Bu müdahale 30 yıl gecikti
Devlete ya da büyükşehir belediyelerine bağlı sanat kurumları ile ilgili tartışmalar sürerken, Devlet Opera ve Balesi’nin eski genele müdürü Remzi Buharalı , “Kadroda ihyacın iki katı sanatçı var. Müdahalede geç bile kalındı.” diyor.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-05-29 17:43:35
Remzi Buharalı, bir trombon sanatçısı. 3'ü AK Partili olmak üzere 5 yılda 5 kültür bakanı ile çalışan eski Opera ve Bale Genel Müdürü aynı zamanda. Uluslararası Mersin Müzik Festivali gibi Anadolu'nun en uzun soluklu müzik festivalinin sanat yönetmenliğini yapmakta olduğu gibi, Side'den Doğu Beyazıt'a uluslararası ölçekte büyük festivalleri de yönetiyor. En önemsediği şey, uluslararası müzik camiasıyla iç içeliğini Anadolu'ya taşıyabiliyor olmak. Şu sıralar, genel müdürlüğü sırasında Aspendos'ta yaptığını daha da yaygınlaştırarak Asos'a, Bergama'ya, Adıyaman'a, Fethiye'ye, Efes'e taşımayı, Avrupalı sanatseverleri Türkiye'nin tarihî mekânlarında sanatsal etkinliklerle buluşturmayı amaçlayan bir proje üstünde çalışıyor. En büyük amacı da yetenekli gençlerin güçlü sponsorlarla dünyaya açılmalarını sağlamak. Remzi Buharalı ile kamuoyunda tartışılmakta olan devlete bağlı sanat kurumlarının restorasyonunu konuştuk. Ona göre, 30 yıl önce yapılması gereken, gecikmiş bir müdahaleyi tartışıyoruz.
-Devlete bağlı sanat kurumlarının yönetimi ile ilgili mesele çoktan ele alınmalı mıydı, yoksa suni, gereksiz siyasi bir tartışma mı yaşıyoruz biz?
Her toplumda, ayırt etmeksizin her meslek grubunun temelinde insan olduğunu göz önüne almamız gerekiyor. Ve her insan da farklı tabiatta olduğu, farklı eğitim sisteminden geçtiği için, yetişkin olduğunda ister istemez farklı bir davranış biçimi sergiliyor. Herkesin her konuda kendi doğruları var. Ortak bir doğruda buluşmak için bir kural konması gerekiyor. Yapılara, meslek gruplarına, yaşadığımız ve dokunduğumuz her alana. Kurallar da çağlar içinde değişiyor. Bundan 250 yıl önce ortaya koyulmuş olan bir yapı zaman içerisinde çağın gerektirdiği kurallara taşınıyor. Mesela bugün internet çağında eskisi kadar çok insan çalıştırmak gerekmiyor. İşte tüm sanatçılar aldıkları eğitimin sonucunda eğer bireysel çalışmanın dışında kurumsal bir çalışma çatısı altında olacaklarsa bu kurumsal çatının bir kurallar manzumesi ile karşı karşıyalar. Bu sadece insanların istihdam edilme şartları, disiplin kuralları değil, görülmeyen kurallar demektir. Sanatçının performansının daha diri olması ve seyirci memnuniyeti için gerekli kurallar bunlar.Oysaki bugün ülkemizde Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde çalışan kurumlarda gerçekten çok hantal bir yapı var. Ve artık bu hantallaşmayı sanat kurumları taşıyamıyor. Ve bugün çalışmalarını bireysel yürüten sanatçılar uluslararası arenaya endekslenmek ve orayla ilişkilenmek zorunda olduklarını hissedenler ve çalışma disiplinini, temposunu iyi ayarlayanlar, o başarıyı yakaladılar. Nerden bakarsan bak Fazıl Say, Gülsin Onay, İdil Biret, Hüseyin Sermet… Bunlar Avrupa'yla ilişkili sanatçılarımız. Onun dışında da dinlemekten ve izlemekten büyük keyif aldığımız sanatçılarımız var. Ama uluslararası alana dokunmaktan çekiniyorlar.
-Bunun sebebi ne?
