Fazıl Say'dan Galileo çıkar mı?
Fazıl Say'a halkın dinî değerlerini aşağıladığı gerekçesiyle dava açılması, yarı-entelektüellerimize çok sevdikleri klişelerini yeniden kullanma imkânı verdi. Dünyaca ünlü bir piyanistin görüşlerinin yeterince takdir edilmediğinden yakınanlar, geri kalmışlığımızı, sanatı ve sanatçıları hiç anlayamamış olmamıza bağladılar.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-06-16 14:53:16
Ancak beni bu yazıyı yazmaya iten, Fazıl Say'ı eleştirenlerin Galileo'yu öldürenlerden farksız olduğu yorumuydu. İşin gerçeği, bilim tarihinin bugüne dek gözünden kaçan "Galileo'nun öldürülmesi" iddiasını değerlendirme dışında tutsak da, bu benzetmenin elle tutulur bir yanı yok gibi. Çünkü Galileo, bu kıyasa niyetlenen dostlarımızın olmasını istediği kişi değil ve daha önemlisi Fazıl Say yaşadıkları göz önüne alınırsa, ne Galileo ile ne de hayallerde var edilen Galileo ile bir benzetmeye konu olabilir.
Öncelikle şunu belirtmeli ki; lise ders kitaplarında ve seküler çevrelerde anlatılan Galileo, bir kurgudan ibarettir. Kitaplarında Tanrı'ya yaptığı atıflar onun 1990'lar Türkiye'sinde soruşturmaya tabi tutulması ve bilimler akademisinden atılması için yeterlidir. Matematiğin, Tanrı'nın evreni yazdığı dil olduğuna inanan; Dünya'nın Güneş etrafında döndüğüne itirazın İncil'e değil, İncil'in yanlış yorumuna dayandığını söyleyen; Engizisyon'da ev hapsi cezası aldıktan sonra pazar ayinlerine gitmek için izin isteyen; kızlarını rahibe okuluna gönderen bir bilim adamından bahsediyoruz. Doğru, aynı bilim adamı Kilise'nin astronomi görüşünü reddettiği için yargılanmıştır. Bununla beraber yargılanmanın din bilim çatışmasına malzeme kılınması ideolojik bir çabanın sonucudur. Kavga, dinî değil, siyasidir. "İncil yorumumuz hatalı, onu yeniden yorumlayalım" diyen Galileo, Kilise'nin otoritesini sorgulayarak şimşekleri üzerine çekmiştir; zaten Reform ile başı dertte olan Katolik Kilisesi, gücünü yitirmemek için bel altı vurmuştur. Çünkü Kilise'nin yorumlarının bir alanda (bilim alanında) tartışılması, onun görüşlerinin her alanda tartışılmasına neden olacak ve onun otoritesini tamamen sarsacaktır. Kilise haksız da olsa dinî bir kaygı ile değil, siyasi bir kaygı ile hareket etmiştir. Nitekim Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü Galileo'dan bir asır önce iddia eden Kopernik de, Galileo'nun kendisine mektup yazıp hayranlığını ifade ettiği asrın en büyük matematikçisi Kepler de dindar insanlardı ve Güneş merkezli sistemi dine aykırı görmüyorlardı. Her ikisinin de Dünya merkezli evren konusunda Kilise ile zıt görüşte olmalarına rağmen yargılanmamaları kuvvetle ihtimal "Bizim de İncil'i yorumlama hakkımız var" iddiasında bulunmamalarından kaynaklanmaktadır. Peki saygın bilim tarihi kitaplarının hepsinde yer alan bu bilgiler bize neden öğretilmemektedir? İşte bu noktada ideolojinin bilimle ve bilim tarihi ile olan ilişkisine girmemiz, Aydınlanma'nın meşruluğunu sağlaması için tarihten belli çatışmaları -hem de deforme ederek- öne çıkardığını bilmemiz gerekir. Aydınlanma'nın gerekli olması için öncesinde bir "karanlığın" olması gerekir. Bu karanlık söylemini geçerli kılacak çatışmaya en yakın örnek Galileo'nun yargılanması idi. Bir diğer örnek ise Giordano Bruno'nun Katolik Kilisesi tarafından yakılması idi. İsmet Berkan, bilimle ilgili yazdığı hemen her yazısında atıfta bulunduğu Giordano Bruno'dan bahsederken onu "dinî dogmaların yerine bilimsel düşünceyi savunduğu için Engizisyon tarafından yakılarak idam edilmeye mahkûm edilmiş" bir kişi olarak tanımlıyor. Elbette Giordano Bruno'nun bir bilim adamından ziyade, mistik bir "düşünür" olduğunu, örneğin insanın arınırsa tanrılaşacağını iddia ettiğini, astronomik bir gözlem veya teori ile değil ama mistik sezgileri neticesinde evrenin sonsuz olduğunu düşündüğünü, öldürülmesinin ise kozmolojisi ile değil, İsa'nın tanrısallığını reddetmesiyle ilgili olduğunu söylemek "dogmaya karşı bilim" tezini zayıflatacağı için göz ardı edilmiştir. Tıpkı dünyanın en "cesur" bilim adamı Galileo'nun Kepler'e yazdığı mektupta Engizisyon'dan değil ama diğer bilim adamlarının alay konusu olmaktan korktuğunu belirtmesinin ya da yine Galileo'nun on yıllarca İtalyan üniversitelerinde inanmadığı Batlamyusçu teoriyi doğruymuş gibi anlatmasının göz ardı edilmesi gibi. Kuşkusuz, Aydınlanmacı ideologların Newton, Descartes, Pascal, Faraday ve daha yüzlerce dindar bilim adamını din bilim tartışmalarında dışarıda bırakmasını aynı yönde çabaların sonucu olarak görmek gerekir.
