Şeyh Said soruşturması
Şeyh Said Soruşturma Dosyasının birinci bölümü...
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-06-29 12:31:58
Unutulmamalıdır da.
Unutulmamalıdır diyoruz; çünkü Şeyh Said ve kıyamının unutulması demek bizi kuşatan sistemin 1923 yılından şu ana değin yaklaşık bir asırlık zaman diliminde İslami kimliğimiz ve bu kimliği yaşatma kaygısına sahip kardeş etnisiteler üzerindeki zulüm, haksızlık, baskı ve katliamlarını unutmak demektir.
Şeyh Said olayını unutmak kendimize, öz değerlerimize, yakın tarih ve ondaki köklerimize yabancılaşmak demektir.
Şeyh Said ve kıyamını unutmak mücadele mirasımıza ihanet ve dedelerimizin celladı olan resmi ideoloji ve bekçilerinin değirmenine su taşıma basiretsizliğine düşmekle özdeştir.
*** *** ***
Islahhaber'in yayınladığı Şeyh Said soruşturması
Soruşturma dosyamızın içeriğini mümkün olduğunca geniş tutmaya çalıştık. Ve aynı şekilde 20'yi aşkın bir katılımcı listesi oluşturarak da çeşitlilik sağlamak istedik. Hiç şüphesiz ki Şeyh Said olayının çok boyutları bulunmaktadır. Bu boyutları tümüyle ele almak ise bir çalışmanın hacmini aşacaksa mütevazı bir soruşturma dosyasının sınırlarını hayli hayli zorlayacaktır. Yine de biz gündemleştirmemiz gerektiğini düşündüğümüz üç temel boyutu tespit ederek bunları bölümlendik ve her bölümü kendi içerisinde açılımlayarak çeşitli sorularla somutlaştırma yoluna gittik. Gerek soru çerçevesi ve gerekse de değerli katılımcıların vereceklerini umduğumuz doyurucu cevaplarıyla bu dosyanın aynı zamanda sonraki süreçte yapılacak Şeyh Said ve kıyamı konulu çalışmaları da beslemesini ümit etmekteyiz.
Soruşturma dosyamız üç ana bölümden oluşuyor demiştik.
Birinci bölüm "Erken Cumhuriyet Dönemi Kimlik Sorunları Bağlamında Şeyh Said Olayı" başlığını taşırken ikinci bölüm "Şeyh Said Kıyamı / Tezler-İddialar" başlığı altında kıyamın sonrasında oluşan ve vakıada karşılığı bulunan tezleri irdelemeyi, suçlamalara cevap vermeyi amaçlamaktadır. "'Gerçeklerle Yüzleşme' Politikaları Bağlamında Şeyh Said Olayı" adını taşıyan son bölüm ise içerdiği soru çerçevesiyle mevcut durum tespiti yapmayı ve yaşanmakta olan gelişmeler üzerinden tutum ve perspektif oluşturmayı hedeflemektedir.
Bölüm bölüm ve her bölümü de kendi içerisinde kısa periyotlara yayarak yayına sokmayı düşündüğümüz soruşturma dosyası inşallah bittiğinde e-kitaba dönüştürülerek daha geniş ve kalıcı istifadeye sunulacaktır.
"Erken Cumhuriyet Dönemi Kimlik Sorunları Bağlamında Şeyh Said Olayı" adını taşıyan soruşturma dosyamızın birinci bölümünün ilk katılımcısı Haksöz dergisi yazarı Sayın Bahadır Kurbanoğlu'nun kapsamlı cevaplarını okuyacaksınız. Kurbanoğlu, bu bölümde yer alan şu sorulara cevap veriyor:
1. Cumhuriyet rejiminin Kürt sorunu namına devraldığı miras nasıldı? Rejimin kuruluş aşaması ve sonrasında soruna karşı yaklaşımı nasıl olmuştu? 1925 Şeyh Said kıyamının rejimin oluşum ve gelişim tarihine etkileri nelerdir?
2. Şeyh Said'e isyan ettiren nedenler nelerdi? Neden kıyam edildi?
3. Şeyh Said kıyamı, kendisinden önceki Kürt isyanlarının tıpkısının aynısı mıydı?
