Darbe dönemlerinde İslamcı dergiler
Derin Tarih dergisi ikinci sayısında 27 Mayıs 1960 darbesine odaklanan bir dosya konusu hazırlamış. Dosyada darbeciliğin bütün hallerinin kovuşturmaya uğradığı bugünün bilinci daha baskın. Elbette farklı bir değerlendirme yapmak isteyen yazılar da var dergide
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-05-25 14:06:30
Daha çok baskı dönemleri olarak öne çıkan askerî darbelerin İslami hayatı nasıl etkilediği, dönüştürdüğü üzerinde fazla durulmaz. Durulsa da ağırlıklı olarak 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbeleri üzerinden Diyanet İşleri Başkanlığı ile din eğitimi veren resmi kurumlarda yapılan değişikliklerin merkeze oturtulduğu bir değerlendirme öne çıkar.
Öte yanda bu iki darbe içinde 28 Şubat'ın kendine özgü yanlarının olduğu da inkâr edilemez. Ordu siyaset ilişkisi, başörtülü olarak eğitim alma hakkının engellenmesi, sermaye tartışmaları, kamu kurumlarından irtica gerekçesiyle uzaklaştırmalar ve genel olarak toplumun fişlenmesi postmodern dönemin muktedirliğinin göstergeleri olarak öne çıkmıştı. Bunun yanında darbelerin hakim din siyasetleri de söz konusudur: 12 Eylül 1980 darbesi, İran İslam Devriminin muhtemel etkilerini engellemek için Türk-İslam sentezi olarak adlandırılan din politikalarını uygulamaya koymuşken, 28 Şubat 1997 darbesi Türk Müslümanlığı üzerinden tek parti döneminin dini biçimlendirme siyasetini hatırlatan projeleri öne çıkarmıştır.
Çok partili hayata geçildikten sonra 27 Mayıs 1960'ta ve 12 Mart 1971'de yapılan darbelerin İslam'la ilgili tartışmaları, yayınları nasıl etkilediği veya bu darbelerin dönemin İslamcı olarak bilinen dergilerinde nasıl ele alındığı üzerinde pek durulmaz. Sanırım bunun birbiri ile alakalı iki nedeni var: İlki bu yıllarda Türkiye'de bugün İslamcı olarak adlandırdığımız farklı bir özneleşme sürecinin henüz oluşmamış olmasıdır. Bu oluşum henüz tam olarak vücut bulmadığı için, dönemin dergileri bu dönemleri ya tümüyle onaylamış yani bir bakıma darbecileri bazı noktalarda desteklemiş ya da suskunlukla karşılamıştır. Bugün "sağcılık" olarak andığımız bu durum/tavır özellikle 27 Mayıs darbesi söz konusu olduğunda daha da belirgindir.
Bu girişi şunun için yaptım. Derin Tarih dergisi ikinci sayısında 27 Mayıs 1960 darbesine odaklanan bir dosya konusu hazırlamış. Dosyada darbeciliğin bütün hallerinin kovuşturmaya uğradığı bugünün bilinci daha baskın. Elbette farklı bir değerlendirme yapmak isteyen yazılar da var dergide. Mesela Nezih Uzel muhtemelen son yazısı olarak kayıtlara geçecek olan yazısında Yassıada'nın gaddar kumandanı Tarık Güryay hakkında hatıralarla dokuduğu bir yazı kaleme almış. Dosyada yer alan yazılardan biri İsmail Kara'nın "27 Mayıs Darbesi'nin Dini Var mı?" başlıklı yazısı. Kara'nın bu yazısı her şeyden evvel bazı söyleşilerinde dile getirdiği analizlerinin biraz daha derli toplu ve belgeli hâli olarak da okunabilir.
YARILMA VE FARKLI TAVIRLAR
İsmail Kara, darbecilerin İslam'a yaklaşım biçimlerinin oldukça karmaşık ve çelişkili olduğunu belirtiyor. Yapmış olduğu bu tespiti 27 Mayıs Darbesinin Milli Birlik Komitesi üyesi Albay Alparslan Türkeş'in 17 Temmuz 1960 tarihli Cumhuriyet gazetesine verdiği söyleşi üzerinden örneklendiriyor. Türkeş, bahsi geçen bu söyleşide, Atatürk inkılâplarının zihniyet planında gerilediğini belirtiyor. Din, kıyafet ve zihniyet planında yaşanan gerilemeyi Anadolu'da yaygınlaşan çarşaf üzerinden anlatırken "çarşafın bütün yurdu kapkara bir yangın gibi" sardığını özellikle vurguluyor. İnkılaplar konusunda yaşanan gerilemenin bir boyutunun ezanın Türkçe okutulması zorunluluğunun kaldırılması olduğunu belirten Türkeş, ezanın Türkçe okunması başta olmak üzere Türkçe ibadet meselesinin tekrar gündeme geleceğinin işaretlerini veriyor.
Kemalistliğin açık göstergesi olan bu taleplerin Türkiye'de İslam tartışmalarını tekrar gündeme getirdiğini ve yarılmaya sebep olduğunu belirten Kara, şu yorumları yapıyor: " Yalnız askerî darbe çok partili hayata geçiş döneminde kısmen sağalan, büyük ölçüde kabuk bağlayan bir yarayı fütursuzca açıyor, din üzerinden yarılmayı derinleştiriyor. Türk aydınlarının ve üniversite mensuplarının, hususen din üzerinden kesin çizgilerle ortadan ikiye ayrılması da bu tarihten sonradır. 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat sonrasında da bu söylem askerler, bürokrasi, basın ve bazı ilahiyatçılar üzerinden aşağı yukarı aynı şekilde yeniden inşa edilecek yahut canlandırılarak tedavüle sokulacaktır. Elbette yarılma da artacaktır." Fakat din üzerinden ayrılma/yarılma meselesi sadece İslamcı çevrelerin sağcılardan farklılaşarak din temelli fark siyasetini ortaya koymalarından değil, aynı zamanda altmış sonrasında toplumsal ve siyasal olarak sol akımlar üzerinden güçlenen ve esas meyvesini de yetmişli yıllarda veren sekülerleşme süreciyle de yakından alakalıdır.
