Dolar

32,3294

Euro

35,0797

Altın

2.299,00

Bist

8.987,23

Muhafazakarların dünü-bugünü-yarını

Türkiye’de muhafazakarlar iktidara geldikleri için de artık korumak değil, “yaratmak” zorundalar...Cumhuriyet devrimlerinin “korunması”, “doktirinleşmesi” eksenindeki bir politik tavrın neticesi nasıl “Ergenekon”sa ve muhafazakarlar kendi Ergenekonlarını yaratmak istemiyorlarsa ilkin geleneği sırf “gelenek” olduğu için korumaktan vazgeçmelidirler

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-06-08 09:42:16

Muhafazakarların dünü-bugünü-yarını
TÜRK MUHAFAZAKARLIĞI: DÜNÜ-BUGÜNÜ-YARINI

Dr. Bengül Güngörmez / Sivil Bakış Dergisi


Batı dünyasının Fransız Devrimi ertesi feodal-zümreci ve klasik gelenekçi muadillerinin aksine ülkemizde muhafazakarlar yakın dönem tarihsel değişim dinamiğinin “motoru” oldular. Muhafazakarlar bilhassa cumhuriyetle kendilerine çizilen tarihsel rolü kabul etmeyerek bu rolü aşan bir işlevsellikle bizzat kapitalist modernleşmede itici gücü oluşturdular. Bir yandan kadim geleneklere ve dine Kemalizmin izin verdiği ölçüde ve sınırlarda sarılırken öte yandan Türk modernleşmesinin resmi ideolojisine kimi zaman eşlik eden kimi zaman da alternatif olabileceği düşünülen İslamcı, İslamcılığa milliyetçiliğin eklemlenmesiyle milliyetçi-muhafazakar ve son dönemde de muhafazakar-liberallik çizgisinde kapitalizmin dolayısıyla da modernizmin en azından maddi düzeyde gereklerini yerine getirdiler.

Bu bağlamda muarızı olduğunu düşündükleri modernizmin sürekli refakatçisi olan Müslüman muhafazakarlar Batı’nın belki de en büyük muhafazakar düşünürü Alexis de Tocqueville’in devrimin ertesinde vaz’ettiği şu ünlü tezini doğrularlar: “Fransız Devrimi’nin idealleri bütün dünyaya adeta bir din gibi misyonerleriyle yayılmış ve kabul görmüştür.” Fransız devrimi bu bakımdan sadece Fransızlara has bir devrim değil, önce Avrupa devrimi ardından da bir dünya devrimidir. Türk muhafazakarı artık dönüşü olmayan bir yola girmiş, karşı-devrim ümitleri tükenmiş ve canını acıtarak da olsa modernleşmenin her bir değişen evresiyle kendini yenilemiştir. Bu yenilenme, Beneton’un ifade ettiği 19.yy Batılı muhafazakarların sosyalistlerinkinden daha sert kapitalizm eleştirisine, sermayeden, sanayiden, kentten nefretine tezat bir şekilde, hem artan teknolojik rasyonalitenin kabulü ekseninde gündelik hayat pratiklerine modern olana uygun müdahalelerle hem de dini dünyevi saiklerle yeniden yorumlamak suretiyle biçimlendirerek gerçekleştirilmiştir. Bu, bir yandan eski zihniyete meydan okumanın yol açtığı gizli gerilimi açığa çıkarmış öte yandan da muhafazakarı varoluşsal parodoksu veya iç çelişkileriyle karşı karşıya getirmiştir.
Bu durumun önemli nedenleri vardır elbet. Türk muhafazakarının belki de en mühim özelliği ne olursa olsun “devlet” fikriyle barışık olmasıdır. Onda devlet fikrinin bizzat kendisiyle “hesaplaşma” yoktur. Muhafazakar, devletle imtihanında Marksist, radikal ya da anarşist gibi devletin ortadan kalkması fikrine sıcak bakmaz, ortadan kaldırmayı değil, onu dönüştürmeyi kendisine gaye edinir; çünkü devlet güvenlik, otorite ve meşruiyet kaynağıdır. O, ailenin babası, milletin babasıdır. O, milletin bizzat kendisidir. O, neredeyse kaybedilirken yeniden kazanılandır. Muhafazakar koskoca bir imparatorluğu kaybetmiştir. Devletini de kaybedemez. Radikal İslamcı için bile durum böyledir. “Devlet” durur, olmazsa olmazdır lakin onun arzusuna göre değişmesi istenir. Bu yüzden ülkemizde muhafazakarlar devrimci değil, reformcudur. Devleti ortadan kaldırmak değil, kendi idealleri doğrultusunda değiştirmek ister.