4. Kıyamın başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açan faktörler nelerdi?
5. Şeyh Said kıyamı sonrasında Takrir-i Sükûn, İskân kanunu, İstiklal Mahkemeleri vb. sonuçları oldu. Toplum üzerindeki vesayeti arttırmak için rejim Şeyh Said olayını bir bahane olarak mı kullandı?
6. İstiklal Mahkemeleri zabıtları halka açılmış durumda. Şeyh Said olayını İstiklal Mahkemeleri üzerinden inceleyen çalışmalar oldu mu?
7. "Yakılma yılları" şeklinde de literatüre geçen olayların Şeyh Said kıyamı ve sonuçlarıyla bağlantısı var mıydı? Sonraki yıllarda da yakma-yıkma politikasının tezahürleri oldu mu?
8. Bu kıyamın bastırılmasında uçakların da kullanıldığı ifade ediliyor. Hatta TC'nin ilk defa uçaklarını bu kıyam sürecinde kullandığı söyleniyor. Bununla ilgili tarihi vesikalar ve somut bilgiler mevcut mu?
Değerli katılımcılarımızın birinci bölüm cevapları geldikçe inşallah paylaşıma sunulacaktır.
Verimli olması ve hayırlı sonuçlar doğurması dileğimizle…
*Haşim Ay
***
BİRİNCİ BÖLÜM:
ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ KİMLİK SORUNLARI BAĞLAMINDA ŞEYH SAİD OLAYI
BÖLÜM SORULARI:
1. Cumhuriyet rejiminin Kürt sorunu namına devraldığı miras nasıldı? Rejimin kuruluş aşaması ve sonrasında soruna karşı yaklaşımı nasıl olmuştu? 1925 Şeyh Said kıyamının rejimin oluşum ve gelişim tarihine etkileri nelerdir?
2. Şeyh Said'e isyan ettiren nedenler nelerdi? Neden kıyam edildi?
3. Şeyh Said kıyamı, kendisinden önceki Kürt isyanlarının tıpkısının aynısı mıydı?
4. Kıyamın başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açan faktörler nelerdi?
5. Şeyh Said kıyamı sonrasında Takrir-i Sükûn, İskân kanunu, İstiklal Mahkemeleri vb. sonuçları oldu. Toplum üzerindeki vesayeti arttırmak için rejim Şeyh Said olayını bir bahane olarak mı kullandı?
6. İstiklal Mahkemeleri zabıtları halka açılmış durumda. Şeyh Said olayını İstiklal Mahkemeleri üzerinden inceleyen çalışmalar oldu mu?
7. "Yakılma yılları" şeklinde de literatüre geçen olayların Şeyh Said kıyamı ve sonuçlarıyla bağlantısı var mıydı? Sonraki yıllarda da yakma-yıkma politikasının tezahürleri oldu mu?
8. Bu kıyamın bastırılmasında uçakların da kullanıldığı ifade ediliyor. Hatta TC'nin ilk defa uçaklarını bu kıyam sürecinde kullandığı söyleniyor. Bununla ilgili tarihi vesikalar ve somut bilgiler mevcut mu?
BAHADIR KURBANOĞLU'NUN CEVABI:
1) İttihat Terakki'nin ülkeyi iflas ettirici ve insanlarını telef ettirici tüm politikalarına rağmen, "Milli Mücadele" yılları denen dönemde "Anasır-ı İslam" politikalarıyla yek vücud bir mücadele verildiğini gözlemlemekteyiz.
Birleştirici unsurlar ve kader ortaklıkları bunda belirleyici idi. Özellikle Hilafet, İslami değerlerin korunması ve halkın da kültürünün İslam'a dayanması bunda belirleyici olmuştur. Mesela "Milli Mücadele" yıllarında Doğu vilayetlerinde bırakın isyanı, en ufak bir taciz hadisesi dahi olmamıştı.
Olması da muhaldi. Bu yıllarda Mustafa Kemal'in de tüm söylemleri bu Hilafet ve "Anasır-ı İslam" üzere kuruluydu. Hatta geç bir tarih olarak, 1923'te yaptığı Yurt gezisinde bile "…Anayasamız gereğince zaten bir çeşit muhtariyet oluşacaktır. O halde bölgenin hangi halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir…" demekteydi.
