Somalili mazlumların sığınağı Daadab Kampı
Somalili bir insanın ortalama yaşam ömrü 45 civarında. Erkeklerinin ve yaşlılarının hayata dair bu çaresizlikleri, gözlerindeki umudu söndürmüş bir halde.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-06-07 14:38:05
19 Mayıs sabahı saat 10.10 İstanbul uçağı ile Diyarbakır’dan başladı yolculuğum. İstanbul uçuşum meşakkatli değildi. Beni asıl korkutan 19.50 de Kenya’ya yapacağımız yolculuktu. Çünkü bu yolculuk yaklaşık altı buçuk saat sürecekti. Havaalanında pasaport kontrolünü geçtikten sonra yol arkadaşlarım AID (Uluslar arası doktorlar birliği) başkanı Dr.Mevlit Yurtseven ve Dr. Şükran Erdem Hanım ile bir araya geldik. Mevlit Beyin Kenya’daki Dadaab Mülteci Kampına ilk gidişi değildi. Oysa ben ve Şükran Hanım ilk defa Afrika yolculuğuna çıkıyorduk. Bizdeki bu heyecan bile ilk gidişimiz olduğunu ele verir nitelikteydi. Uçuşumuz beklenildiği gibi saat 19.50 de gerçekleşti. 02.30 gibi Kenya da olmayı planlıyordu kaptan. Yolculuk meşakkatli geçti ama bu meşakkat bizi rahatsız etmedi doğrusu. Somalili Müslüman kardeşlerimizin yanında olma arzusu bu sıkıntıları bertaraf etmeye fazlasıyla yetiyordu.
Saat 03.00 civarlarında Kenya’nın başkenti Nairobi’ye iniş yaptık. Otelimize geçmek için bir taksi tuttuk. Ben gecenin o zifiri karanlığına aldırış etmeden çevreyi süzmeye koyulmuştum. Başkentteydik ama yollar o kadar kötüydü ki arabamız yollardaki çukurlardan sallana sallana varabildi kalacağımız otele. Yollardan geçerken sokak başlarında bekleyen, ellerinde silah bulunan kişileri sordum Mevlit Beye. Ne de olsa ilk yolculuğu değildi onun. Dediğine göre sokakları koruyan ve hatta sokaklara giriş çıkışı sağlayan şahıslardı onlar. Garipsedim doğrusu bunu. ‘Devlet yapısı güçlü değil demek’ dedim içimden.
Otele vardığımızda otelin elektriklerinin olmadığını, koridorların mumlar aracılığıyla aydınlatıldığını gördük. Başkentte böyle bir manzarayla karşılaşınca yoksulluğun boyutlarını görmek için günün aydınlanmasını beklemenin gerekli olmadığını anladım. Karanlıkta odamıza geçer geçmez namazımızı kılıp uyuduk.
Güneş Nairobi’yi aydınlatınca fakirliğin boyutlarını da gözler önüne sermeye başladı. Barakadan yapılar ve bu yapılarda çalışan insanlar. Hüzün gün aydınlığıyla çöktü yüreğime. Bu gördüğüm şeylerin bir başlangıç olduğunu düşündüm ve görecek daha çok şey var deyip, kahvaltı için otelin yemek salonuna indim. Kahvaltıda yol arkadaşlarımın yanı sıra iki yol arkadaşı daha edindik. Bunlardan biri Kadir Bey ve diğeri ise bize yolculuğumuz boyunca rehberlik edecek olan Merve Hanım idi. Merve hanım 28 Şubat sürecinde başörtüsünden dolayı Türkiye’de öğrenimini devam edememiş, bunun yerine öğrenimini ABD’ de tamamlamış bir kardeşimizdi. ABD’de yaşamış olmasından ötürü iyi bir İngilizce konuşma becerisine sahipti. Kenya’nın resmi dili İngilizceydi. Bununla beraber kabile dilleri de konuşuluyordu. En güçlü kabile ülke idaresini elinde bulunduruyordu. Ülke bağımsızlığını alalı 40 yıl olmamıştı bile. Ülkenin bu denli geri kalması sadece dış sömürüyle açıklanamazdı doğrusu. İçteki idarecilerin kendi halkını sömürdüğünü anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu.
Kahvaltıdan sonra saat 10.00 gibi otelden ayrıldık. Ve bir o kadar da meşakkatli sürecek olan yolculuğumuz için kiraladığımız arabaya bindik. Nairobi’den Kenya’nın Somali sınırına doğru yola koyulduk. Yolculuk meşakkatli idi Çünkü yollar iyi değildi. Asıl varmak istediğimiz ve geliş amacımız olan Dadaab mülteci kampına doğru yola koyulduk. Dadaab mülteci kampı Kenya’nın Dadaab ilçesine 12 km uzaklıkta yer almakta. Aynı zamanda bu mülteci kampı Garissa şehrine 121 km, başkent Nairobi’ye ise 488 km uzaklıkta. Başkent Nairobi’den Garissa şehrine kadar yaptığımız yaklaşık 365 km lik her ne kadar çok iyi olmasa da Garissa şehir merkezinden sonraki yolculuk meşakkatli süren bir yolculuk oldu.