Bir diğer neden ise muhafazakarın sistemli bir ideolojinin gereklerini yerine getirecek katılıkta olamaması İslam’a inanışıyla, aşkın tecrübeyi yahut referansı içkinliğe davet edişiyle belirsizliklere kapı aralamasıdır. İdeoloji katı tarifler, Tanrı’ya değil, lidere, örgüte kesin itaat ister, Lenin, Stalin ve Hitler’in tespitleri katîdir; insani ve dinsel olan ise amorf ve yoruma açıktır. Tanrı sözü ne kadar katı tarifler yapılsa da yoruma açıktır. Onun ideolojilerde olduğu gibi keskin hudutları çizilemez. Muhafazakar ne kadar uğraşırsa uğraşsın Marksizm ya da faşizm gibi sistemli bir ideolojiye hiçbir zaman sahip olamaz. Bu minvalde muhafazakarın kaderi en fazla iktidar olup sonradan tutuculaşmak, akabinde yozlaşmak ve devrime giden yolda bir basamak olmaktır.


MUHAFAZAKARIN İKTİDARI MI İKTİDARIN MUHAFAZAKARI MI?


Son yıllarda hem ülkemizde hem de dünyada muhafazakar partiler iktidara yürüdüler. Özellikle ülkemizde çevrenin merkeze taşınması, muhafazakarların iktidarı ele geçirmesi ile başlayan sivil devrim sürecinde muhafazakarlar mevcut sistemi dönüştüren ve değiştiren baş aktörler haline geldiler. Bugün Türkiye’de yönetime talip olan muhafazakarın cevaplaması lazım gelen belki de en güç soru şudur: “hem iktidarda kalıp hem muhafazakar nasıl olunabilir?”

Muhafazakarlık, kelime anlamıyla adı üstünde “muhafaza etmek”ten gelir. Ancak bir muhafazakarın önünde duran en mühim sorun değişen bir çağda neyi muhafaza etmesi gerektiğidir. Muhafaza edeceğiz ama neyi ve nasıl? Hem iktidarda olup hem iktidarın kendisinden nasıl korunabiliriz? Muhafazakarlar maddi hayatla nasıl başa çıkacaklar ve kendi duruşlarını nasıl muhafaza edecekler?

İktidar eylemin yahut praksisin bir başka deyişle içkinliğin, dünyevi olanın, seküler veya profanın alanıdır. İktidar kimi zaman güçlü olmanın tesiriyle sahiplerini dünyadan çekilmeye değil, sonu gelmez bir dünyaperestliğe, dünyevi hırslara ve arzulara sevkeder. İktidar olmanın ayartıcılığı sonsuzdur. İktidarda olana genelde iktidarını korumak kafi gelir. Öyle ya, Koestler’in dediği gibi; “Keyfi yerinde olanların hür düşünceye ne ihtiyacı vardır?” Lakin dünyevi iktidar fanidir ve bir gün bu iktidarı kaybetme ihtimali vardır. Bu durumda muhafazakara yalnızca iktidarda olmak yetecek midir?

