıştır. Şehadet haberinin ardından da günlerce ağladığını eklemiştir. Onun hakkındaki görüşleri daha sonra Risalelerden çıkarılmıştır, iddiası mevcuttur. Mustafa İslamoğlu bu iddiayı, “Kıyamlar Tarihi” isimli kitabında dile getirir. Sözünü ettiğim bilgiler de Dava dergisinin 1991 yılında yaptığı röportajda mevcuttur.
CEVHER KARA: Öncelikle Şeyh’in kıyam mefkûresinin gayet kuşatıcı olduğunu vurgulamak gerek. Önceki bölümde de belirttiğimiz gibi o, tamamen İslamî endişelerle harekete geçmiş ve bu meyanda ulaşabileceği herkese, her kesime ulaşmaya gayret göstermiştir. Bunu görmemek için art niyetli olmak lazımdır. . ‘Şeyh Said’in kıyamın hazırlık aşamasında bölge ve ülke genelindeki muhalefet öbekleri ile temas kurmadığı yönünde eleştiriler, iddialar’ şunu gözden kaçırmaktadır ki Şeyh Said Kıyamı, evvelce de değindiğimiz gibi hazırlıkları tamamlanmadan başlamak zorunda kalmış bir kıyamdır. Bu erkenliğe rağmen Alevilere, Ağalara, Şeyhlere, Türklere ulaşmıştır.
Şeyh Said Efendi, âlim bir şahsiyetti ve tarikat şeyhiydi. Doğal olarak ilk temas kurduğu kişiler de bu vasıftaki önderlerdi. Mesela kıyamın bölge sorumlularının birçoğu şeyhlerdendi. Tabi irtibatını, ya yüz yüze görüşmeler ya mektuplar ya da elçiler göndermek suretiyle gerçekleştiriyordu. Bu anlamda Alevi aşiretler Xormek (Hormek) aşiretine kıyama destek olmaları için mektup göndermiştir:
‘Hormek aşireti reislerinden Halil Veli ve Haydar Ağalara!
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu, O’na hamd ve minnet olsun ki, Rabbani Hidayeti ile Din-i Mübin-i Ahmedî’yi kâfir olan Mustafa Kemal’in zulmünden kurtarmak için Şuşar’a hareket edildi. Bu gaza ve cihadın mezheb ve tarikat ayrımı gözetilmeden ‘Lailahe illallah Muhammedurresulallah’ diyen bütün İslam muvahhidleri üzerinde farz olduğundan, öteden beri memleketimizde büyük bir gayret ve şecaat sahibi olan müslüman aşiretimizin de Şeriat-ı Garra-ı Ahmediyye’ye ve bu cihad-ı ekber’e ittiba edeceğinize itimadım tamdır.
Ya eyyühel ensar! Dinimizi ve namusumuzu bu mülhidlerin elinden kurtaralım. Size istediğiniz yerleri verelim. Bu dinsiz hükümet bizi de kendisi gibi dinsiz yapacaktır! Bunlarla cihad farzdır. Yucahidu, yukatilu fi-sebilillah!’
4 Kanunusani 1341
Emiru’l Mücahidin
Es-Seyyid Muhammed Said Nakşibendî’
Yeri gelmişken Seyit Rıza’nın da durumuna değinmek gerek. Şeyh Said ile Seyit Rıza’nın görüştüğüne dair bir rivayet var. Ki Dersim’den daha uzak bölgelere ulaşmış olan Şeyh’in Seyit Rıza’ya da bir şekilde ulaşmış olması kuvvetle muhtemel. Fakat ister görüşmüş olsunlar isterse de olmasınlar biliyoruz ki Seyit Rıza kıyama destek vermemiştir. Elbette Xormeklilerin yaptığı gibi ihanet etmemiştir ama tarafsızlık ile yetindiği de bir gerçektir.