Garissa’dan sonra o çukurlu ve tümsekli asfaltı arar hale geldik. Çünkü bundan sonrasında asfalt yol yoktu. Böylece meşakkatli olan yolculuğumuz daha bir meşakkatli hal aldı. Yol kenarlarında ceylan, maymun gibi hayvanlarla karşılaşınca Afrika da safarideymişsiniz hissi uyanabiliyor sizde. Dadaab Şehrine vardığımızda saat 18:00’ı gösteriyordu. Dadaab şehrini görünce Nairobi’deki insanların buradakilere göre çok daha iyi yaşam standartlarına sahip olduklarını gördüm. İnsanlar meraklı ve şaşkın gözlerle bizleri süzüyordu. Bu bakışların sebebi beyaz tenli oluşumuzdu sanırım.
Bizler Birleşmiş Milletler (BM) çalışanlarının kaldığı alanın tam karşısında yer alan İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsanî Yardım Vakfı’nın tuttuğu yerleşim alanına gelmiştik. Vakit akşam olduğu için mülteci kampına gitmek için ertesi günü bekledik. IHH’nın yerleşim alanındaki misafirhanede Mehmet adındaki bir kardeşimizle tanıştık. Konyalı olan bu kardeşimiz bizi en iyi şekilde ağırladı. Kendisinden de kamp hakkındaki çalışmalar hakkında bilgi aldık.
Dadaab’taki bu mülteci kampı ilk olarak 1990 yılında kurulmuş. İnsanlar buraya açlık ve kuraklığın pençesinden kurtulmak için büyük bir umutla gelmişler. Somali den 100 km lik yolu yaya olarak alan Somalililer ölüm yürüyüşü olarak adlandırılan zorlu bir yolculukla buralara ulaşmışlar. Bu zorlu yolculuğu tamamlayamayan ve yolda hayatlarını kaybeden yaşlılar ve çocukların kimisi yollarda mezarlıklara gömülmüşler. Kimi anneler ise yolda kucağında ölen bebeklerini kampa kadar taşıyıp orada gömmüşler. Bizler bu bilgilere sahip oldukça daha bir üzüntü yaşadık bu masum ve çaresiz insanlar için.
Dadaab mülteci kampı alanında toplam 7 kamp var. Bunların ilki 1990 yılında buraya ilk göç edip kampı kuran İfo adındaki adamın adını almış. 1990 yılında 400 bin, 2006 yılında 135 bine yakın mülteci göç etmiş bu kamplara. Kenya devleti 2007 yılında sınır kapılarını kapatmış olmasına rağmen karşılaşılan bu trajedi karşısında ve Birleşmiş Milletlerin baskısı sonucu iki yıl sonra tekrar sınır kapılarını açmak zorunda kalmış. 2009 yılında tekrar gerçekleşen mülteci akınından sonra son olarak geçen ramazan ayında bir göç dalgası daha yaşanmış.
Böylelikle Dadaab mülteci kampı yaklaşık 650 bin insanı barındırmasıyla dünyanın en büyük mülteci kampı olma özelliğini taşır hale gelmiş. Dile kolay doğrusu. Bu kadar insanın yeme, içme giyinme ve sağlık hizmetleri gibi hayati ihtiyaçlarını düşününce işin içinden çıkamaz hale geliyor insan.
Bizler bu bilgilere sahip oldukça aslında ne kadar büyük bir trajedi ile karşı karşıya olduğumuzu anladık. Ve geceyi yarın ki program akışımızı belirleyerek sonlandırıp uyumak için odalarımıza çekildik.
Gece karanlığında tatlı bir kuran sesiyle gözümü açtım. Hoparlörden sabah namazını kıldıran imamın okuduğu kuran karanlığı aydınlatıyordu. İmamın kıraati gayet düzgün ve hoştu. Böylesine iyi bir kıraate sahip birinden kuran dinlemek doğrusu insana zevk veriyordu. Yerimden usulca doğrulup namaz için abdest almaya yöneldim. Namazı kıldıktan sonra tekrar uyumayı istemedim. Zati gün aydınlanmaktaydı. Birden Mehmet bana yetim okulu için sabahın bu erken saatinde deve kurban etmeye gideceğini, arzu ediyorsam benim de kendisine katılabileceğimi söyledi. Ben de büyük bir zevkle ona iştirak edebileceğimi söyledim. Saatin bu kadar erken olması sayesinde sabah 08.00 da başlayacak programımıza yetişebilecektim. Böylece aracımıza binip kampın yolunu tuttuk.