Aslında Türkiye için yeterli ama dışarısı için değil. Sanatçılarımızın kötü olduğunu söylemek istemem burada. Çünkü herkes bir eğitimin altında, idealist bakış açısı var. Ancak kurumsal yapılarımızın uluslararası çıkartmaları artık son buldu. Önceki yıllarda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestramızın her yıl düzenli Avrupa, Japonya ve Amerika turneleri vardı. Buna İstanbul Senfoni ve İzmir Senfoni de dâhil. Orkestralarımız o konserlerden olumlu kritiklerle ülkemize dönüp, ülke tanıtımına önemli katkıda bulunuyordu. Ben o çok önemli etkinliklerle, çok olumlu kritiklerle ülkemize döneceklerini düşünmüyorum artık. Sebebi de bu kurumsal yapının yeniden yapılandırılma ihtiyacı…
-Bu ihtiyaç ne zaman doğdu, ne zamandan beri yapılması gerekiyordu da yapılmadı?
Ülkeler tarihinde aslında belli hareketler içinde yaşanılan çağa uygun bir şeylerin değişmesi gerektiğinin işaretleri olur… Uygulaması doğru ama yanlış… 1961, 1974 Kıbrıs savaşı, bir toprak mücadelesi bile farklı bir bakış açısının ülkeye gelmesidir. Ve tabii 1980. 1980'de Türkiye'de bir ihtilal yaşadı ama 1983 yılında Özal hükümeti ile birlikte telekomünikasyon alanında Türkiye çok süratli bir şekilde hiç beklemediği bir noktaya geldi. Telefon bağlama sıralarında beklerdik hatırlayın. 90'lı yıllara geldiğimizde cep telefonu furyası başladı. Bilgisayar dünyanın her tarafında iletişimi güçlendirdi. Her şey çok çabuklaştı artık. İzleyici de her gün aynı sanatçıdan hem IlTrovatore hem La Traviata, hem Sihirli Flüt hem de Saraydan Kız Kaçırma operasını izlemekten bıktı, sıkıldı. Kurumların içerisinde 3-5 tane sanatçı var, bütün yükü onlar taşıyor. Sanatçının mesleki idealist tatmini var, kurum da o en iyisini yaptığı için ona veriyor rolü. Ama bunun dışında kalanlar o desteği kuruma veremiyorlar. Bu değişim ihtiyacı 1980'den itibaren var. Çünkü Türkiye'de bu kurumlar 1949 yılından itibaren yasal bir zemin içerisinde geldiler, daha sonra Türkiye genelinde şubeleri açılmaya başladı; açıldıkça genişlemeye başladılar. O dönemdeki politikacıların da sanata destekleri yüksek olduğundan eksik bulunan ve talep edilen tüm kadro sayıları temin edildi. O dönemde ihtiyaç diye görülen kadrolar ve güçlü sanatçılıkları bünyesinde barındıran yapı, emekliliklerle birlikte ihtiyaç fazlasıyla doldurulması ve 65 yaşına kadar emeklilik garantisi altında olmasıyla şişti. Rehavet altına giren sanatçıların performans olarak geri kalmaları ve bunun doğurduğu olumsuz sonuçlar artık sanat kurumlarını şişirdi. Bence 1949'dan 1980'e gelindiğinde ilk model miadını doldurdu.
-Çok zaman öncesinden söz ediyorsunuz… Konu siyasi iktidarla yani AK Parti'nin siyasi pozisyonuyla ilgili değil?
Çok zaman geçti bunun yapılması için. Ve hiçbir siyasi mekanizmayla ilgisi yok. Merkezdeki kadrolara bakın, 1980 yılındaki kadro sayısı neyse 2011'deki sayı da aynı. Elbette ki sanatçının hakkı teslim edilmeli. Bir zamanlar onların taşıdığı bu bayrağı bugünkü gençlerin taşıdığı unutulmamalı. Özellikle de bale sanatçıları için. Çünkü tüm dünyada bale sanatçıları 32-33 yaşlarına doğru işi bırakır, aynı futbolda olduğu gibi, işler 21 yaşında gibi gitmez. Sanatçıların içinde bulundukları şartların bir düzenlemeye ihtiyacı olduğu da açık.