Muhafazakar teoriye gönül verenler bu ihtimali düşünmüşler. Bu bağlamda muhafazakarlığın “siyaset” olarak iki özelliğinden söz edebiliriz: özgürlük siyaseti olması ve siyasal erdem arayışı. Özgürlük ve erdem statik kavramlar değildir. Değerlerin sürekli yeniden yaratımını ve kendi kendini eleştiriyi lüzumlu kılar. Muhafazakarlar bu bakımdan iktidar olsalar bile muhalefette kalmalıdırlar. Çağa ve değişen dünyaya uygun politikalar üretmek ve bu politikaların evrensel değerlerle çelişmemesini sağlamak zorundadırlar. Onlar kendi kendilerinin muhalifleri olmalıdırlar. Aksi takdirde tarihteki emsallerinden bir farkları kalmaz: yavaş yavaş ilerici vasıflarını kaybederler, önce tutucu, sonra da “gerici” olurlar. Türkiye’deki muarızlarının kör talihlerini bizzat kendileri de yaşarlar. Kendi kendinin muhalifi olamamak devleti değiştirmek değil, kendini devletin tek hakimi sanarak “devletleşmek” anlamına gelir ki bu da halkından uzaklaşma demektir.


BABALAR DEVRİM YAPAR ÇOCUKLARI BATIRIR

Cumhuriyetin ilanı Türk tarihinde görülmemiş büyüklükte bir devrimdir. O kadar büyüktür ki “statükonun” gerçekleştirdiği ve bir ‘“devrim” olmayan devrim’ olmasına rağmen “devrim” adıyla adlandırılabilmiştir. Yukarıdakiler aşağıdakileri –normalde devrimler tersten olur; aşağıdakiler yukarıdakilere meydan okur ve değiştirir - yeni rejimin gerekleri istikametinde gerekirse zor kullanarak değiştirip dönüştürdüler. Yazı ve takvimden kılık kıyafete pek çok şey devrimin ilkeleri istikametinde değişti. İstikamet “Batı”ydı ve ışık Batı’dan geliyordu. O halde bütün ülke bu ışıkla aydınlanmalıydı.

Akabinde babaların yaptığı devrimin kazanımlarını korumaya çocukları şevkle talip oldular. Babalar ilericiydi. Babalar köhnemiş bütün kurumlardan geleneklerden kurtulmak onları değiştirmek istiyordu. Çocuklar ise değişimden ziyade devrimlerin kazanımlarını koruyalım derken gittikçe tutuculaştılar, sofulaştılar ve en azından babalarının gözünde devrimin amentülerini doktirinleştirip yozlaştırdılar. Atatürk İlke ve İnkılapları dünyaya yetişme gayesinde olan bir milletin yeni değerlerinin yaratılması için bir hareket noktası değil, muhteşem azınlığın iktidarını muhafaza etmenin kılıfı haline geldi. “Babalar devrim yapar çocukları batırır”..

Doktrinleşmek demek kısırlaşmak demektir. Kısırlaşmak demek sürekli artan toplumsal problemlere çözüm üretememek demektir. Tutuculaşan, yozlaşan bir iktidar devrimi bizzat kendisi davet eder. Türkiye’de beğenelim ya da beğenmeyelim, Batılı standartlara uysun ya da uymasın bir ‘devrim geleneği’ var.

Rejim değişikliğiyle neticelenen Türk devrimini, yani Cumhuriyeti takip eden devrim AKP’nin başrolü çaldığı bir devrimdi ve bu devrim “sivil” bir devrimdi. Muadillerine kıyasla çok daha “yumuşak” gerçekleşen, en azından Batı’daki gibi giyotinleri, toplu veya kitlesel katliamları olmayan bir devrimdi. Hatta o, cumhuriyetin kuruluşuyla ve sürdürülmesiyle neticelenen Türk Devrimi’nden de yumuşaktı. Bu “sivil” devrim halkın siyasi temsilcileri vasıtasıyla halk tarafından gerçekleştirildi ve failleri yahut aktörleri muhafazakarlardı. Muhafazakarların çevreden merkeze yürüyüşü ve bu yürüyüşte liberallerin muhafazakarlara başlangıçtaki desteğini de azımsamamak lazım. Bu sivil devrim henüz tamamlanmış bir devrim değildir ancak yetişen yeni kuşaklar onu tamamlayabilir. Ama hangi kuşaklar?