Bulunduğumuz yer kampa araçla yaklaşık 15 dakika mesafelik bir uzaklıktaydı. Yol boyunca Mehmet ile yaptıkları faaliyetler hakkında konuştuk. Mehmet’in anlattığına göre yaklaşık 500 civarında kayıtlı yetimleri var. Bu sayıyı artırmayı planladıklarını anlattı. Yetimler sabah 08.00 gibi gelip eğitimlerini aldıktan sonra öğlen saatinde kendilerine hazırlanmış olan yemeklerini alıp çadırlarına gidiyorlar. Bazı yetimlere üç porsiyonluk yemek verilerek evde bekleyen kardeşlerine de yemek götürmeleri sağlanıyormuş. Yemekler bir poşete bırakılarak veriliyor. Sebebi ise daha üzücü. Çoğunun yemeklerini koyacak kaplara sahip olamaması. Ayrıca yetimler yatılı olarak kalmıyorlar. Buna yeterli imkânlarının olmadığını anlattı Mehmet. Üzüldüm doğrusu. Kenya’ya gelmeden önce bir arkadaş sohbetinde misyonerlerin dünyada yaklaşık 1 milyon yetimi büyüttüğünü duymuştum. Biz Müslümanların ise kendi dünyamıza çekilip bu yetimlerden habersiz olduğumuzu düşününce daha bir kederlendim. Yeryüzü Müslümanlarının bu gayretsizliği üzülecek şey doğrusu.
Devenin hazır olmadığını görünce deve yerine 5 keçi kurban ettik. Mehmet bu kurbanların kesimlerini telefonuna kaydediyordu. 'Burası Kenya’nın doğusunda bulunan Dadaab mülteci kampı. Bu keçi falanca şahıs adına kesilen kurbandır' diyerek görüntüleri e mail olarak bu yardımı yapan gönüllülere yolluyordu. Böylece gönüllülerin yaptığı yardımların yerine ulaştığını kendilerinin de görmelerini sağlıyordu. Kurban kesme vazifemizden sonra görevimizi yerine getirerek IHH misafirhanemize geri döndük.
Misafirhanemize vardığımızda arkadaşların kahvaltıyı hazırlamış olduklarını gördük. Kahvaltımızı başkent Nairobi’deki marketten aldığımız peynir, zeytin ve ton balığı oluşturmaktaydı. Kahvaltımızı yapıp hızla mülteci kampına doğru yola çıktık. Yolda leyleğe benzeyen fakat leylek olmadığını öğrendiğimiz kuşların çöplük etraflarında, meydanlarda kümeleştiğini gördüm.
Meğer bunlar leş yiyen bir türmüş. Doğrusu bu beni çok etkiledi. İnsanların yaşam yerlerinin yakınlarında leş yiyen bir tür kuşla yaşamaları ürküttü beni. Bu tablo bile kampın aslında yaşanılabilir değil de zorunlu bir yaşam alanı olduğunu fark ettirdi bana.
Kampa girdiğimizde etrafın tel örgülerle çevrili olduğunu gördük. İlk durağımız AID’in yaptırdığı sağlık merkeziydi.
Yol üzerinde insanların kaldığı küçük çadırlara gözüm ilişti. Bu sıcakta bu çadırlarda yaşamak ne kadar zordur diye düşündüm durdum. Hele bir de her ailenin ortalama 5–6 çocuk sahibi olduğunu duyunca bu şartların aslında ne kadar kötü olduğunu anladım. Bazı aileler ağaç dallarından yaptırdıkları 4–5 metrekarelik kubbeye benzer yerlerde kalıyorlar.
1 metre eninde dört barakanın bir araya getirilmesi ile oluşturulan tuvaletler her 30 çadıra bir tane düşecek şekilde ayarlanmış. Kişiler banyo ihtiyaçlarını da bu 1 metrekarelik tuvaletlerde gideriyorlar. Hem de taşıdıkları sularla… İnsanların üstlerindeki kıyafetlerin güneşten solduğunu, çoğu kişinin ayaklarında ayakkabıların olmadığını görüyorsunuz.
Sağlık merkezine vardığımızda dışarıda sıra bekleyen insanları gördük. Sağlık merkezi, bekleme salonu, muayene yeri, müşahede yeri ve eczaneden oluşmaktaydı. Bekleyen hastalar için güneşte kalmasınlar diye etrafı açık üstü kapalı barakadan oluşmuş bir alan meydana getirilmiş. Sağlık merkezine gelen hastalar sıra fişini aldıktan sonra bekleme alanlarında oturarak sıralarını beklemekteler.