-Bir değişim ihtiyacı açık ve bu tespit edildi ama ilerleyişi doğru gitmiyor mu? Adlandırma yanlış. Özelleştirme diye adını koyarsak en büyük hatayı yaparız. Özelleştirilen her kurum kâr marjı varsa satın alınır veya talep görür. Oysaki kültür ve sanat kurumlarının bir kâr marjı yoktur. Kültür ve sanat kurumları, bir ülkenin sosyal gelişimine, tanıtımına katkıda bulunan ve insanlığın yoğun çalışma saatlerinin ardından deşarj alanlarını yaratacak olan sığınma noktalarıdır. O yüzden devletin sanat kurumlarını ve sanatçıyı destekleme zorunluluğu var. Bunun için de çok uzaklara gitmeye gerek yok. Avrupa'da 1456 yılından bu tarafa tiyatro, opera, bale, senfoni orkestraları kısacası bütün görsel sanatlar ve sahne sanatlarıyla ilgili alanlarda yapılan çalışmalar uzun bir geçmişten bugüne devinimlerle bir standarda yerleşmiş durumda. Envanterinde en çok sanat kurumu bulunan, Avrupa'nın en güçlü ekonomisi ve sanatı da en disipline edilmiş ülkesi Almanya'yı baz alırsak... Almanya'da devlet sanata destek verir. Desteğini verirken de bunu ana bir merkezden yapmayıp tamamen bölgelere devrederek yapar. Bizde bakanlığın sanat kurumlarına düşen bütçesi Ankara'dan genel müdürlükler eliyle yani tek merkezden idare ediliyor. Oysaki Almanya'da operanın, tiyatronun, balenin ve senfonin bir genel müdürlüğü yok. Tek merkezden değil, yerel yönetimler eliyle yürütülüyor. Tabii o yerel yönetimin başındaki insanın da sanata ve sanatçıya ortalama bir bakış açısına sahip olması gerekiyor. Dünyanın hiçbir yerinde herkes opera, bale, tiyatro seyretmez ama ihtiyaç olduğunu görür ve destekler. Bizde sanatçıların korkusu yerel yöneticinin sanat algısı ve yansımalarının Avrupa'daki gibi olmadığı düşüncesi. Haksız bir korku da değil. ‘Ne gerek var kardeşim buna da' diyen çıkabilir. Bunu dememek lazım. Bu bakış açısı, sanatçıda morali bozan ve verimliliği düşüren bir şey. Bir belediye başkanı gelişmiş ülkelerin şehirlerindeki ‘altyapı' yeniliklerini kendi şehrine yansıtmaya çalıştığı gibi aynı şeyi sanatsal yönden de yapmalı.
-Peki devletin ya da yerel yönetimlerin himayesi altındaki sanat kurumlarının yeniden verimliliğe kavuşması için ne yapılmalı?
Sanat kurumlarımızı uluslararası alanla ve halkımızla eşdeğer oranda buluşturabilmek ve sanatçının performansının artırılması için yeniden yapılanmaya ihtiyaç var, bu açık. Avrupa'da sanatçılarla her yıl kontrat yapılır ama bizde Türk insanının duygusallığı göz önünde bulundurularak sanatçıyla 5 yılda bir kontrat yapılabilir. 5 yılın sonunda sanatçıyı değerlendireceğiz ama taraflı ve önyargıyla ya da aramızda gelişen özel ilişkilerle değil, gerçekten sanatçı kişiliğiyle, bir 5 yıl daha çalışacak mıyız, çalışmayacak mıyız onun kararını vereceğiz. Bu süre içerisinde de sanatçı yeniden orada olabilmek için sanatını her zaman diri tutacaktır. Yerel yönetimler tarafından bütçelendirilen ve yönetilen yerde de sanatla ilgili ve sanattan anlayan bir yönetim kurulu bunun kararını verecek. Bu da demokratik bir zemin sunar.
-Bu sistemde kararı yönetim kurulu alacak. Peki, genel sanat yönetmenleri ne olacak?