HAKARET İLE ELEŞTİRİ ARASINDAKİ SINIR
Şunu peşinen belirtmek isterim ki, Fazıl Say veya Salman Rüşdi'nin görüşlerinin mahkeme yoluyla engellenmesine karşıyım. Yine onların mürted ilan edilmelerini ve bu yolla tehdit edilmelerini de hiç doğru bulmuyorum. Ben dini karşısına alanların iddialarına devletin değil, inananların cevap vermesinden yanayım. Aksi takdirde dinin bu iddialara verecek cevabı yok izlenimi uyanır ki böyle bir eğilim dini korumaz, tersine hiç hak etmemesine rağmen onu aciz gösterir. İslam her türlü itiraza cevap verebilecek bir din olma iddiasındaysa -ki benim şahsi kanaatim haklı olarak bu iddiadadır- ona getirilen tezlere de devletin organları değil, inanan entelektüeller cevap vermelidir. Ancak buraya bir şerh düşmeden edemeyeceğim. İlk olarak, hakaret ile eleştirinin sanıldığı kadar kolay ayrılmayacağını unutmamak gerekir. Fazıl Say'ın konuşma -ya da saçmalama- özgürlüğünü savunan kişiler hakaret ile eleştiri arasındaki sınırı çizmenin problemli olduğunu bilmeliler. İkinci ve bağlantılı nokta ise Türkiye'de din karşıtı söylemin serbestleşmesi gerektiğini düşünenlerin Atatürk ve diğer kutsallar konusundaki sınırları koruma gayretleridir. Bir "özgürleştirme" hedefleyenler aynı eğilimi kendi kutsallarına uygulamadan samimi görünmeyeceklerdir. Atatürk'e "bu adam" dediği için hüküm giymiş insanların bulunduğu bir ülkede Allah'a, Peygamber'e ve dine rahatça küfreden internet sitelerinin varlığı özgürlüğün tek taraflı istendiği izlenimini uyandırıyor.
Fazıl Say'a dönersek; öncelikle bir insanın çok iyi piyano çalması onun görüşlerini değerli kılmaya yetmez. Nasıl bir insanın marangoz olması onu haksız kılmazsa, piyanist olması da onu haklı/doğru kılmaz. Bu anlamda "O bir sanatçı, sanatçılar topluma önderdir, dolayısıyla sanatçıların dediklerini dinlemeyen kavimler iflah olmaz" türü bir anlayış tamamen dayanaksızdır. Öte yandan bu önermenin tersi de doğru değildir. Fazıl Say -Galileo'nun aksine- uzmanlık alanının dışında konuşsa da onun doğru söylüyor olma ihtimalini göz ardı edemeyiz. Ancak bu ikinci noktanın gerçek hayatta bir karşılığı yoktur, zira gördüğüm kadarıyla Fazıl Say'ı en sert biçimde eleştirenler dahi "piyanist olduğu için onu dinlememeliyiz" dememektedirler. Söz gelimi Fazıl Say'ın "müezzin akşam ezanını hızlı okudu çünkü evde âlem yapacaktı" tezini akşam ezanının bin yıldan fazla süredir böyle okunduğunu hatırlatarak eleştirmişlerdir, piyanistlerin akşam ezanının süresi hakkında konuşamayacağını iddia ederek değil.
Sonuç olarak Fazıl Say'dan, "Galileo olayı"ndaki gibi bir kahraman yaratma umudunda olan seküler dostlar var; her ne kadar amatörce de yapılsa, eldeki malzeme yetersiz de olsa, Fazıl Say'ın "mağduriyetini" ellerini ovuşturarak seyreden, yargılamayı savcının değil İslam dininin başlattığını ima edenler de var. Oysa Türkiye'deki Müslümanları pozisyon olarak Ortaçağ'daki Katolik Kilisesi ile eş görmek; Galileo'yu da tipik bir beyaz Türk olan Fazıl Say ile aynı mağduriyet seviyesine taşımak ne akılla ne vicdanla bağdaşır. Bu tür bir senaryoya inanmamızı isteyenler ya sınır tanımayan bir hayal gücü ve cehaletin bileşimine sahiptir ya da bir art niyete.
* Süleyman Şah Üniversitesi, Öğretim Görevlisi
SON VİDEO HABER
Haber Ara