Bu tesiste 4–5 hekim, 4 hemşire ve 2 eczacı görev almakta. Bunlar yerel halktan. Böylelikle hastalarla karşılaşılan en büyük problem olan dil sorunu da çözülmüş olmakta. Müşahede odasına girdiğimizde bir hastaya serum verilmekte olduğunu gördük. Bu yaşlı hasta serumu bittikten sonra oğlu olduğunu düşündüğüm bir genç tarafından küçük bir el arabasına bindirilerek sağlık merkezinden uzaklaştı.
Orada bulunduğum süre zarfı içerisinde çocuklara ellerindeki damardan iğnelerin vurulduğunu gördüm. İşin şaşırtan kısmı ise henüz 9–10 yaşında olan bu çocukların bu iğne vuruluşu esnasında hiç ağlamamalarıydı. Birden memleketimdeki yaşıt çocukların iğne vurulunca ki ağlamalarını hatırladım. Buradaki çocukların daha o küçük yaşlarına rağmen hayatın zorluklarını o kadar çok yaşamış olmaları onları erken yaşta olgunlaştırmış. Sağlık merkezinin arka kısmı ise eczane için ayrılmış. Hastalar muayene olduktan sonra reçetelerine yazılan ilaçları bu eczaneden alıyorlar.
Bu Sağlık Merkezi ağustos 2011’den beri faaliyet vermekteymiş. Günlük ortalama 250 hasta bakılıyor bu merkezlerde. Dr.Mevlit Beyin anlattıklarına göre Türkiye’den de gelen gönüllü hekimler ile doktor ihtiyacı gideriliyormuş. Daha sonra bunun yerine bölge halkından olan hekimlerin ücret karşılığında çalıştırılası öngörülmüş. Böylelikle bu personellerin ücretlerini AID karşılıyor. AID bu işi o kadar başarılı gerçekleştirmiş ki, bu merkez bizdeki sağlık ocakları gibi işlemekte.
Buradan ayrılıp BM’nin ve kızıl haçın da yürüttüğü sağlık merkezlerini ziyaret ettik. Kızılhaç’ın sahip olduğu imkanlar daha fazla idi. Baktıkları hasta sayısı da haliyle daha çoktu. Bu sağlık merkezlerini yerinde görüp incelemeler yaptıktan sonra birden televizyon ekranlarında gördüğümüz eti kemiğine yapışmış o malnütrisyonlu ( beslenme yetersizliği) çocukları aradı hep gözüm. Ama bir türlü göremedim. Rehberimiz Merve Hanıma sordum o çocukları. Aldığım cevap tüylerimi ürpertmeye yetti. Hepsi ÖLMÜŞLERDİ. Evet, o körpe minnacık bedenler bu zor şartlara daha fazla dayanamayıp son nefeslerini vermişlerdi. Nasıl yaşayabilirlerdi ki bu kötü şartlarda ve bu imkânsızlıklarda. Rabbim biz Müslümanlardan bu canların hesabını sormaz mı diye içime derin bir korku düştü.
Sağlık merkezlerini ziyaretlerimizden sonra aracımıza binip Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA)’nın yaptırdığı aş evine doğru yol aldık. Aracımızla yollardan geçerken dışarıdaki çocukların bize el salladıklarını gördük. Biz de onlara el sallayıp selam verdik. Çocuklara selam un aleykum diye seslenmemiz onları o kadar mutlu ediyordu ki anlatamam. Merve Hanımın bize ‘eğer bir çocuğun elini sıkar veya başını okşarsanız çocuğun o gün bayramı olur’ demesi üzerine çocuklara daha bir yakınlaşmayı tercih ettik. Ne garip doğrusu…
Memleketimde kendisine bilgisayar alınmıyor diye suratı hep asık olan çocuklar ve öte yandan bu kamplarda yaşayıp hiçbir oyuncağa sahip olmayan mutlu çocuklar. Başkent Nairobi’deki, memleketimdeki çocukları ve gençleri düşündüm. Gülmeyen, mutlu olmayan ve ciddi davranmaya çalışan çocuklar. Öte yandan başını yabancı birinin okşadığını görünce mutluluktan gözlerinin içi parlayan çocuklar. Gerçek şu ki Bu çocuklar yoksul olabilir ama yoksun değiller. Yoksun olmadıkları için de çok mutlular.
TIKA’nın yaptırdığı aş evine varınca arabamızdan indik ve etrafımıza doluşan çocuklarla selamlaştık. Her selamımızla parlayan gözler ve gülen yüzler belirdi etrafımızda. Çocukların bu sevinçlerini görünce bizde mutlu olmaya başladık.