Sanat yönetmeni olacak ama sanat yönetmeni tek yetkili olmayacak. Tiyatroyu ele alacaksak; sanatsal lider olarak rejisör var. Dramaturg, dekoratör, kostüm ve ışık tasarımcısı. Sanatçılar arasından ya da dışarıdan atanan bir müdür. Belediye başkanının kendisi ya da yardımcısı ya da onu temsil eden bir kişi. Oyuncular arasından da seçilmiş bir temsilci. Bu topluluk oylama sistemiyle bu kurumu yönetir. Düşüncelerin ortaya atıldığı yerde görüş farklılıkları olur, bu da oy çokluğuyla sonuçlandırılacak. Ve demokratik zeminin bu topluluk yöneticileriyle birlikte alınarak oluşturulması gerekir. Evet, belki dekor ve kostüm tasarımcısı bu kadar kalabalık bir şeyden arınmak istiyorsa o zaman yerel yönetim temsilcisi, atanmış müdür ve rejisör bu üç kişi de oturur kurumu yönetir.
-Yönetim kurulu modeli olması şart yani!
Kesinlikle. Tek kişinin yönettiği bir kurum zaten olamaz. Yönetilemez, büyük sancılar olur ve gerçekten de hiçbir sonuç elde edilemez. Ben genel müdürlük yaptığım dönemde sanatçılarımızla sohbet eder, onların hevesi neye dönük bakardım. Sanatçının da, seyircinin de konumunu göz önünde bulunduran repertuar politikası belirlemek lazım. Bunun için de demokratik zeminin oluşturulması gerekiyor. En fazla 5 kişiden oluşacak kurul, repertuar sistemini, işleyişi, turne faaliyetlerini, sanatçı alımına, kuruma sanatçı kabul edilmesine sözleşmenin feshine ve diğer alanlarda ihtiyaç duyulan her şeye karar verecek.
-Seçilmiş iradenin de sözü oluyor böylelikle
Tabii ki. Bu sorumluluk benim şemsiyem altındaysa ben bunun nasıl dışında tutulurum? “Sen anlamazsın, sen karışma” dememeli sanatçılar ama yönetici de ben yaptım oldu noktasına taşımamalı.
-Peki bu şişkin kadro meselesi nasıl halledilecek? Sanat kurumları içerisinde hem kendini eski performanstan uzak gören hem de idarecinin artık görev veremediği sanatçıların sayısı belirlenip sağ tarafa konacak. Norm kadro dediğimiz Ankara devlet tiyatrosunun ya da şehir tiyatrolarının ‘bir yıl içerisinde bir oyunu sahnelerken ihtiyaç duyabileceği maksimum oyuncu sayısı belirlenecek. Dekor, kostüm, terzi, ayakkabıcı, vs atölyelerle ilgili- dışarıdan hizmet de alınabilir ille de içeride bulunması gerekmiyor- gereken sayı kaçtır? Bunlarla 5 yıllık sözleşmeler yapacak. Elbette ki bir oyun koyarsınız bir bakarsınız bizim sahip olduğumuz yapının dışında ihtiyaç var, o zaman geçici, sözleşmeli, proje bazında sanatçı alırsınız.
-Şu anda böyle bir şey var mı?
Aslında var. Dışarıdan sözleşmeli oyuncu alabiliyor ama kendi oyuncusu varken onu kullanamadığı için alıyor. Ona o görevi verse dışarıdan gelecek oyuncu kadar performansı olumlu yansımayacağı için içerideki maaşını almaya devam ederken dışarıdan oyuncu geliyor.
-Norm kadro dediğiniz şeye göre baktığınızda bu kurumlarda şu anda şişkinlik ne ölçüde var?
Çok var. Olağanüstü bir şişkinlik var. Bugün tüm sanat kurumları kendi bünyelerinde kendilerini hareket ettirecek, hiçbir şekilde dışarıdan hizmete ihtiyaç duymayacağı maksimum sayıları belirlese bile bir katı kadar fazlalık var bünyede. Onun için sanat kurumları kendi ihtiyaç duydukları norm kadroları maksimumda belirleyecek, eğer daha geniş yapılı bir repertuara oyun koyuyorsa ‘evet ihtiyacım var' diyecek, dışarıdan gelen insana da diyecek ki ‘ ben seninle şu tarihler arasında şu kadar sayılı oyun için bir anlaşma yapıyorum ve sana bu kadar' ödüyorum.
-Peki, norm kadroyu belirledik, dışarıda kalanları sağ tarafa koyduk. Sonra?