Fatih At Pazarı Meydanı’nda adı lazım değil, genç İslamcıların kızlı erkekli takıldığı bir cafe. Cafe’nin konseptinin İzmir Alsancak’ta sosyetenin takıldığı cafelerin konseptinden farkı yok. Yani yeni kuşağın deyişiyle “ciks” bir cafe. Bununla birlikte cafenin müdavimleri en azından imajları itibariyle muhafazakar bir dünya görüşüne sahip. Üst katta masalarda grup grup oturan ve muhabbet eden gençlerin bulunduğu katta, yerde bir seccade var ve gelip geçen sırayla namazını kılıyor. Yerde yanınızda birisi namazını kılarken siz masada çayınızı içip sohbet edebiliyorsunuz. Seccade ile cafenin tezatlığı görülmeye değer. Bu cafe ve eylemin kendisi bizzat sosyolojik olarak bize dinsel uhrevi bir boyuta sahip olan seccadenin kapitalist süreçte metalaştığını göstermiyor mu? Seccadenin metalaşması onun uhrevi boyutundan ziyade maddi değerinin ön plana çıkması, uhrevi içeriğinin boşaltılması, “şey”leşmesi, tüketim toplumunun atıldıktan sonra kaybolan gündelik çığlıklarından birine dönüşmesi demektir.

Hiçbir kuşak babasının ne giydiğini giyer ne de söylediklerini tekrarlar. Onların oturduğu yerde oturmaz, ettiği muhabbeti etmez, gittiği yere gitmez, yediğini yemez. Yeni kuşaklardan babaları gibi olmaları beklenemez. Çünkü babaları da dedeleri gibi olmamıştır. Fakat dedelerden babalara geçen maneviyatın çocuklara da geçmesi ‘beklenir’ bir şeydir. Aksi halde dini ve ahlaki eğitimin bir anlamı yoktur. Cafedeki seccade bize şunu sorgulatmalıdır: çocuklar selefi kuşağın maneviyatını mı yoksa biçimsel olan bir şeyi mi devralıyor?

Tüketim toplumu “arzunun taklitçi doğası”na dayanır. Liberal ekonomik bir sistemde “tüketim” neredeyse tartışılamaz bir olgudur. Tüketimin varlığını zaten tartışma konusu yapmak anlamsız. İnsanlar elbette tüketecekler, kapitalizmin kendini var etme koşullarından biridir tüketmek. Burada meselemiz tüketim değil, tüketimin tamamen neyin üzerine bina edildiğidir. Arzunun taklitçi doğası tamamen kamusal alandaki bir model üzerine bina edildiğinde kamusal alanın üyeleri kamusal alandaki itibar sahibi bir modeli taklit ve takip etmeye başlarlar.

Eskiden, modern öncesi toplumlarda bir peygamberi model alan bireyler, onun gibi ahlaklı olmak, onun gibi erdemli olmak, onun gibi hakikat peşinde koşmak, onun gibi vicdan sahibi olmak isterken, modern toplumda pazarın zorlayıcı gücü altında hazır fikirlerin ve modellerin, reklamlar ve markaların yönlendirmesiyle arzular ve kendisine dünyevi bir şahsiyeti, pop idolünü veya Führer gibi siyasi bir lideri model almaya başlar. Ortaçağ’da insan peygamberi gibi ahlaklı olmak, adil davranmak, “iyi” bir insan olmak isterken tüketim toplumunda insan diğerini taklit etmekte, o ne markaya sahipse ona sahip olmak istemekte, o nereye gidiyorsa oraya gitmek, o ne giyiyorsa onun gibi giyinmek, kısacası o nasıl yaşıyorsa onun gibi yaşamak istemektedir. Neticede modern dünyada ahlaklı davranmak, diğerkâmlık, yardımseverlik, komşuluk, akrabaya yardım etme, kanâatkârlık, vefa, empati, nefse hâkimiyet gibi insanı ve Tanrı’yı merkeze alan değer odaklı davranış türlerinin yerini başka türden davranışlar almaktadır: iktidar hırsı ve egoizm, haset, kibir, kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tutma, egoizm, ihtiyacın yokken tüketme…