Aş evinin hemen yanında İstanbul Büyükşehir belediyesinin yaptırmış olduğu bir cami vardı. Tabi caminin kapısı kilitliydi. Sadece Cuma namazları için açılmaktaydı. Bu arada şunu vurgulamamda yarar var. Gerek sağlık merkezleri, gerek aş evleri gerekse de bahsettiğim bu cami gibi yapılar betondan değil, sadece barakalardan oluşmaktaydı.
Aş evinde günlük ortalama 300 kişilik yemek çıkmakta. Bu yemekler genelde kesilen kurban etleri ve pirinç pilavından oluşmakta. Yemekler büyük kazanlarda yapılıyor ve öğlen gibi sıraya dizilen kişilere dağıtılıyor. Yemek hazırlanırken bulunduğumuz yere meraklı gözlerle çocuklar geliyor. Bizler de onlara selam vererek sevinmelerini sağlıyoruz.
TİKA’daki gözlemlerimizden sonra yolculuğumuza duksi ziyaretleri ile devam ediyoruz. Ağaç altındaki gölgeliklerde kur’an dersi verilen okullara duksi denmekte. Tabi bunlara okul denebilirse. IHH’nın barakalardan yaptığı ve 40–50 metre karelik duksilerde yaklaşık 80–90 çocuk kur’an dersi almakta. Bu kadar çok çocuğun bu alana sığması bile bir mucize. Çocuklar bizi görünce sevinç çığlıkları atmaya başladılar. Duksilerden içeri girince her çocuğun bize kendilerini ispatlama adına hep bir ağızdan kuran okuyuşlarını dinledik. Duksilerde verilen kuran eğitimi için kâğıt ya da kalem kullanılmıyor.
Buna imkânları da yok. Eni yaklaşık 30 cm ve boyu yaklaşık 80 cm uzunluğundaki ince dikdörtgeni anımsatan tahtalara ıslak kömürlerle yazı yazıp bu yazıları ıslak bezlerle silerek temizliyorlar. Kamptaki 15 yaş altı çocukların çoğunun bu duksilerdeki eğitimden sonra hafız olduğunu duyduk.
Ziyaret ettiğimiz duksilere Nairobi’de markette aldığımız şekerleri de götürmüştük. Duksilerde o şekerleri dağıtmak için hocalarına verip yanlarından ayrıldık. Tabi o tatlı, güler yüzlü çocukların ellerini tek tek usanmadan ve sıkılmadan sıkarak diğer bir duksinin yolunu tuttuk.
Etrafımızda göze çarpan en önemli unsurlardan biri de Somalili bu Müslümanların hicaplarına gösterdikleri özendi. 7–8 yaşındaki küçük kız çocukların bile başları o kadar güzel örtülmüştü ki bu şirin kızlara hayranlıkla bakmaktan kendimi alamadım. Anlaşılan o ki bu Müslüman aileler hicaba o kadar önem veriyorlardı ki küçük kızların bile dışarıya tesettürsüz çıkmalarına müsaade etmiyorlar. Ayaklarında ayakkabıları olmayan ama başlarındaki tesettürün anlamını sıkıca benimseyen bedenler...
Bir sonraki ziyaret edeceğimiz duksi mülteci kampı sınırları içinde yer almıyordu. Bu duksi de kampa yakın bir Kenya köyünde yer alıyordu. Doğrusu burayı da merak etmiştim. Zira mültecilerin sahip olduğu duksi ile Kenyalı köylülerin sahip olduğu duksiler arasında bir kıyas yapma peşindeydim. Gerçi gördüğüm tablo çok da farklı değildi. Hatta hiçbir farkı yoktu dersem abartmış olmam. Bu köydeki duksiyi de IHH hayır amaçlı yapmıştı.
Ders sonunda duksiye vardığımız için çok öğrenci ile karşılaşamadık. Ama yinede oradaki o çocuklarla tek tek selamlaşıp onlar için getirdiğimiz şekerleri dağıttık. Ben memleketim Diyarbakır’da çocuklara bu şekilde şeker dağıtacak olsam çocukların belki de oyun amaçlı itişmeler yaşayacaklarından adım gibi eminim. Birazdan benzer bir tablo ile karışılacağımı umarken durum hiç de beklediğim gibi olmadı. Çocuklar büyük bir olgunlukla kendilerine verilen şekerleri aldılar. Hatta öyle ki ikinci şekeri alan çocuk bir tane almış diye ikincisini iade etti. Kenya vatandaşı olan bu Somalili köylülerin de kamptaki diğer insanlardan farklı bir yaşam koşulları yoktu. Hatta mülteci kampında yaşayan insanları kıskanıyorlarmış. Çünkü BM mültecilere yemek dağıtırken kendilerinin halini soran birileri yok. Oysa onlar da mülteciler gibi yemeğe ve suya muhtaç halde bulunuyorlar.