O sayıyı kullanamıyoruz ve sağ tarafa aldık. Bunları yaşadıkları şehrin lise seviyesindeki sosyal yapısı gelişmiş veyahut da sosyal yapısının gelişmesine ihtiyaç duyulan okullara Millî Eğitim Bakanlığı kadrosuna devreder. Rehber sanatçı, öğretmen statüsünde çalıştırılmaya başlar ve sahip oldukları özel özlük haklarıyla ve maaş dilimleriyle devam eder. Belirlenecek bir müfredatla yıl içerisinde öğrencilere sanat kavramı, dünyadaki ve Türkiye'de sanatsal gelişmeler, sanatın kurumsal yapıları, sanatçının yetişme koşulları, sanatı takip etmeleri hâlinde yaşamlarında ne gibi farklılıklar yakalayabilecekleri gibi konuları anlatır. Okuldaki resim, müzik, beden ve rehberlik öğretmenleriyle koordinasyon kurarak okulun açıldığı günden kapanıncaya kadarki periyotta 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, yeni yıl karşılamaları, Öğretmenler Günü, Anneler Günü, 19 Mayıs, 23 Nisan vs. gibi temalara kabiliyetli öğrencilerle okulun kendine ait faaliyetlerini ortaya koyar.Spor takımında yer alan, kolektif çalışmalara katılan çocuklar o zaman fark etmeseler bile iş ortamına girdiklerinde daha affedici, daha paylaşımcı, daha toleranslı bireyler olurlar… Şehirdeki sanat faaliyetlerini izlemek, haber vermek gibi öğrencilere sorumluk verir vs. Sanatçıyı da her gün okula 9'da geleceksin 5'te çıkacaksın değil, onları müdür koordinasyonuyla sözgelimi ‘ben bu çalışmayı pazartesi, Çarşamba, cuma günleri üç saatlik çalışma diliminde yetiştiririm” diyecek. Ve Milli Eğitim Bakanlığı'na aktarıldıktan sonra da her emekli olanla birlikte o kadrolar ortadan kalkacak. Bu benim görüşüm, aynı vizyon çerçevesinde daha farklı görüşler de çıkacaktır elbette…
-Türkiye'nin devlete bağlı sanat kurumlarında bir reform yapması kaçınılmaz mı yani?
Kesinlikle. Eğer başbakan bunu özelleştireceğiz değil de sanat kurumlarını yeniden yapılandıracağız deseydi o daha lezzetli algılanacaktı. Sanatçı da kabul edecekti onu. Yeniden yapılanmayı sanatçı da istiyor. Sanatçı da aslında kurumu içerisinde o çalışmayanla eşit olmaktan rahatsız. Çalışmayan da yüz puanda çalışan da yüz puanda. Yeniden yapılanma içerisinde sanat kurumunda görev yapan herkesi eşitlemeyeceksin. Sanatta eşitlik diye bir şey söz konusu olamaz. Konsermaister dediğimiz başkemancı ile tutti dediğimiz toplu grup içinde çalan kemancı arasında bir fark olması lazım ki, konsermainsterin otomatik bir otoritesi ortaya çıksın. Sadece adının konsermainster olmasıyla bir otoritesi var oysaki yaşam, maaş dilimi arasında da bir fark olması lazım. En arkada 3 dakika rol üstlenen bir tiyatrocuyla başrolü silip süpüren bir sanatçı arasında bir fark olması lazım. Eğer bir düzenleme yapılacaksa kanun yapıcı ile sanatçılar ve sanat kurumu yöneticilerinin birlikte çalışmasında da yarar var. BİR KARA KARAYEV'İMİZ BİLE YOK!
-Azerbaycan'da Leyla ile Mecnun Balesi'ni izledim. Çok da ilginçti. ‘Opera ve baleyle halk ilgilenmiyor' denmesinin nedeni yerel kültürle ilişkili bir üretimin olmadığı yönünde. Bale ve opera ile ilgili dünyada belli başlı oyunlar vardır,
Türkiye de bunları seçip oynayacaktır. Böyle midir olay?