Cumhuriyet öncesi İslamcı olarak niteyebileceğimiz mesela Seyyid Abdülkadir gibiler birlikte yaşama yanlısı idiler.
Müslüman Kürtlerin çoğu da aynı fikirdeydi. "Wilson İlkeleri"nden etkilenerek "Bağımsız Kürdistan" fikrini savunan gruplar çok sınırlıydı. Tabii birlikte yaşamayı savunanlar, rejimin Kürt halkının meşru haklarını teslim edeceği inancına sahiptiler. Zaten I. Meclis'te de 72 kadar Kürt milletvekili vardı.
Ancak Ankara'nın inceden güttüğü merkezi güçlendirme, belli idarecileri üst düzeyde atama, dilin kullanımını yasaklama, medreseleri sudan bahanelerle kapatılmaya başlanması; ardından I. Meclis'in bir darbe ile tırpanlanıp, bölgedeki temsilcilerin bile Ankara'dan belirlenir olması; ağılaştırılan vergiler ve en nihayetinde de Hilafetin kaldırılması, ortak kimlik ve birlikte yaşama sebeplerini tüketmişti. (Tabii bu durum, ağa, şeyh ve aşiretlerin baskın olduğu, ekonomik durumun içler acısı halde bulunduğu bölge insanının yek vücud hareket ettiği anlamına da gelmiyordu. Çıkar çatışmaları, aşiretler arası çekişmeler, dinî kültürde halk arasında ortaya çıkan yozlaşma unsurları birlikteliğe muhal olan hakikatlerdi.)
Kemalistlerin çokça tekrarladıklarının aksine İngilizler de özellikle Anadolu'daki Kürtleri Lozan'dan sonra kendi kaderlerine terk etmişlerdi. Rejim bunun farkındaydı ve Türkçü-Laik-Batıcı ulus-devlet politikalarını uygulamakta gecikmek istemiyordu. Mustafa Kemal'e muhalif olan Terakkiperverciler (TpCF) daha yumuşak bir geçişi savunuyorlardı. Bile isteye politik olarak gerçekleştirilen hukuksuzluklara, kimlik inkârı ve baskı politikalarına daha baştan sıcak bakmıyorlardı.
Hatta Şeyh Said kıyamı başladığında Fethi Okyar hükümeti bile, sınırlı tedbirlerle bu meselenin önünün alınabileceğini düşündüğü için Mustafa Kemal tarafından azledilip yerine İsmet İnönü'nün başbakanlığında bir demir yumruk hükümeti kurulmuştu.
Mustafa Kemal'in zihnindeki "medenileşme" hamleleri farklı olduğundan ve bunları bir an evvel uygulamaya koymak istediğinden bütün muhalefetin susturulması gerekiyordu ki, bu da Takrir-i Sükun kanunuyla gerçekleştirildi. Aslında Şeyh Said kıyamı, rejimin bugüne dek süregelen sacayaklarının oluşumunda bir manivela işlevi gördü, denebilir. Kıyamcıların samimiyeti, iyiniyeti, sırf Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya koydukları çaba maalesef bu gerçeği değiştirmiyor. Siyasi olayları kendi iktidarını güçlendirmek ve diktatörlüğe giden süreci hızlandırma adına kullanmakta mahir olan Mustafa Kemal, bu olayı vesile kılarak hem basını, hem TpCF'sını ve tüm muhalefeti dozajları farklı olmak kaydıyla susturdu, sindirdi, biata zorladı ve bunda da başarılı oldu. İdare-i Örfi (Sıkıyönetim mahkemeleri), İstiklal Mahkemeleri, Şark Islahat Planı, İskan Kanunu vb. ile de Müslüman Kürt halkı için de trajik bir süreç başladı. Asimilasyon, inkâr, tenkil ve tehcirin ilk tohumları atıldı.
Bölge sosyolojisi Türkçü uygulamalar nezdinde tamamen değiştirilmeye çalışıldı. Trakya ve Ege bölgesine yaptırılan göçler, mübadeleler, kıyama katılan katılmayan iskan bölgelerinin yakılıp yıkılarak imha edilmeleri vs. 1925-1939 arası kesintisizce devam eden hadiselerin ve uygulamaların startı verilmiş oldu.