Çocuklarla selamlaşıp bu duksiden de ayrılınca tekrar IHH misafirhanesine doğru yol aldık. Öğlen sonrası güneş daha bir yakıcılığıyla bize zor anlar yaşatmaya başladı. Yolda biz yine en iyi yaptığımız işi yapmaya devam ettik.
Dışarıdaki insanlara el sallayarak selam vermek. Yetişkin bayanlarda selamlarımızı alıp bize el sallıyorlardı. Yine anlamıştım ki bu selam verme işi onları çok mutlu etmekteydi. Yol boyunca birbirleri ile yarışan bazı çocuklar gördük. 20 litrelik dev bidonları içine su doldurduktan sonra yuvarlayarak kaldıkları çadırlara götüren çocuklar. Ve bu su kuyularına ulaşmak için kilometrelerce yol giden ve bunu birkaç kez yapmak zorunda olan çocuklar. Birçoğu kendi ağırlığında olan bu bidonlarla su taşıma işini bir oyun haline getirmişlerdi.
Kamptaki bir insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için en az 7 litre suya ihtiyacı varmış. Eğer buna banyo, temizlik, çamaşır yıkanması gibi ihtiyaçlarda ilave edilirse kişi başı ortalama 20 litrelik bir su ihtiyacı varmış. Rabbe şükürler olsun ki şimdi IHH’nın da açtırdığı su kuyuları var da insanlar bu su ihtiyaçlarını kilometrelerce yol gittikten sonra olsa dahi karşılayabilmekteler. Kampın oluştuğu ilk zamanlarda Kenya hükümeti su kuyularının açılmasına müsaade etmemiş. Zira böyle davranarak mültecilerin devamlılık arz eden bir kalışlarının olmamasını istemiş. Ama yaşanan kötü tablolar ve Kenya hükümetine yapılan baskılar sonucu Kenya hükümeti bu kararından geri adım atmış ve su kuyularının açılmasına müsaade etmiş. Bir su kuyusu açmak için yerin 150 metre derinliğine iniliyormuş. Bu zahmetli iş bir o kadar da masraflı tabi ki. Kampta bir kuyu açmak yaklaşık 60 bin dolara mal olmakta. Tabi bir kuyunun 1500 kişinin temel ihtiyaçlarını karşılayacak kapasitede olması bu işin masraflı olsa da yapılması gerekliliğini gözler önüne sermekte.
IHH misafirhanemize geçmeden önce kimse yok mu derneğinin yaptırdığı sağlık merkezini görmeyi ve orada kalan kardeşlerimizi ziyaret etmeyi istedik. Ama maalesef kimse yoktu. Kardeşlerimizin yaptırdığı bu sağlık merkezinin kampa uzak olduğunu dolayısıyla insanların buraya kolaylıkla gelemediklerini öğrendim. Bu durum beni üzdü aslında. Belli fedakârlıklar için gelen bu kardeşlerimizin sağlık merkezini kampın içinde veya kampa yakın bir yerde yaptırmaları daha isabetli olurdu diye geçirdim içimden. Kimse yok mu derneğinde kimse olmayınca yolumuza devam ettik.
Bir şeyi artık çok iyi müşahede etmiştim. Sahaya inmeden yapılan yorumlar gerçekleştirilmek istenen projeler hep eksiklik barındıracaktı. Zira sahaya inmeden, sahayı görmeden atılan adımlar başarısızlıkla sonuçlanmaktaydı. Bunun en güzel örneği İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına yapılan cami. Cami diyorum ama maalesef cami vazifesinden yoksun ve mahrum bir halde kapısına kilit vurulmuş halde bekleyen bir yapı. İnanın sahaya inen biri bence daha gerekli bir projeye imza atardı. Bu cami işinin masa başında alınmış bir karar olduğunu düşünüyorum.
Çünkü halkın gerçekliğine, onların temel ihtiyaçlarına hitap edecek bir proje olmamış. Sahaya inince öğrendiğiniz bir diğer önemli husus ise yapacağınız yardımları birilerine nakdi olarak değil de ihtiyaçlarının giderilmesi noktasında yapmanız gerektiği. Çünkü yardım nakdi olunca insan suiistimalleri ile karşılaşılabiliniyor. En basitinden sizden bir sağlık merkezi yapımı için 100 bin dolar yardım yapmanızı isteyenlere o nakdi yardımdan ziyade alacağınız malzemelerle aslında işin daha uygun bir fiyata yapılabilmesi söz konusu olabiliyor. Yine aynı şekilde mültecilere yemek dağıtılma konusu da bu bağlamda değerlendirilebilir. İlk aşamalarda mültecilere yemekler pişirildikten sonra veriliyormuş. Ama mevcut şartlarda yemeklerin korunması ve saklanması söz konusu olmayınca mülteci ailelerin yeme ihtiyaçları aylık kuru gıda yardımı şeklinde olmaya başlamış. Yalnız mülteciler kendilerine dağıtılan bu kuru gıdaların bir aylık ihtiyaçlarını karşılamadıklarını, aksine daha kısa bir zaman da tükendiğini ifade ediyorlar.