Bir de Said Nursî’nin kıyama dair tutumu tartışılan bir meseledir. Öncelikle Said Nursî, kıyamı desteklememiştir. Bu somut bir gerçek. Fakat kendisinin bu tavrından dolayı pişmanlık duyup duymadığı, bilinçli olarak mı yoksa imkânsızlıklardan ötürü mü destek vermediği üzerinde tartışma vardır. Gerek Nurcular gerekse de kamuoyu nezdinde meşhur olan görüş Said Nursî’nin kıyamı tasvip etmediğinden ötürü desteklemediğidir. Bu görüşe göre Nursî, kendisine Şeyh Said Efendi’den gelen mektuba şöyle cevap vermiştir:
‘Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Türk milleti bin yıl İslamiyet’e bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binler, milyonlar ile şehit vermiş ve milyonlarla ve yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam savunucularının torunlarına, yani Türk milletine kılıç çekilmez ve ben de çekmen’ [Bediüzzaman Said Nursi, Hayatı Mesleği Terceme-i Hali, Doğuş Matbaası, Ankara-1958]
Tabi bu görüşü savunanlar bilhassa ‘kardeşi kardeşe öldürtmek’ noktasını vurgularlar ki Şeyh Said Efendi mahkemeden gelen benzer bir eleştiriye şöyle cevap vermiştir:
‘Mahkeme: İslâmlar mademki kardeştirler. Nasıl oldu da siz Müslümanları birbiri üzerine kıtale sevk ettiniz?
Şeyh Said: Ya Hazreti Ali? Muharebe ettikleri adam Müslüman değil miydi? Yine kardeş kalır ve bir de heyet-i vekile vardır.
…
Mahkeme: İsyan ettiğin zaman; askeri, Müslüman askeri olarak mı görüyordun? Yoksa kâfir askeri mi?
Şeyh Said: Hayır, Müslüman askeri olarak telakki ettim.’ [Ahmet Süreyya, A.g.e.]
Ama diğer görüşe göre Said Nursî, 15 Mayıs’ta Erzurum’da Şeyh ile üç gün, geceli gündüzlü görüştüğünü destek vermek istemiş fakat bunu gerçekleştirememiştir. Hatta bundan dolayı mahzun olmuş ve ‘Şeyh Said ve arkadaşlarının gerçek şehitler olduğunu’ [Dava Dergisi, Temmuz 1992, 28. Sayı] söylemiştir. Ankara’da Şeyh’in oğullarıyla gerçekleşen görüşmesinde Said Nursî, Erzurum buluşmasını ve kıyama bakışını anlatır:
‘Benim Şeyh Said Efendiyle ilk görüşmemdi. İlk gözüme çarpan yönü çok ferasetli bir kafa ve çok fasih bir hitabete sahip oluşuydu. Şer’i ilimlere de büyük bir vukufiyeti vardı. Özellikle konuşmalarında daima Hanefilerden İbn Abidin metinlerini ve Şafilerden Envar’ın metinlerini tekrar ediyordu. Beraber üç gün geceli gündüzlü bir arada kaldık. Cihad-ı ekberin yapılması gerektiğini ve bunu Müslümanlar deruhte etmediği takdirde, hepimizin mes’ul olacağımı delillerle izah etti ve ikide bir benim konu hakkımdaki kanaatimi belirtmemi istiyordu. Ben de ona dedim: Siz bundan şüphe mi ediyorsunuz? Ben de aynı kanaatteyim, onun için şu anda buradayım. Sonra dedi; siz ne şekilde bize yardımcı olabilirsiniz? Ben de cevaben dedim: Beraber istişare neticesinde yardımlaşma esaslarını tesbit edebiliriz.
Küfr-i mutlaka karşı bütün mevcudiyetimizle cihat edeceğimizi ve yapılan küfri icraatların, inkılaplarm karşısında set olacağımızı ben inşallah o bölgenin şeyhlerine anlatınm ve bu davanm tahakkukunu bütün gönlümle istiyor olduğumu da onlara arz edeceğim. Bu kararı aldıktan sonra Karaköse üzerinden Van’a oradan Bitlis’e gelmeyi planlamıştım. Bir sene sonra Diyarbekir’in Lice veyahut Piran mıntıkasında görüşmek şartıyla birbirimizden ayrıldık. Şeyh Efendi Hınıs’a doğru gitti.