İnsan üzerine daha iyi ne olabilir, insan neden daha fazla lezzet alır, temelde mesele bu. Ve bir arayış var. 3 yılda bir La Traviata operasını ne bileyim Genç Osman tiyatrosunu koyarsanız izlenirlikten uzaklaşırsınız. Yeni bir üretime ihtiyaç olduğu açık. Peki kimi teşvik edeceğiz? Oyun yazarını, besteciyi, roman yazarını… Onları teşvik etmeye yönelik hiçbir programımız ve projemiz yok. Bizim yerel motiflerimizle bir Köroğlu ya da Sultan Abdal operası niye olmaz? Bir beste yapılırken ya da bir roman yazılırkenki süreyi düşünün. İnsanın onu yazarkenki içine kapanıklığını… İnsan sosyal varlık, koşmayı, gezmeyi, bir yerlere gitmeyi, dolaşmayı çok seviyor ama bunları gerçekleştirirken gezemiyorsunuz, yiyemiyorsunuz, görmüyorsunuz, tatmıyorsunuz, duymuyorsunuz, dokunmuyorsunuz, 5 duyu organınız onu üretmek için duruyor. Uykunuzdan bile kalkıp bir besteye devam ettiğiniz olur. Kendinize bunları yaşatırken eserinizi tamamlıyorsunuz ve sonucuna bakıyorsunuz. Ben bunu yaptım da ülkem bana ne verdi? Çevrem ne verdi? Hiçbir şey vermedi. O zaman “Ben buna niye kafa yorayım ya!' diyorsunuz. “Hayata bir kere geldim, 3 tane yazdım yeter, beni de öyle tanıyorlar, nasıl olsa bir şey de olmuyor.” diyor. O zaman bestecilerimize, roman yazarlarımıza ve tiyatro oyunu yazarlarımıza da birazcık farklı bir statü kazandırmak lazım. Her meslek grubu ‘bize de' diyebilir, ilgili bakanlık onlara eğilebilir. Kültür Bakanlığı'nın alanı üzerinden konuşursak, bestecilerimize, oyun yazarlarımıza dönük bir statü belirlenmeli. Festivallerde arkadaş ricasıyla ücret almadan çalan sanatçılarımız oluyor, sembolik de olsa bir şey verdiğinizde olayı lezzetlendirmiş olursunuz. Besteci de bir beste yaparken ille de bana dünyaları alın demez ama sembolik de olsa ona bir şey takdim edildiğinde ona başka bir moral verir ve onu yeniden beste yapmaya, yeniden roman yazmaya teşvik edersiniz.
-Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde destek var değil mi?
O aslında ruh desteği, para desteği değil. Hiçbir zaman maddi, güçlendirici bir sistem olmadı. Çağımız maddi beklenti çağı. Eskiden ruhla bunu yapıyorduk. Yurttaşlıkla yapıyorduk. O dönemde sanatçılarımız yurtdışına gönderildi, bilgi ve görgüleri artırıldı; geldiler burada o şevkle bu işleri yaptılar. Fakat zaman içerisinde artık o ruhtan uzaklaşılmaya başlandı.
KENDİMİZ GİBİ DEĞİL, BEETHOVEN GİBİ YAZDIK!
-Yerel motifleri ön plana çıkartan çalışmalar üretilemez mi meselesine gelirsek?
Bizim beceremediğimiz en ana konu şu: Cumhuriyet döneminden sonra Türk 5'leri ve ondan sonraki ikinci kuşak besteciler Orta Avrupa'daki eğitimlerini tamamlayıp Türkiye'ye döndükten sonra Atatürk'ün işaret ettiği çalışmayı yapmadılar. Yaptıkları bestelerin hiçbirinde bir kusur bulmak, bir armoni hatası bulmak mümkün değil. Atatürk, ‘Bu eğitimi alın gelin; Türk ruhunu ortaya çıkartacak, Türkiye'yle buluşacak yeni Türk müziği akımı yaratın' dedi. Oysaki bizim ağabeylerimiz, büyüklerimiz, hocalarımız Brahms gibi, Beethoven gibi, Çaykovski gibi yazmaya çalıştılar ve biz bunları anlamakta ve algılamakta güçlük çektik. O eski bestecilerin bir zamanlar milyonlarca yazmış oldukları beste içerisinden aynı melodiyi, aynı tarzı yazmayayım diye kendince bir şeyler bulmaya çalışmak çok zor. Fakat Azerbaycanlı bestecilere