Dağıtılan yemeklerin mültecilerin damak tadı düşünülmeden planlanması ise daha vahim bir durum. Zira mısır yemeyen ve sevmeyen bu insanlara kuru gıda olarak mısır dağıtılması aynı zamanda mültecileri iyi anlamamaktan kaynaklanmakta. Benzer bir durum mültecilerin giydikleri kıyafetlerle de alakalı. Onların giyim tarzlarına uygun olmayan kıyafetlerin bu insanlara dağıtılmış olması onlar için hiçbir anlam ifade etmemekte. Dediğim gibi sahayı gören ve anlayan biri hazır elbise yardımı yapmaktansa bu insanlara elbise yapmalarında kullanabilecekleri kumaş göndermeyi daha hikmetli bir davranış olarak görür diye düşünmekteyim.
Saat 15.00 gibi misafirhaneye vardık. Acıktığımız için bir şeyler hazırlayalım dedik. Misafirhane de sıcak yemek pişmiyordu. Oranın daimi elemanları marketten aldıkları fasulye konserveleri ve ton balığıyla idare ediyorlardı. Bizde umduğumuzdan ziyade bulduğumuzu yiyerek onlara eşlik ettik. O sıcak hava beni o kadar yormuş olacak ki birden bir saatliğine de olsa yatma ihtiyacı hissettim ve yatmak için odama çekildim. Ama havanın o kadar sıcak olmasından ötürü yatamadım. Ne yaptıysam da olmadı. Bu boğucu sıcaklık yatmama engel olmuştu. Birden mülteci kampındaki o sıcak meydanlarda naylon denebilecek çadırlarda kalan insanların durumunu tasavvur ettim. Korkunç bir şey olsa gerek diye düşündüm. Onlar güneşin bu sıcak saatlerini nasıl geçiriyorlardı. off of...deyip yerimden doğruldum ve kardeşlerimin yanına geçtim.
Akşam ezanından sonra namazlarımızı kıldık ve akşam yemeğini yemek üzere Kızılhaç da görevli bir kaç kardeşimizi ziyaret etmek üzere misafirhaneden ayrıldık. Ve Kızılhaç görevlilerinin kaldığı yerleşim yerine uğradık. Burası daha lüks diyebileceğimiz bir alandı. Bu alandaki çadırlarda klimalar bile mevcut. Açık büfe tarzı yemeklerin bulunduğu bir yemekhane, LCD ekran televizyon bulunan açık hava çay bahçelerini anımsatan yerler de mevcuttu bu yerleşim alanında. Kenya da etler helal usullere göre kesilmekte ve helal gıdaya ulaşmakta problem yaşanmamakta.
Ben de damak tadımıza uygun olan tavuk kızartma ve pilav yemeğini tercih ederek yemeğe oturduk. Yemekte iken Kenyalı kardeşlerimiz yanımıza gelince kendileriyle tanışma fırsatı bulduk. Bu kardeşlerimizden biri İstanbul Cerrahpaşa tıp fakültesinden mezun olan ve mülteci kampında doktorluk yapan Naira Hanımdı.
Aynı fakülteden mezun olan Şükran Hanımla koyu bir muhabbete daldılar. Bu muhabbette en çok ilgimi çeken ise bu kardeşlerimizin de üniversitede vermekte zorlandıkları dersin Atatürk ilke ve inkılâpları adlı dersin olması idi. Sistemi anlamak ne kadar da zor diye düşündüm. Dünyanın öbür ucundan gelen bu insanlara hangi akla hizmet zorunlu olarak Atatürk ilkeleri ezberletilebilinirdi ki. Bu güzel insanların akıllarında Türkiye ile ilgili güzel hatıraların yanı sıra böyle totaliter rejim uygulamalarıyla karşılaşmak haliyle kötü bir imaj oluşturmuş düşüncelerinde. Bu bacımız mülteci kampındaki genel durum hakkında bilgilendirerek uğurladı bizleri. Gecenin zifiri karanlığında yol alarak tekrar misafirhanemize döndük.
Misafirhanemizde elektrik yoktu. Zaten bu sorun sadece Dadaab’ın değil tüm Kenya’nın genel bir sorunuydu. Her akşam saat 18.00 ile 24.00 saatleri arası jeneratörler açılıp elektrik ihtiyacı giderilmekteydi. Ayrıca misafirhanedeki kardeşlerimiz internete bağlanmada hiç bir problem yaşamamaktaydılar. Kenya’da iletişimin ucuz olması sayesinde olacak ki çoğu kişi cep telefonu kullanmaktaydı. İletişimin ucuz olması sebebiyle misafirhanedeki kardeşlerimiz ve biz misafirler memleketteki ailelerimizle çok rahat iletişim kurmaktaydık. Ayrıca safaricom adlı gsm operatörü çalışanları mülteci kampına gelerek Somalili mültecilerin Somali’deki yakınlarıyla ücretsiz telefon görüşmesi yapmalarına olanak sağlamaktaydı.