Ben Karaköse üzerinden Van’a gittim, oradan Bitlis’e gittim. Aldığımız kararları oramn şeyhlerine anlattım. Aradan bir sene geçtikten sonra Diyarbekir’e gittim. Fakat Şeyh Eferıdiyle göruşemedim. Ondan sonra da görüşmek nasip olmadı.
Tabi kıyam başlar başlamaz devlet beni hemen derdest etti. Hapishane ve sürgünlerle benim elimi kolumu bağladılar. Ben çok üzüldüm. “Ya Rabbi ben buna layık değil miydim? Ben şimdi kıyamın içinde, cihadda olmam lazım iken hapishanede derdest edilmişim. Hiçbir şey yapamıyorum. Ben hapis ve sürgünlerde siyasi mahkum olarak tutulmaya layık mıydım?” diye devamlı üzgündüm. Bir gün beni seven bir gardiyan bir gazete getirdi. Gazetede Şeyh Said Efendinin Diyarbakır’da İstiklal Mahkemelerinde yargılandığını, mahkeme saf ahatmı yazıyordu. Birkaç gün sonra bir gazete daha getirdi. Ve onda Şeyh Said Efendinin şehit edildiğini okudum ve okuyunca bende büyük bir teessür hasıl oldu. İnanın geceli gündüzlü ağladım, figan ettim. “Ben niçin Diyarbekir’de şehit edilen 46 kişinin içinde yoktum?” diye çok kederler ve gamlarla teessürümden ağladım. (…) Onlar her ne kadar Birader-i Azamımı şehit ettiler, ben de onlardan tellerini birbirine vurarak) bir milyon insam Şeyh Said’in yoluna getirdim. Bu da benim için kâfi hizmettir. İnşaallah.
Birader-i Azamın Şeyh Said Efendi, büyük bir şeref derece ile vazifesini tamamladı. Takdirin bu şekilde olduğuna vakıfız. Ben de bu hadisede onunla beraber cihatta, Diyarbekir’de şahadete nail olmayı arzuluyordum. Fakat buna nail olamadım. Bundan dolayı epey üzüldüm.’ [Dava Dergisi, Temmuz 1992, 28. Sayı]
Tabi Dava Dergisi’nden bu alıntıyı yapan Mustafa İslamoğlu’nun yaptığı bir hesap var ki o da kafaları kurcalamaktadır:
‘Doğru kabul edilmesi halinde bu ifadeler, Bediüzzaman’ın Şeyh Said ayaklanmasını şer’i ve İslamî bir kıyam olarak değerlendirdiğini açıkça ortaya koyuyor. Ne k iyine aynı ifadeler kıyamdan bir yıl evvel 15 Mayıs’ta Erzurum’da, Said Nursî’nin Şeyh’le buluşup, Şeyh’in kıyam düşüncelerini dinlemesine, kıyamın fiilen başladığı 8 Şubat’tan, Nursî’nin tutuklandığı Mat ayına -ki İnönü Hükümeti 3 Mart’ta kurulmuştu- kadar bir buçuk ay geçmiş olmasına ve onun da Van’daki Erek dağında bulunmasına rağmen kıyama katılmayışının sebeplerini, onu bundan alıkoyan şeyin ne olduğunu açıklayamamaktadır.’ [Mustafa İslamoğlu, İslamî Hareketler ve Kıyamlar Tarihi, Sf. 686]
Said Nursî’nin, Şeyh Said Kıyamı ile ilişkisine dair iddialar ve dililer böyledir. Bir de Türk Beyleri vat tabi. Şevki Efendi, Hamid Ağa ve Hacı Hüsnü Efendi… Onlar kıyama destek oldular. Bu Beylerin durumu dahi kıyamın etnik endişelerle gerçekleştiği iddiasını çürütür.
‘Mahkeme: Siz yalnız Kürtlerle mi iş görmek istiyordunuz? Eğil taraflarında Türkler ve büyük adamlar da var. Onlarla neden görüşüp işbirliği yapmıyordunuz.
Şeyh Said: Eğil tarafına Ergani’ye gittim. Türkleri de çağırdım. ‘Dinimize çalışalım’ diyordum.
Mahkeme: Onlar sizinle beraber ayaklandılar mı?