2) Sadece mahkeme zabıtlarına bile bakmak bu konudaki gerçekleri yeter derecede ortaya koymaktadır. Şeyh Said ve çevresi, Mustafa Kemal'in icraatlarından son derece rahatsızdır. Bunların başında da Hilafetin kaldırılmış, medreselerin kapatılmış olması; ahlaki yozlaşmaların basın yoluyla teşviki, yine basın yoluyla İslami değerlerin aşağılanmasına ve Müslümanların tahkir edilmesine yönelik kızgınlıklar bunda belirleyici olmuştu. Şeyh Said'in, Hanili Salih'in, damadı Şeyh Abdullah'ın, oğlu Ali Rıza Efendi'nin demeçleri bu durumu net bir biçimde ortaya koymaktadır.
Ancak, bu düşüncelerin önce müzakere edilmesi, İstanbul ve Ankara'daki bazı zevatın uyarılması; çeşitli taleplerin resmi makamlara iletilmesi düşünceleri vardı. Yani öncelikli düşünce kıyam değildi. Ancak gelişen sürecin de farkındaydılar. Bölgede pek çok kişi ve aşiret uyku halindeyken, Şeyh'in teyakkuzda olması da bu durumu ispatlamakta. Mesela İstanbul'daki bazı Kürt Ulemasından şahısların yayınladıkları ve İstiklal Mahkemelerine de delil olarak sunulmuş bir beyanname (daha doğrusu ahitname/taahhütname) vardı.
Bunun altında Şeyh Said'in kardeşi Abdurrahim'in de imzası vardı. Bu beyannamenin içeriğinden Ankara'nın uygulamalarının hangi safhalara ulaştığını gözlemlemek mümkündür. "Bir İslam hükümeti vücuda getirmenin gerekliliği"nden bahseden, Ankara'yı "Laik Türk Hükümeti" olarak niteleyen ve "Ermenilere yapılan muamelelerin bir benzerinin Kürt ileri gelenlerine de yapılacağına dair istihbarat alındığını" belirten ifadeler yer almaktadır.
Bu meyanda Şeyh Said'in kıyam konusunda acele ettiğini ifade eden yaklaşımlar sağlıklı ve gerçekçi değildir. Şeyh, Piran hadisesi dolayısıyla artık okun yaydan bizzat Ankara tarafından fırlatıldığının farkına varmıştır. Bunu kavrayabilecek şecaate herkesten fazla sahiptir. Ancak önemli olan Piran öncesi Şeyh ve çevresinin hangi konularda halkı irşad etmeye, şikayetlerde bulunmaya çalıştıklarıdır. Bu konuların tümü İslami-insani taleplerdir. Görünen köyün kılavuz istemediği durumda da anın vacibine göre hareket edilmiştir.
3) Eğer bu soru ile kastınız, bazı ulusalcı çevrelerin bölgedeki tüm kıpırdanmaları "Kürt Ulusal Hareketi" olarak nitelemekteki maharetine gönderme yapmak ise cevabımız "hayır!" olacaktır. Şeyh Said kıyamı için de yapılan bu türden nitelemeler anakronik olmaktan başka bir anlam ihtiva etmemektedir. Eğer İttihat Terakki dönemindeki Mele Selim'in Bitlis kıyamıyla karşılaştıracaksak benzer yönler çoktur. Çünkü İttihat Terakki'nin malum politikalarına karşı İslami kimliği öne çıkararak bir başkaldırı gerçekleşmiştir. Osmanlı'daki kıyamlarda da sosyolojik farklar varmış gibi görünse de sonuçta zedelenen insani haklar ve yerleşik statükonun sarsılmasından kaynaklanan zulümlere karşı çıkanların kimlikleri önemlidir. Şeyh Ubeydullah gibi. Konjonktürel ve jeo-politik durumu farklı olmakla birlikte İngilizlere "Ben o necis eli sıkmam!" ya da "Ben Hilafete hıyanet etmem!" diyen Mahmud Berzenci'nin asıl niyetinde olduğu gibi.
