Arap Baharı
Daha önce, Müslümanlar veya Orta Doğu ya da Araplar hakkında haberler çıktığında, neredeyse hep ağır şekilde olumsuz bir çağrışımla sunulurdu.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-05-30 12:30:25
Aniden, bir Arap olmak iyi bir şey oluverdi. Tüm dünya genelinde Arap halkı, halkın isteklerine ve taleplerine hiç bir saygı duymadan iktidarda olan diktatörlükler altında, yıllardır süregelen korkudan sinmiş pasifliği üzerlerinden atmanın gururunu yaşıyorlar. Ve bu Batı’da saygı duyulan bir şey haline geldi. Mısır, şu anda heyecan verici gelişmelerin yaşandığı bir yer olarak düşünülüyor. Mısır halkının birliktelik söylemleri, Madison’da göstericiler tarafından övgüyle karşılanıyor ve destekleniyor.
Mısır halkının parlak genç aktivistleri 21.yüzyıla mahsus yeni bir seferberliğin öncüleri olarak görülüyor. Arap dünyasında yaşanan olaylar, daha önce olduğundan çok daha geniş çapta Batı medyası tarafından takip ediliyor ve eşi benzeri görülmemiş bir şekilde, olumlu bir tarzda bahsediliyor.
Daha önce, Müslümanlar veya Orta Doğu ya da Araplar hakkında haberler çıktığında, neredeyse hep ağır şekilde olumsuz bir çağrışımla sunulurdu.
Şimdi, bu Arap Baharı boyunca bu durum bitmiş gözüküyor. Adı daima siyasi durgunlukla birlikte anılan bir bölge, dünyanın dikkatini çeken hızlı bir değişime tanıklık ediyor.
Araplar, Müslümanlar ve Orta Doğulular hakkında algılardaki bu büyük ve ani değişim konusunda üç şey söylenmesi gerekiyor. Birincisi, bu bölgeye dair pek çok Batı medyasında yer almış görüntülerin ne kadar yüzeysel ve ne kadar yanlış olduğunun ortaya çıkmasıdır. Gerçekte bu bölge hakkında duyduğumuz şeyler; her yere kök salmış teröristler, her bir yere yayılmış sakallı radikaller ve şeriatı empoze etmeye çalışan peçeli yol arkadaşları, böylesi arzu edilmeyen şeylerin kaçınılmaz sonucu olan yozlaşmış, acımasız diktatörlerdi. Amerikan Hükümeti ile büyük medya kuruluşları tarafından sürekli tekrarlandığı gibi, bu yozlaşmanın ve zalimliğin büyük bir kısmı, ılımlılar (yani istediğimiz gibi konuşanlar ve yapanlar) gibi uydurma terimleri kullanarak rötuş ediliyordu. Bu tabirin ve bölge halkını “Arap sokağı” diye kötüleyen söylemin şimdi daimi olarak terk edilmesi gerekmektedir.
Algılardaki bu değişikliğin ikinci özelliği, oldukça kırılgan/narin olmasıdır. Bütün Arap diktatörler devrilse bile, bölgedeki “bize karşı onlar” anlayışında büyük bir çıkar söz konusudur.
Bu, sadece “terörle mücadeleye” angaje olmuş bütün bürokratik kodamanları, sadece bu savaşın gereksinimlerini temin eden endüstriyi ve bu hizmetleri için cömertçe ödüllendirilen danışmanları ve müteahhitler topluluğunu içermiyor aynı zamanda yoğun bir şekilde, bu Orta Doğu karikatürünü propaganda etmeye kendilerini adamış bir sürü “terör uzmanı”yla beraber, büyük çapta ideolojik, sahte uzmanlığın geniş bir alanını da içeriyor. Bu sözüm ona, uzman geçinenlerin yaptıkları tek şey, teröristlerle Müslümanları her fırsatta ilişkilendirmek olmuştur.