Şeyh Said: Ergani’den Şevki Efendi vardı. Hamid Ağa vardı. Hacı Hüsnü Efendi vardı. Türk’tüler, mesela onlar katıldılar.’ [Mustafa İslamoğlu, İslamî Hareketler ve Kıyamlar Tarihi, Sf. 655]
Herkesin ayrı bir hesabı vardı! Bazısı Kürd Alevi’si olan Hormek Ağaları gibi davrandı; kendi menfaatini, geçmişin intikamını ve devlet nimetlerini seçti. Ergani’den Şevki Efendi, Hamid Ağa ve Hacı Hüsnü Efendi gibi bazılarıysa Şeyh Said’e destek verdiler. Bu Beyler Türk’tüler ama her şeyden önce, kalpleri İslam ve onun kalkanı olan Hilafet için çarpan birer mü’min idiler. Bu bile hareketin etnik endişelerle gerçekleşmediğine, ulusçuluktan çok uzak, İslami bir hareket olduğuna bir delildir ve İslam kardeşliğinin neleri sağladığının en büyük göstergesidir. Bugün, sayısız toplumsal mühendislik operasyonundan sonra birbirine kırdırılma sürecine getirilen Türkler ve Kürdler arasında İslam hâkimiyetinin henüz bu kadar aşınmamış olduğu o zamanlarda nasıl bir birliktelik olduğunu görmek gerekmektedir. Ergani ölçeğinde gerçekleşen bu ‘yerel vahdetin’ tüm Anadolu ve Ümmet sathına genişlememesi için T.C.’nin aldığı önlemlerin, kara propaganda çalışmalarının da boşuna olmadığını anlıyoruz. Hani onlar ‘bu Kürdçü bir ayaklanmadır’ diye yaygara koparırken, bu Türk beyleri gibi başka inanmış beylerin de Şeyh Said’e destek vermelerinden ve bunun neticesinde kıyamla baş edemeyeceklerinden korkuyorlardı. Haklıydılar, zira yıllarca İslam için, İ’lay-ı Kelimetullah için, İslam daveti için omuz omuza cihad eden bu kardeşler o gün de Hilafet için, İslam şeriatı için birlikte büyük bir kıyam gerçekleştirebilirlerdi!
4) Ülke genelindeki muhalefet hareketleri ve dönemin basın dünyası Şeyh Said olayına nasıl baktı? Anadolu Müslümanları ve dönemin dinî basın-yayın çevreleri kıyamı sahiplendi mi?
ZATEN ÖKSÜZ BAŞLAYAN KIYAM YETİM BIRAKILDI
BAHADIR KURBANOĞLU: Zaten kıyam başladıktan kısa bir süre sonra Takrir-i Sükûn yasasıyla soruda sözünü ettiğiniz basın dâhil olmak üzere ülke sathında muhalif addedilen tüm yazar-çizerler yargılanarak susturulmuştur. Dolayısıyla böyle bir destek olabilecekse bile mümkün olmamıştır. Ama dönemin şartlarında bunun olabilmesi de muhaldi, diye düşünmekteyim. Çünkü Hükümet yanlısı basının çok ciddi propagandaları söz konusu idi. Kürtlük, irtica, dış destek hepsi iç içeydi. Hatta isyana karşı çıkmada hükümetle birlikte hareket eden TCF bile kıyama destek verdiği, kışkırtıcı rol oynadığı, “karşı devrim” gerçekleştirme planları yaptığı iddiasıyla kapatıldı ve yöneticileri çok ciddi cezalara maruz bırakıldı. İşin özü, kıyam tüm dinamik unsurlarına rağmen öksüz başladı, yetim bırakıldı, ihanetler söz konusu oldu ve bunların toplamının gücü kıyamcıların gücünü aşıyordu. Şeyh de zaten, başarısız olunacağını zaman zaman çevresindekilere itiraf etmişti ama bizatihi vacip olan kıyama durmuş olmayı başarı addeden bir itikada sahipti ve son sözlerine yansıdığı şekilde amacını net bir tarzda sonraki nesillere miras olarak ortaya koymuştu:
“Şüphesiz benim ölümüm Allah ve İslam içindir!”