Kökeninde tamamen İslami taleplerin yer aldığı Şeyh Said kıyamı öncesinde çok açık olan husus, rejimin İslam düşmanlığının ayyuka çıkması idi. Bunu sadece müesseseleri ortadan kaldırarak, ya da basın yoluyla ahlaksızlıkları teşhir ederek yapmadı. Bölge insanı da İslami kültürü ve hassasiyetlerinden ötürü aşağılandı, haklarına tecavüz edildi, kültürel haklarından bir kısmı yasaklanmaya teşebbüs edildi. Bu türden insani hususları İslami olandan ayrıştıramayız. Bu, günümüzde bizim zihnimizde şekillenmiş bir ayrım. O gün için bu ayrım yoktu. Zaten insanların İslami kimliğine ve haklarına tecavüz ediyorsanız, tüm yaşam alanlarını ihlal ediyorsunuz demektir. Şeyh Said sonrası bir takım kıyamlarda da İslami taleplerin azalmış olması, bu konulardaki umutların yitirilmişliğiyle alakalıdır. Yoksa o isyanlarda rol alan insanların kimliklerine baktığınızda zaten çoğu müslümandır, İslamdır. Bu hareketlerdeki sekülerleşme unsurları dünden bugüne ha deyince oluşmamıştır; küresel gelişmelerin de bunda katkısı büyüktür.
Öte yandan Şeyh Said kıyamını farklı kılan bir temel unsur da, aslında eğer güç yetirilebilse idi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının erkinin son bulması hedefleniyordu. Kıyamın gücüyle bu niyet doğru orantılı değildi ama öncülerden bir kısmının böylesi bir ufku vardı. TpCF'nin politikalarına sıcak bakmaları da bundan ileri geliyordu. Yani mümkünse gaspedilen insani ve İslami haklar geri alınacak ve söz konusu laik politikalara en azından bölgede "Dur!" denmiş olacaktı. Ama Şeyh'in yazdığı davet mektuplarına teveccüh artsa idi, bölgede ve bölge dışı katılım yüksek olsaydı, "Hayır, biz daha ileri gitmek istemiyoruz." diyecek halleri yoktu. Benim kanaatime göre bu, muhtariyete kadar gidebilirdi. Şeyh, mahkemelerde zaten kaybedilmiş bir isyanın hayali bir ideali gibi bundan bahsedecek değildi elbette.
Üstelik onun birinci derdi, din günü hesap verebilmek için üzerine vacib olan tarihî rolü yerine getirebilmekti. Bunu sadece mahkemelerde değil, sözlü şahitliklerde yanındakilere söylemekteydi. Kıyama katılmayan ve kendisini eleştiren kardeşi Bahaeddin'e cevabı meşhurdur: "Ben gerekirse tek başıma, elimdeki değnekle bu işe karşı çıkacağım!"
4) Kıyamın başarısızlığına yol açan en temel faktörlerden biri öncesindeki hazırlıksızlık halidir. Zaten belki hiç olmayacak, belki sözlü irşadla yerine getirilebilecek bir süreç kıtale uzandı demiştik. Bir diğeri ise, katılımın çeşitli sebeplerden dolayı azlığı ve kıyamın adeta aşiretsel kalmış olmasıydı. Üçüncü sebep ise, kıyamda rol alanların böylesi bir sorumluluğu hem askeri ve siyasi, hem de İslami/Şer'î anlamda taşımaları noktasındaki yaşanan zorluklardır. Rejim, Diyarbakır gibi bazı bölgelerde bizzat kendisi yağma ve tecavüzleri organize ederek kıyamı kirletmeyi başarmıştır.