bakalım. Azerbaycanlı besteciler de gittiler Çaykovski Konservatuarı'nda eğitim gördüler, Şostokoviç'lerle, Rahmaninov'larla çalıştılar ama ülkelerine döndüklerinde kendi melodilerinin altına armoni yazdılar. Bu Rus bestecilerinin melodileri değildi. Bugün Kara Karayev'i dinlediğiniz zaman- şu anda bile tüylerim diken diken oluyor- ağlarsınız. Azerbaycan kokar Kara Karayev'in besteleri. Arif Melikov'un Leyla ile Mecnun Balesi, ben çaldım bir de bunları, ağlarsınız. Kara Karayev'in Yedi Güzeller Balesi'ni ben ağlayarak çaldım. Her temsili ağlayarak çaldım. Bir de bize benziyor melodileri, büyük keyif alıyorsun. İstiyorsunuz ki bizim bestecilerimiz de bizim topraklarımızdan çıkmış Âşık Veysel'i, Mahsuni Şerif'i, Türk sanat müziğini görsün. Arya arıyor bizim bestecilerimiz. Ben sana bir arya söyleyeyim bak (söylüyor). Her sanat müziğimizden bir parçayı getir bir operanın içerisine, sevgilisine serenat diye koy kardeşim! Bırak, “Onu koyamazsın, edemezsin!” desinler. Yeni bir akım oluştur, ben de böyle bir şey yaptım, bu da benim beste stilim de. Zaten onu koyunca o sana başka bir şey doğuracak. Yabancı dinlerken ve izlerken ‘A, bu ne kadar güzel bir melodi' diyecek. O bilmez ki herkesin bildiği bir şarkı olduğunu. Benim kendi festivallerimde Türk halk müziği de var, Türk sanat müziği de… Pardon İspanya'dan flamenkoyu getirdik. Flamenko ne? İspanya'nın halk müziği. Peki benim halk müziğimin ne suçu var? Ben bayılıyorum bizim halk müziğimize ve sanat müziğine. SENFONİDE MİLLÎ TAKIM KURMAK EN KOLAYI!
-Devlete bağlı kurumlar dünyadaki sanat akımlarını, yeni eserleri izleyebiliyorlar mı? Yurtdışındakini Türkiye'ye taşıyabiliyor mu?
Bu bir araştırmacı yön gerektiriyor. O da maalesef herkeste yok. Bizim sanat kurumları içinde yaşayan sanatçıların birçoğunda yok. Yöneticilerde olmak zorunda ama onlar da çok fazla bu dokunuşları gerçekleştirmiyor. Elbette ki güçlü sanatsal çıkışları takip edenler var. Mesela İş Sanat. Yaptığı programa baktığımda bu yıl uluslararası alanda en baba yerlerde kimler var bunu görebiliyorum. Orda da şu var; İş Sanat'ın yerleşik, kendine ait bir kurumu yok. Davet usulü hizmet alımı var. Bu en kolayı. Bu kadar parayı böyle bir çalışmaya adapte edeceğine kendi potansiyelinin devimini aktarsa bu daha iyi. Borusan'da davet usulü bir orkestra var. 5 tane kadrolu sanatçısı var. Diğerleri sadece o konser için geliyor, işini yapıp kendi orkestralarına gidiyor. İzmir Senfoni'den, Ankara Senfoni'den şuradan buradan kurulan bir millî takıma benziyor. Her orkestranın o alandaki en iyilerini Gürer Aykal biliyor, çağırıyor. Borusan çok iyi orkestra… Türkiye'nin millî takımı bu yaa. Ama Brezilya Millî Takımı'nı Barcelona'ya karşı oynat, Barcelona 10 maçtan 9'unu alır. Çünkü takım oyununu biliyor. Bütün bunları yıllar önce kendisiyle konuştuğumuzda Borusan CEO'su Agah Uğur'a da söyledim. Borusan çok iyi icracı ama devamlı çalışan bir orkestra ruhu yok. 30 kişiden oluşan bir flarmoni orkestrası, icabında oda orkestrası yapar, icabında tamamen barok müzik yapar. Hem hareket kabiliyeti kolay. Ha biz Sostokoviç mi çalacağız, o zaman nefeslileri yapıştıracağız üstüne, al sana koca bir orkestra. O 30 kişinin maddi standartları da yüksek olacak elbette… Böyle bir teklifim olmuştu.
SON VİDEO HABER
Haber Ara