Batılı yazarlar kitle toplumu yahut tüketim toplumu çerçevesinde insanlığın bu durumunu en aşırı haliyle “budalalaşma” olarak adlandırıyorlar. Budalalaşma elbette sözlük manasıyla değil, felsefi bir muhtevayla yüklü olarak anlaşılmalıdır. Bu yazarlara göre Hitler’i adeta Tanrıymışçasına kutsayan ve Yahudileri gazlayarak yakan zihniyet Almanya’nın okumuş ancak “budala” insanlarıdır. ‘Budala” kişi, yüksek eğitime de sahip olsa gerçeklikle alakasını yitirmiş, hakikatten kopmuş fantezi dünyasında yaşayan her türlü ideolojiye biat eden ve onun gereklerini sorgulamaksızın yerine getiren insan tipidir. Budala, önünde vuku bulan olaya müdahale edeceği yerde omzunu silkerek uzaklaşan diğer insanlarla olmanın sorumluluğunu üzerine almayan ve “kişi” bile olmayan kişi, bireydir.

“Gelenekte yeniliğe evet lakin, modaya teslimiyete hayır.” Bütün bu yazdıklarımız arzu edilirse kapitalizmin tüketim toplumu kapsamında yozlaştırıcı, içkinleştirici boyutuna bir eleştiri olarak da okunabilir. Muhafazakarlar kapitalizmin bu yozlaştırıcı boyutundan yalnızca yüksek bir kültürün yaratılmasıyla korunabilir. Yeni kuşakların sahip olacağı incelmiş ruhlar, derinlemesine sorgulama yalnızca “yüksek bir kültür” ile mümkündür. Bu “yüksek kültür” doğu-batı ikiciliğine düşmeksizin “evrensel” olan dahilinde aranmalıdır. Bu “yüksek kültür”le hem geçmişe hem şimdiye hem de geleceğe uygun yeni değerler dünyası kurulmalıdır.

GELECEĞE İLİŞKİN PROJEKSİYON

Dahrendorf’un zikrettiği gibi, Aydınlanma-karşıtı muhafazakarlık yalnızca “aydınlanmış muhafazakarlık” olarak ayakta kalabilir. “Aydınlanmış muhafazakarlık”tan kasıt geçmişi papağan gibi tekrarlayan ve naslara bağlanarak kısırlaşan bir muhafazakarlık değil, yüksek bir kültürü yaratan ve bu yüksek kültürle kendisini yeniden yeniden var eden bir muhafazakarlıktır.

Ünlü Alman muhafazakar düşünür Moeller van den Bruck “Muhafazakarlık muhafazaya değer şeyler yaratmaktır” diyor. Tüketim kültürünün hiçbir nesnesi muhafaza etmeye değer sayılamaz. Uçup giden, elimizden sürekli kaçan, sürekli yeni formlarla kendisini yenileyen, tazeleyen bir şeyi muhafaza etmek mümkün de değildir. Bu durum kapitalizme karşı oluşu değil, eleştirel bir tavır takınışı beraberinde getirmelidir. Kapitalizm muarızlığı yahut alternatif bir “sistem” günümüz şartlarında ihtimal dahilinde değildir. Ayrıca kapitalizmin alternatifi sistemlerin söz gelimi komünizmin ve faşizmin yirminci yüzyılın kötülükleri akla getirilince bu arzu edilir bir şey de değildir. Bu durumda muhafazakarların kapitalist sistem içinde kendilerine ait bir duruş sergilemeleri lazımdır. Bu da yukarıda sözünü ettiğimiz türden bir “yüksek kültür”ün yaratılmasıyla mümkündür.