Ama Elazığ gibi halkının çoğunluğunun Türkçe konuştuğu, İslam yolunda bir kalkışma olduğu için şehrin isyancılara terk edildiği bir vasatta, Elazığ'da yapılan hataların çoğu kıyamcılara aittir. Ve bu yüzden halk bir müddet sonra kıyamın karşısında hükümet güçlerinin yanında yer almıştır. Şeyh Said'in de "Bu halktan sıktım sıyrıldı, muvaffak olsaydık bile şeriatı isteyen halk kalmamıştır." sözlerini bizzat nahkemede sarfettiğini bilmekteyiz. Ve yine Şeyh'in kardeşi Abdurrahim'e "Müslümanların mallarına dokunulmaması gerektiği, alınmak zorunda kalınan malların karşılığında ödeme makbuzu verilmesini emrettiği" bilinmektedir. Tabii bütün bunların yanına silah ve mühimmat eksikliğini de koymak gerekir. Hatta "ele geçirilen topları kullanacak adamlarının olmadığı" da Şeyh'in itirafları arasındadır. Bütün bunlara düzensizlikleri, organizasyon eksikliklerini ve emre itaatsizlik eylemlerini de eklemek gerekir. Mesela aslında Diyarbakır muhasarasından vazgeçmek isteyen Şeyh'i bizzat tez canlı kardeşi Abdurrahim'in dinlemediği tarihî olarak sabittir.
Bütün bunlara dış destek yoksunluğu ve rejime ise bizzat İngiliz ve Fransızların desteğini de eklemek gerekir. Suriye'nin kuzeyinden yapılan uçak yakıtı, mühimmat ve asker sevkiyatı Ankara anlaşmasına göre Fransızların izni ile gerçekleşmiş ve İngilizler de buna (Musul'daki kendi çıkarlarını bahane etmeyerek) engel olmamışlardır. İsteseler, Fransızları bu konuda etkileyebilecek bir konuma da sahip idiler.
Tabii kıyamın içeriğindeki ideolojik/İslami talepler de bu yetim kalışı beslemiştir.
5) Evet. Bu sorunuza 1. soruya verdiğimiz cevapta kısmen değinmiştik. Mustafa Kemal de 1927 yılında yazdığı Nutuk'ta "irticakârane" olarak nitelediği kıyamın kadrolarıyla TpCF ilişkisine vurgu yaparak, bir "karşı devrim"in engellenmiş olmasından söz etmektedir. Oysa, TpCF'nin çok da fazla olmayan şubelerine bölgede teveccüh gösterilmiş olması gayet doğaldır. İzmir'de bile Fethi Okyar'ı karşılamak için ikiyüz elli bin kişinin meydanlarda toplandığını biliyoruz. Mustafa Kemal bazı TpCF üyeleri ile bazı Azadî mensuplarının (hatta Cibranlı Halit Bey'in) mektuplaşmalarının bu hususta delil teşkil ettiğini düşündürtmek istemektedir.
Oysa biz zaten onun Kazım Karabekir başta olmak üzere diğer "Milli Mücade Komutanları"na hangi konumları biçtiğini İzmir Suikastı davasından bilmekteyiz. Sorunuzda saydığınız olguların tamamı rejimin yepyeni Saiklerle temellendirilmesi için bahane olarak kullanılmıştır. Bir defa basına haddi bildirilmiştir. Yepyeni kadrolarla yepyeni bir rejim kurulurken bu kadar demokrasi ve özgürlük yeter, denmiştir. Metin Toker, bunu "Şeyh Said ve İsyanı" adlı kitapta çok açık biçimde ifade eder. Ve bu işleri kotaranların tek meşruiyetinin Milli Mücadele'nin muzaffer komutanları olmaları hasebiyle ellerindeki güç olduğunu da söyler.
Diğerleri için de geçerlidir bu ama kurtluk kanunu, kim kimi yerse. Yani meşruiyet güçten gelmekte. Diğerleri ise (Kazım Karabekir gibi) meşruiyetin ilkelerle belirlenebileceğini idealistçe düşünmekteler. Bu komitacılıklarını bir kenara itip sadece idealizmleri ile ülkeyi yönetebilecekleri düşüncesi onlara pahalıya mal olmuştur. Ülke harap edilirken, sadece anılarını yazmış olabilmekle kahraman olmuşlardır. Tabii bütün bunlar, bu kadrolar arasında ideolojik farklılık olduğunu göstermez, fark yöntemlerdedir.
Bu parantezden sonra sorunuza dönersek; evet, bahsettiğiniz tüm gelişmeler, yeni bir rejimin kurulmasının sacayaklarıdır. Nitekim harf devrimi, kıyafet, medeni hukuktaki köklü değişikliklerin hepsi bu kıyamdan sonra gerçekleştirilebilmiştir. Daha doğrusu bu kıyam vesilesiyle muhalefetin susturulabilmiş olmasından sonra elde edilen siyasi erk ile!