CEVHER KARA: Aslında basın, bugün ne ise o gün de üç aşağı beş yukarı aynıydı. Yani güdümlüydü. Olayları servis edilen şekliyle haberleştiriyor, sistemin arzusu minvalinde köşe yazıları serdediliyordu. Öyle ki kıyamın akamete uğraması adına Ermenilerin, Şeyh Said ile birlikte hareket ettiğini dahi iddia edenler çıkmıştır. [Murat Deniz, Türk Basınında Şeyh Sait İsyanı, Yüksek Lisans Tezi, Sf. 18]
‘Mehmet Asım Bey de 11 Nisan 1925 tarihli Vakit gazetesinde isyan olayının değerlendirirken özetle isyanın çıkış sebebinde İngiliz tahrikinin mevcut olabileceğini, isyanda saltanat ve hilafet usulünü getirmek isteyenlerinde tesiri bulunabileceğini, söyledikten sonra Genç gibi ziraattan başka hiçbir faaliyet sahasına sahip olmayan yerlerde meydana gelen bu isyan hareketinde aşar usulünün kaldırılmasının bu isyan üzerindeki tesirinden bahsetmektedir.
Genç isyanı hakkında yer alan sebeplerin arasında hükümetçe aşarın kaldırılmasının da rolünün olduğunu sabık Elazığ valisi Hulusi Bey’in vakit gazetesi muhabirine vermiş olduğu bir mülakatta söylediği sözlerinin de bunu doğruladığını anlatmaktadır.
Aşar vergisinin bir senelik hâsılatının 35–40 milyon lira iken hükümetin bu büyük varidatı kaldırdığını, köylülerden aşar vergisi almamaya karar verdiğini ve bu kararı verirken hakikaten de büyük bir fedakârlık yaptığını, köylüler üzerinde nasıl bir tesir yaptığını bildiği için şimdiye kadar hiçbir hükümetin gösteremediği bir cesaret ile vergiyi kaldırarak iktisadi inkılâp gerçekleştirdiğini belirtir.’ [Murat Deniz, A.g.e. Sf. 16]
Tamamen absürt yorumlar ve hükümet yetkililerinin ağzından beyanatlarla kamuoyu şekillendirilmeye çalışılmıştır. Benzer durum Cumhuriyet, Tanin, Vatan gibi gazeteler için de söz konusudur şüphesiz.
Basın tarafından ilk başlarda küçük bir ‘eşkıyalık’ hareketi olarak görülen kıyam, büyüdükçe yayınlar da sertleşmiş, ağızlardan salyalar akıtılır duruma gelinmiştir. ‘Hakimiyet-i Milliye, Şeyh Sait İsyanı’nı Türkiye Cumhuriyeti’nin hoşgörüsünün cezası olarak göstermiştir. Adana’da yayınlanan Türk Sözü de devrime karşı kalkan her elin ve başın ezileceğini, irticanın artık ebediyen gömülmesi gerektiğini belirtmiştir. İzmir’de yayınlanan Anadolu da İzmir gençliğinin böylesine bir görevde yer almak istediğini yazmıştır. Tanin irticayı karşı toplantı ve yayınlara yer vererek bu konudaki hassasiyetini göstermiş’tir. [Dr. Sezer Kılıç, Cumhuriyetin İlk Yıllarında Muhalif Basın] Şeyh’in kendisinin de takip ettiği Sebil-ür Reşad bile -ki bir yerde ‘dönemin dinî basın-yayın çevreleri’ne dâhil edilebilir- ‘Türkiye’nin Lozan’dan sonra yaralarını sarmaya başladığı bir zamanda böyle bir olayın meydana gelmesini üzücü olarak nitelendirmiş, olayı hükümetin bir an önce yok etmesi için yardımcı olunmasının vatan hizmeti olduğunu yazmıştır.’ [Dr. Sezer Kılıç, A.g.e.] Tabi bütün ‘yıkama yağlama’ çabaları rejimin şerrinden muhafaza edememiştir o gazetecileri. İsyan bahane edilerek çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunu gereği bir o gazetecilerden yargılananlar, sürgün edilenler, tutuklananlar, yazı yazamayacak duruma getirilenler olmuştur. [Dr. Sezer Kılıç, A.g.e.]
SON VİDEO HABER
Haber Ara