Onlar Amerikalıların, gerçek Arap dünyasını görmemeleri için sistematik olarak sürekli telkinde bulunmaktadırlar: Yani hukukun üstünlüğüne bağlı olanları, sendikaları, teknolojiyi yakından takip eden gençleri, feministleri, sanatçıları ve aydınları, Batı kültürü ve değerlerinin akıllıca bir bilgisine sahip olanları, yalnızca nasıl yönetilecekleri konusunda bir katkı ve uygun fırsatlar talep eden sıradan insanları. “Bu sözüm ona uzmanlar” onun yerine bize, bu insanların zarafetten yoksun bağnaz insanlar olduğunu ve Amerikan destekli korkunç yöneticileri hak etmiş bir halk olduğunu öğrettiler. Bu ırkçılığa yakın görüşleri savunan etki ve güce sahip olanlar, -böyle bir ihtimal varsa bile- bu görüşlerini hemen terk etmeyeceklerdir. Birinin, bu çirkin propagandayı görmesi için Fox News’e bir göz atması yeterli olacaktır.
Üçüncüsü, olaylar Arap dünyasında kolayca ve çok hızlı bir şekilde daha kötü bir hale dönüşebilir.
Ve bu hassas yeni algıları, hızlı bir şekilde aşındırabilir. Şu ana kadar herhangi bir Arap ülkesinde hatta despot liderlerin devrildiği ama gerçek bir dönüşümün belli belirsiz başladığı Tunus’ta ya da Mısır’da bile hiç bir şey çözüme kavuşmuş değil. Her iki ülke; bir anayasal hükümet, olgun bir demokrasi, ekonomik gelişme, sosyal adalet -mesela güçlü bir sivil toplum, geçmişi olan emek organizasyonu, pek çok eğitimli insan ve bazı güçlü kurumlar gibi- için kimi gerekliliklere sahip olmasına rağmen bu böyledir.
Ve değişim talep ederken dövülenlerin, üzerlerine göz yaşartıcı gaz sıkılanların ve vurulanların cesaretine rağmen çok az komşu Arap ülkesinde değişim söz konusudur. Libya ya da Yemen’deki iç savaş; Tunus ve Mısır’daki eli kolu bağlanmışlık hali; ya da Bahreyn, Ürdün, Fas, Umman, Irak ve başka bir yerdeki iktidardakilerle sonu gelmeyen mücadele yüzünden bu değişim dalgası burukluğa dönebilir.
Batı’daki insanlar, dünyanın bu önemli bölgesi hakkında daha da çok şey öğrenirlerken, haberlerde dile getirilmesi gereken bir kaç gerçek daha var. Birincisi, burasının demokrasiye uymayan ya da otokratik idareciler altında daima acı çekmiş ya da anayasal geleneği olmayan bir bölge olmadığı gerçeği.
Kesinlikle Orta Doğu bir dizi korkunç rejimler altında son yıllarda acı çekti. Fakat bu bölge aynı zamanda 1870’lerin sonlarında Tunus ve Mısır’da aralıksız süren anayasal coşkuya ve 1876’da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki anayasanın oluşumuna önderlik etmiş ve idarecilerin gücünün nasıl sınırlanacağı üzerinde tartışmaların yaşandığı bir bölgedir. O günlerde imparatorluk, sadece günümüz Türkiye’sini değil aynı zamanda Suriye ve Irak da dahil olmak üzere Doğu Arap dünyasının çoğunluğunu içeriyordu.
Daha sonraları 1906’da, İran anayasal rejime geçti. Akabinde, Dünya Savaşları sırasında ve sonrasında bölgenin yarı bağımsız ve bağımsız ülkelerinin çoğu anayasal rejimler tarafından idare edildi. Bunlar, aşırı yoksulluk ve cehalet, yöneticilerin otokratik eğilimleri ve yerleşik çıkarlar ile karşı karşıya kaldığından dolayı engellerle karşılaşmış kusurlu tecrübelerdi. Yine de, sürekliliği olan anayasal ve parlamenter rejimler kurmadaki başarısızlıklar sadece bu sebeblerden dolayı değildir. Bu hükümetlerin bu çabaları, sistematik olarak emperyalist devletler tarafından engellendi.
Çünkü bu devletlerin emelleri ve çıkarları; meclis, gelişmekte olan kamuoyu, milli egemenliği ve ülkelerinin doğal kaynaklarının adil paylaşımını savunanlar tarafından tehdit altındaydı. Avrupalı güçlerin 20. yüzyılın ilk yıllarında İran ve Osmanlı’nın anayasal hükümetlerinin önünü kesmesi, Lübnan ve Suriye’ye Amerika’nın müdahalesi ve 1950’lerde İran hükümetinin devrilmesi gibi pek çok örnek sürekli tekrarlandı.