Misafirhanede çaylarımızı demleyip muhabbeti açtık. Dr.Mevlit Bey yetimhanedeki yaklaşık 250 civarındaki yetim erkek çocukların sünnet edilmesi projesinden bahsetti. Buraya gelecek gönüllü doktorlarımızla bu işi ramazan ayı gelmeden önce halletmenin gerekli olduğundan bahsetti. Aslında bu yetimler için yapmamız gereken o kadar çok şey vardı ki bir an önce işleri ertelemeden yerine getirmemiz gerektiğinden bahsetti. Bizim Kenya’ya geldiğimiz gün kendileri de Uganda’dan gelen Merve Hanım ve kadir bey orada gerçekleştirdikleri faaliyetlerinden bahsettiler.
Uganda’da hastalıkların yüzde otuzunu sıtma oluşturmaktaymış. Bu kardeşlerimizde insanların bu hastalığa yakalanmamaları ve yahut bu oranı ciddi bir şekilde düşürmek için ilaçlı cibinlik dağıtmışlar. Dediğim gibi saha tecrübesi olmayan bir kardeşim ‘cibinlik dağıtmakla sıtma hastalığı bitmez, bataklıkları kurutmadan bir şey olmaz’ diye haklı ama reel olmayan bir çıkışta bulunabilir. Ama vakanın o kadar büyük ve ciddi boyutlarda olduğunu görünce çaresizlik içinde geri durmak aklınıza geliyor. Tabi insanlar orada ölürken geri durmak ne kadar ahlaki ve doğru olabilir ki. Ulaşabildiğiniz bir can, hastalığa yakalanmasını engellediğiniz veya ölüme terk etmekten kurtardığınız bir can sahip olduğunuz her şeyden de kıymetli değil mi diye düşünmeden edemiyor insan. Hem rabbimiz bir canı kurtarmanın tüm insanlığı kurtarmak olduğundan bahsetmiyor mu yüce kitabında. O halde bu çaresizlik ve bu gayretsizlik müslümanın yaşayabileceği bir haleti ruhiye olamaz, olmamalı diye düşündüm durdum.
Gece karanlığındaki bu tatlı muhabbetten sonra yarın sabah erkenden Nairobi’ye yolculuk yapmak üzere odalarımıza çekildik. Tabi o gün şahit olduğumuz manzaradan sonra gel de yat yatabilirsen Akan dedim kendime. Uzandım yatağıma ve düşündüm bu kardeşlerimi. Somalili çocuk olmak nasıl bir duygudur acaba. İlk kamp 1990 da açılmış. O tarihte doğan bir genç simdi 20 yaşlarında. Geleceğe dair umutları, hayalleri, planları olmayan bu gençler. Evlenme yaşına gelmiş ama evlenme imkânını bulamayan bu pak yüzler. Şu an hayatın bu zorlu günlerini bir oyun ve eğlence havasında geçiren bu çocukların gelecekte karşılaşacakları hayatın acımasız gerçekleri.
Somalili bir insanın ortalama yaşam ömrü 45 civarında. Erkeklerinin ve yaşlılarının hayata dair bu çaresizlikleri, gözlerindeki umudu söndürmüş bir halde. Birden gözleri parlayan o masum çocuklar geldi gözümün önüne. Sonra onların gözlerindeki bu parıltılarının zamanla söneceği durumu aklıma geldi. Ne üzücü bir durumdu. Geleceğe dair umutları koca bir hiç olan çocuklar. Dünyanın bir tarafında tüketim çılgınlığı içinde olanlar ve diğer taraftan karnını doyurmakta zorlanan insanlar…
Şunu unutmamak gerek. Rabbimizin bize verdiği bu nimetlerin temel hak sahibi gibi düşünmemeliyiz kendimizi.
Ertesi gün tekrar Nairobi’den İstanbul’a uçuşumuz vardı. Ve bizi tekrar meşakkatli bir dönüş beklemekteydi. Ama bu meşakkat bu mülteci kardeşlerimizin durumunu gördükten sonra anılmaya bile değmezdi. Biz Müslümanlar bu kampta yaşayan ve şimdilerde gündemden düşen, durumları düşünülmeyen bu kardeşlerimiz için yapmamız gerekenleri unutmamalı ve gündemimizden düşürmemeliyiz.
SON VİDEO HABER
Haber Ara