Bu arada şunu da ifade edelim: Eğer muhalefet halen gücünü koruyabiliyor olsaydı, Şark Islahat Planı vb. ile bölgede uygulanan politikaların birçoğunda ayak sürçeceği, hatta belki çok daha ciddi kavgaların yaşanabileceği muhtemeldi. Çünkü İstiklal Mahkemelerinde bile kanunlara uymaya çalışan, insanların haklarına hukuk dışılıklarla müdahaleleri engellemeye çalışan az sayıda da olsa insan yok değildi. Türkiye'de çeşitli hukuk fakültelerinde yirmi yıl görev almış Alman Yahudi hukukçu Ernst E. Hirsch, "Anılarım" adlı eserinde 1930'lu yılların ortalarında bile, Osmanlı hukuk formasyonu almış olan Türk hukukçulara "devletçi hukuku" kavratmakta zorlandığını, bunun da aldıkları şer'î formasyonla ilgili olduğundan ve bunu başarabilmek için ne denli köklü reformlar yapmak gereğinden bahseder. Böylelikle bizler de 30'lu yılların hukukçularının bile "önce devlet" diyen bugünkülerle kıyaslandığında mumla aranır olduklarını öğrenmiş oluyoruz. Mustafa Kemal'in, türlü dolaplarla, İstiklal Mahkemelerinin başına hukukçu olmayan asker milletvekillerini atamaya çalışması boşuna değildir.
6) İstiklâl Mahkemeleri ile alakalı fazla kaynağa sahip değiliz. Bu konudaki en temel kaynak, sıkı bir Kemalist olan Ergun Aybars'ın İstiklal Mahkemeleri adlı çalışmasıdır. İskilipli Atıf özelinde Şapka hadiseleri ile alakalı yargılamaları içeren Ankara istiklal Mahkemesi Zabıtları 1926 da bunlar arasındadır. Ve elbette Şark İstiklal Mahkemeleri Savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren'in 1957 yılında Dünya gazetesinde yayınlanan ve sonradan kitaplaştırılan Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi adlı, elindeki belgelerin özetlerine dayanan eseri. Öyle bir "yüzleşme" döneminden geçiyoruz ki, zabıtlar yeni yeni açılmaya başlandıkça hızlı bir şekilde yepyeni akademik çalışmaların yapılacağından şüphemiz yok.
7) Elbette. Bu, cumhuriyet tarihinin bir geleneği olarak (90'lı yıllar dahil) her dönemde olmuştur. İmha ve Tehcir; bu, ulus-devlet rejiminin olmazsa olmazıdır. Buna ideolojisi gereği mecburdur da. Düşünebiliyor musunuz; Misak-ı Milli diye, iktidarınızı sağlama alma adına razı olduğunuz bir coğrafya var. Öyle bir rıza ki bu, uluslararası planda her daim kullanabileceğiniz Hilafet makamını bile, size muhalif olanların iç politika malzemesi olarak kullanmamaları için ortadan kaldırabiliyorsunuz.
Bu coğrafyada öyle bir milliyet/ulus yaratacaksınız ki, maalesef henüz böyle bir halk yok! Bu ulus-kimlik hem bu coğrafyanın kadim kimliği olan İslam'ın alternatifi olacak, hem de bunu benimseyecek bir halk oluşturmanız gerekiyor. Yani olmayan bir halkı bu koca coğrafyada yaratmanız gerekiyor. İktidarınız ve ideolojinizin bekası buna bağlı. Ne yapacaksınız? Uslanmayanların, razı gelmeyenlerin önce öncülerini ortadan kaldıracak, sonra da halkının, silahlarınız yettiği ölçüde imha edebildiğiniz kadarını imha edecek, geri kalanını da başka coğrafyalara sürgün edeceksiniz. Boşalan yerlere Balkanlardan, Kafkaslardan size tabi olacak, minnet duyacak yeni bir halk yerleştireceksiniz.