Batılı güçler Orta Doğu’daki demokratik idareye çok az destek vermekle (ya da hiç destek vermediler) kalmadılar, aynı zamanda sürekli etkin bir şekilde, kendi emirlerini yerine getirecek diktatörlerle işbirliği yapmayı tercih ederek bunu baltalama yoluna gittiler. Başka bir deyişle, kolaylıkla manipüle edilecek baskıcı rejimlere sağlanan Batı desteği örneği kesinlikle yeni bir örnek değildir.
Arap dünyasına Türkiye modeli uygulamanın potansiyeli hakkında son haftalarda çok şey söylendi.
Aslında, Türkiye ve Arap ülkeleri paylaşılmış bir Osmanlı tecrübesi sayesinde modernite meselesinde (ve bununla beraber anayasalar, demokrasi, sivil ve siyasi haklar konusunda) bir uzlaşıya vardılar. 1860’lardan 1918 yılına kadar olan dönemde, hem Türk hem de Arap milliyetçileri tarafından modern ulus-devletleri üzerinde herhangi bir Osmanlı etkisi şiddetle reddedildi. Aynı zamanda bu dönemlerde, halkın bu kavramlara dair anlayışları belli bir şekle kavuştu.
Bugün Türkiye, nüfusunun çoğunluğu arasındaki dini eğilim ile laik sistemi ve demokrasi ile güçlü ordu kurumunun nasıl barıştırılacağının örneğini en güzel şekilde veriyor. Türkiye aynı zamanda ekonomik başarı, Doğu ve Batı arasında işleyen bir kültürel sentez ve dünya sahnesinde nasıl etki uyandırılacağı noktasında da en güzel örneği sunuyor. Bütün bu unsurlardan dolayı Türkiye modeli, Arap dünyasında çoğunlukla başarısız bir alternatif olarak görülen 32 yıllık İran teolojik sisteminden çok daha çekici bir model olarak algılanıyor.
Arap devletlerinin, bu Arap baharı boyunca halklarının evrensel talepleri olan sosyal adalet ve saygınlık, hukukun üstünlüğü, demokrasiye geçiş, durgunluk ve baskıdan kurtulma gibi konularda gidecekleri daha çok yolu var. Saygınlık terimi ikili bir talebi içeriyor: Birincisi, vatandaşlarını küçümseyerek ve haklarını görmezden gelerek davranan yöneticiler karşında bireyin saygınlık talebi; ikincisi, bir halk olarak Arapların ve Mısır gibi gururlu devletlerin kolektif saygınlık için bir talebinin olması.
Bu talep, 1950’lerde başlayarak sömürgeciliği/yeni-sömürgeciliği hedefleyen milliyetçi liderleri iktidara taşıyan talepti. O neslin başarısızlığından sonra, Batı tarafından oldukça değer verilen ve istikrar sağlayan diktatörler getirildi. Bu istikrar toplumun ve bireyin haysiyeti/saygınlığı pahasına satın alınmış bir istikrardı. Rabat’tan Manama’ya göstericilerin yok etmeyi amaçladığı, işte bu utançtır. Göstericiler şimdiye kadar, genel olarak kendi iç siyasetlerine dair sorunlarının asıl sebebine odaklandılar. Dış siyasete, Batı karşıtı duygulara ve İsrail ya da Filistin sorununa çok az vurgu oldu.
Bu kolektif saygınlık talebini göz ardı etmekte büyük bir tehlike vardır. Bunun, Amerika’nın uzun zamandır bölgeye uyguladığı müstekbir tarzla alakası olduğuna ya da pek çok Arap’ın, adaletin olmadığı ve Filistinlilere uygulanmıyor olduğuna dair inancının gelişigüzel reddiyle alakalı olup olmadığını göz ardı etmekte de büyük bir tehlike vardır.
Eğer Arap dünyası halkı, demokrasiye geçişi sorunsuz başarabilirse ve toplumlarının karşılaştığı pek çok derin problemle yüzleşmeye başlayabilirse, bu; özgürlük, sosyal adalet ve haysiyet mücadelesi için doğmuş, kendisine hak ettiği saygı ile davranılan ve on yıllardır ilk kez kazanmaya başlayan yeni Arap dünyası için hayati bir öneme haizdir.
İslamiyorum/ Raşid HALİDİ
SON VİDEO HABER
Haber Ara