Muhafazakarların yalnızca geleneksel sanatları değil, modern sanatları da kucaklaması sahip çıkması bu sanatların ve kültürün geliştirilmesi için teşebbüste bulunması lazım gelir. Doğu-Batı, Sol-Sağ, geleneksel-modern tarzındaki ikiliklere düşmeksizin yüksek kültüre sahip olan ne varsa kucaklamaları elzemdir çünkü yeni kuşaklara bu ikiliklerin hiçbir tarafı kafi gelmeyecek, yüksek bir kültürün ve bilginin üretilmesi için tek boyutlu değil, çok boyutlu düşünmek gerekecektir. Değerler evrenseldir. Antik Yunan’da üretilen insana ait değerler –adalet, onur, hakikat- doğruluk vb. -, Hint, Çin, İslami vs. coğrafyada da makbuldür. Mühim olan husus, evrensel olanı tikel olanla birleştirebilmek, kimi zaman senteze gitmek kimi zaman da yan yana yaşayabilmesini sağlamaktır. Ülkemizde Batı değerleri ve dolayısıyla kimi evrensel olan değerler Kemalist-sekülerist-modernist zihniyete aitmiş gibi algılanmaktadır. Bunu böyle algılayanlar Kemalistler yahut sol entelijensiya bir tarafa, bizzat muhafazakarların kendileridir de. Ancak modernleşme ülkemizde “yukarı”dan dayatılmış bir süreç de olsa zaman içinde toplumun bütünü tarafından gittikçe daha fazla istenir ve paylaşılır hale gelmiştir. Mesela cumhuriyetin “aydınlanmış kuşaklar” yetiştirme söylemi, bu aydınlanmanın “neliği” tartışılıyor olsa dahi toplumun pek çok katmanında ve kesiminde bugün kabul görmüş bir idealdir. Günümüzde neredeyse toplum fertlerinin tamamı çocuklarını okutmak istiyor. Bugün ailelerin kız-erkek çocuklarının eğitimine harcadıkları para devasa boyutlardadır.

Türkiye’de muhafazakarlar iktidara geldikleri için de artık korumak değil, “yaratmak” zorundalar. Stern’in söylediği üzere, “muhafazakarlık politik hakimiyetinin bedelini kültürel sefaletle öder.” Bu durum yalnızca kültürel sefaleti getirmekle kalmaz varoluş nedenini ortadan kaldırabilir de. Politik iktidar “koruma” ekseninde düşünüldüğünde neticesi katı bir sağcılık ve buna karşı “devrim”dir. Dogmatizmin, statükoculuğun sonu devrimdir. Korumak değil, ‘yaratmak’, Tanpınarcı bir söyleyişle “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” 21.yy muhafazakarının şiarı olmalıdır. Cumhuriyet devrimlerinin “korunması”, “doktirinleşmesi” eksenindeki bir politik tavrın neticesi nasıl “Ergenekon”sa ve muhafazakarlar kendi Ergenekonlarını yaratmak istemiyorlarsa ilkin geleneği sırf “gelenek” olduğu için korumaktan vazgeçmelidirler. Ardından devletin hakimi olmak adına devleti değiştirmekten vazgeçmek, yani devletleşmek yerine kimsenin tam anlamıyla üzerinde iktidar kuramayacağı demokratik bir devleti tesis etmek, bunun için çağa uygun yorumlar geliştirerek, manayı, anlamı korumaya özen göstererek “değişerek devam etmek” zorundadırlar. Bunun için “yüksek bir kültür”ü oluşturmak elzemdir. Bu kültürün oluşması için öncelikle politik iktidarını uzun vadede besleyecek teorik araştırma ve çalışmaları desteklemeli, bu çalışmaların yapılacağı alt yapı ve zemini sağlayarak kurumlaşma yoluna gitmelidir; sanat ve diğer alanlar için de bu durum geçerlidir. Cumhuriyetçi ideolojinin Batı sanatını adeta kutsamasına rağmen ülkemizde hala Batılı standartlarda bir Opera binası bile yoktur. Aynı anda hem geleneksel hem modern sanatların icra edildiği dünya çapında ün yapmış bir mekanın hayali kurulmalıdır. Dünya standartlarında araştırmacıların her istediğini bulabileceği bir kütüphanemiz yoktur. Bilgi güçtür, bilgi iktidar demektir. Işık Paris’ten, New York’tan yükselmez. Işık bilginin olduğu yerden yükselir. Daha bilgiye ulaşmakta bile zorluk çeken bir ülkenin evlatları bilgiyi nasıl üretebilir? Bilimsel bilginin tekrarlayıcıları değil, üreticileri olmak için bilginin yeşereceği alanları oluşturmak gerekir. Amerikalının laboratuarları, uzay üsleri, binlerce kitaba erişim olanağı vardır. Amerika dünyanın yıldızıdır. Ortadoğu’nun sonra da dünyanın yıldızı olmayı arzulayan bir ülkede yani, Türkiye’de daha bilgiye tam olarak erişimin imkanları bile sağlanmış değildir. Modernliği aşmak için onu öncelikle tüketmek gerekir. Onu bütün boyutlarıyla keşfetmek, bilmek gerekir. Bunun için de her türden görüşe açık, bilgiyi arayan entelektüellere sahip bir ülke haline gelmeliyiz. Bu manada Türk muhafazakarının proto-tipi belki de üstat “Ahmet H. Tanpınar” olabilir. “Tanpınar’ın Mektuplar”ı, bilhassa da Paris’ten yazdığı mektuplar çok yönlü ve entelektüel bir muhafazakarın portresini veriyor bize.