Bu karikatürize ettiğimiz tasvir Allah (cc)ın tüm insanlığa doğuştan bahşettiği hakların çiğnenmesiyle yapılabilir ancak. Başka türlü olmaz. Bu politika, milyonlarca insanın zulüm görmesine, en temel haklarının ayaklar altına alınmasına sebebiyet verdi. Sadece onlarla da kalmadı; evlatları, torunları da belki bir asra yakın süredir bu mezalimin etkilerini yaşamaya devam ettiler. Artık kendilerini inkâr bile etseler, bunun önemi kalmamıştı. Böyle olmadı tabii; yıllar süren ayaklanmalar, yepyeni direnişler ve zulümlere yol açtı bu politikalar.
"Yakmalar" dediğiniz olgu Şeyh Said kıyamıyla başlamış, Dersim'e kadar çok somut devlet politikası olarak sürmüştür. Tabii sadece iskân bölgelerinin yakılmasından bahsetmiyorum. İnsanların evlerin içlerine, mağaralarda, dağlarda da yakılmasından söz ediyorum. Bu aynı zamanda, devletin kurşun harcamamak için güttüğü politikalar arasında olmuştur. Bu tarz askeri emirler vardır bazı mıntıkalarda verilen, kayıtlara bile geçmiştir. Zaten yetersiz ve pahalı olan kurşunları harcamaktansa, insanları yakarak imha etmenin 1925-1939 arası örnekleri çoktur. Bu bölgelerde görev yapmış askerlerin şehadetleri vardır. Çeşitli dergi ve yayın organlarında olayları yaşamış canlı şahitlerle yapılmış röportajlar da vardır.
8) Şeyh Said kıyamı sırasında rejimin çok az uçağı vardı. Ancak gerek İngilizlerin Irak'ta yaşadıkları ve avantaj sağladıkları tecrübelerden edinilen askeri dersler, gerekse kıyam esnasında buna duyulan ihtiyaç, isyandan sonra uçak sayısının artırılmasını da beraberinde getirmiştir. Şeyh Said kıyamında uçakların rolü sınırlı da olsa olmuştur. Ve rejimin az sayıdaki savaş uçağı ilk kez bu kıyam esnasında kendi halkına karşı kullanılmıştır.
Robert Olson, bu uçaklar meselesiyle ilgili "Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı" adlı, İngiliz Hava kuvvetlerinin arşivlerine dayanan çalışmasında geniş bilgiler verir. Öte yandan, Cegerxwîn'in Hayat Hikayem'indeki aktarımıyla. Şeyh Said'in kâtibi, ulusalcı Liceli Fehmi Bilal, Şeyh'in oğlu Ali Rıza Efendi ile birlikte kaçtıkları Irak'ta misafir oldukları esnada, yaptıkları bir tartışmada Fehmi Bilal kendisine, "Başımıza ne geldiyse senin ve babanın bu sofiliği yüzünden geldi!" dedikten sonra şu örneği vermektedir: "Tepemizde teyyareler uçuyorken, Şeyh Said Efendi, 'hadi kalkın namazı cemaat ile kılalım' derdi."
Bence en önemli iki vesikadan biri; Savcı Ahmet Süreyya Örgeevren'in kitabının 26. sayfasındaki mektuptur. Şeyh Said'in Palu'daki mevki kumandanı Hasan'ın rapor olarak yazdığı 7 maddelik mektubun 5. maddesinde "Dün gelen tayyare tarafından yapılan bombardımandan hiçbir semere ve tesir hâsıl olmamıştır." denmektedir. Aynı eserin 123. sayfasındaki delil ise askerler arasındaki şu konuşmadır: "…Çünkü isyan mühim, asiler yamandılar. En çok korktukları ve belki de en çok zarar gördükleri tayyare mitralyöz ateşi ve bombaları altında bile savaşmak tehlikesini göze alanlar olmuştur."
Bu konudaki son örneği, Örgeevren'in aktardığı bir havacının sözleriyle vermek isabetli olur:
"Toprakta savaşan ihtilalcilere göklerden ateş saçan büyük küçük uçaklarımız ve hele onları maharet ve cesaretle kullanan Türk ordusu zabitlerinin meslek ve sanatlarındaki kudret ve maharetlerine güvenişleri, vazifelerine karşı besledikleri aşk ve duygu insana ne büyük gururlu bir emniyet ferahlığı veriyordu. Bunu hiç unutamam."
Islah Haber
Haber Ara