Muhafazakarların acilen yapmaları gereken en mühim işlerden birisi de kurumsal reformların hayata geçirilmesidir. Muhafazakarlığın kurucusu Burke, “değişimin araçlarından yoksun bir devlet kendisini muhafaza etme araçlarından da yoksundur” der. 21.yy.ın gereklerine uygun yeni bir anayasa eşliğinde eğitim reformundan yargı reformuna, diyanet işlerinden ordu ve sağlığa kadar devletin bütün kurumlarının reformdan geçirilmesi gerekmektedir. Sosyolojik tarihsel hakikat şudur: toplumunun ya da halkının gerisinde kalmış bütün kurumları ve siyasetçileri eninde sonunda toplum ya da halk tasfiye eder. Hantal bürokratik devlet aygıtı eninde sonunda yıkılmaya mahkumdur. Artan problemlere çözüm getiremeyen kuruma (devlete) karşı hoşnutsuzların sayısı gün geçtikçe artar ve sonunda kuruma (devlete) karşı isyan ve başkaldırı vuku bulur. Kimi zaman normal zamanda bir araya gelmeyecek farklı ideolojilere sahip hoşnutsuz gruplar birleşerek mevcut kurumu (devleti) yıkmayı veya değiştirmeyi amaçlarlar. Bu yüzden her dönemde her soruna çözüm bulan insan üstü bir kurum olamayacağından her daim “kurumsal reform” şarttır. Bütün bunların yanında kurumsal reforma eşlik edecek şekilde toplumsal sorunların tespiti ve çözüm arayışı için de girişimlerde bulunulmalıdır. Problem neyse, onlar üzerinde fikir teatilerinde bulunmak, araştırmalar yapmak suretiyle farklı yorumlar geliştirilmesi lazımdır; eğer sorun Kemalist modernizmse alternatif modernite yorumları, Kemalizm ise farklı Kemalizm yorumları, sorun laiklikse farklı laiklik yorumları, Kürt meselesiyle devletin resmi yorumunun dışında alternatif yorumlar üretmeye yönelmek gerekir. Bunu yalnızca bireysel olarak entelektüeller gerçekleştiremeyeceğinden kurumsal olarak da bu türden girişimler desteklenmeli gerekirse bu yönde yeniden kurumlaşma yoluna gidilmelidir. Bu türden kurumlaşmalar devlet tekelli değil, “sivil” olmalıdır. Unutmamak gerekir ki, bir toplumda sivil otoritelerin yok edilmesinin bedeli devletin “askeri” egemenliğinin artmasıdır.

Haber Ara