27 Mayıs darbesini gerçekleştiren koalisyon Türkeş'in söyleşisinden birkaç gün sonra 25 Temmuz 1960'da Resmi Gazete'de yayınladığı 35 numaralı tebliğde şu vurgular yer alır: "Vicdan hürriyetinin hazinesi olan mukaddes dinimizin, irticai ve siyasi cereyanlara âlet edilmeden saf ve lekesiz kalması, Milli Birlik Komitesi'nin en büyük emelidir.
Vatandaşlarımızın din hakkındaki inanış ve ibadetlerine "Ne kanun ve ne de zor kuvveti ile ' müdahale edilemez.
Bu maksatla şunu kesin olarak belirtmek isteriz ki, bazı teşekkül ve şahıslar tarafından yapılan, ezan ve Kur'an'ı Kerim'in Türkçe okutulması mecburiyeti gibi, vatandaşlarımızın zihinlerinde yanlış kanaatler uyandıracak istidatdaki beyan, tefsir ve propagandalar, hiçbir surette Milli Birlik Komitesi'nin fikirlerini ifade edemez" MBK'nın bildirisi bu konudaki tartışmaları tümüyle sonlandırmaya yetmemiş, uzun süre devam etmiştir bu tartışma. Fakat siyaseten tercih edilen yaklaşım bütünüyle ortaya konulduğundan bu istikametten geri dönüş olmamıştır.
27 MAYIS, İSLAMCI ÇEVRELER VE DARBELER
Milli Birlik Komitesi'nin Türkeş'in söyleşisinde öne çıkan Kemalist taleplere karşı yayımladığı bu cevap dönemin İslamcı çevreleri tarafından olumlu karşılanmıştır. Eşref Edip, Sebilürreşad dergisinde konu hakkındaki düşüncelerini açıklayan iki sayfalık bir yazı yazmış ve derginin kapağına Cemal Gürsel'in asker kıyafetli büyük bir fotoğrafını taşımıştır. Aynı tebliğden İslam mecmuasında da övgüye söz edildiği hatırlandığında dönemin zihin dünyası ve bazı tavırlar daha iyi anlaşılacaktır. İslam mecmuasında bu tebliğ "Türk milletinin ruhunu bâd-ı sabâ gibi okşayan ve tarihe hazine değerinde bir vesika olarak intikal eden" bir tebliğ olarak anılır.
Cumhuriyetçi modernleşme sürecine karşı olmayan, CHP'nin temsil ettiği Batılılaşma tarzını bu paradigma içinde kalarak eleştiren DP'li yıllarda da İslamcı çevrelerin talepleri bütün olarak gerçekleşmemiştir. Zaten bu yıllarda polemik ağırlıklı bir İslamcı dil söz konusudur. Tek parti döneminde bastırılan ilmihal Müslümanlığının yaşanmasına dönük bir mücadele yürütülmektedir. Said Nursi, Necip Fazıl, Eşref Edip gibi isimlerin bu yıllarda ifade ettikleri ideolojik yönü olan yazılarının toplumsallaşması da pek yaygın değildir. Özellikle Malatya suikastı sonrasında başta Büyük Doğu, Büyük Cihat, Sebilürreşad olmak üzere pek çok yayının baskı altına alındığı dikkate alınırsa dönemin yayın organlarının ve öne çıkan isimlerinin farklı dönemlerde farklılaşan "ehven-i şer" olarak görülebilecek yaklaşımları gündeme getirmelerinde şaşılacak bir durum olamaz sanırım.
Bu çerçevede Eşref Edip'in, "Resmi Tebliğ: Dine Hiçbir Surette Müdahale Edilmez" başlıklı yazısında bir yanıyla 1960'lı yılların devletçi İslamcı yaklaşımını bir yanıyla tek partili yılların geri gelmesinden duyulan endişe hâlinin yansıması görülür. Şunları ifade eder Eşref Edip: "Milli birliğe, millî vahdete hürmet etmek, bugün her zamandan ziyade millî ve vatanî bir vazifedir. Fikirleri teşettüte uğratacak, gönülleri rencide edecek, iman ve itikatları sarsacak her türlü ayrımcı tefrika ve nifaka sürükleyici hareketlerden sakınmak, millet ve devletimizi selâmet ve saadete isâl etmek için bütün gayret ve samimiyetleriyle çalışan fedakâr Milli Birlik Komitesi ve hükümeti etrafında ona tam bir itimat ve rabt-ı kalb etmek, onun gösterdiği hak ve fazilet yolunda yürümek her Müslüman Türk için dinî, vatanî bir borçtur. Dine, dinin icaplarına herhangi bir müdahale vukuu endişesine mahal olmadığına işte Milli Birlik Komitesi'nin bu tebliği gayet açık bir resmi teminattır. Buna can u gönülden teşekkür ederek müsterih ve mutmain olmak icap eder".
Bu yaklaşımın, bir yanıyla tek parti devrinden itibaren uygulanan ceberut politikalara karşı bir imkan olarak görülen serbestlik ortamına geçilinceye kadar sabır, tahammül ve temkini öne çıkararak uygun zaman ve zemini kollamakla ilgili olduğunu belirten Kara, esasında bu yaklaşımın kriz ve şiddet zamanlarında sürekli olarak gündeme geldiğini ve varlığını koruduğunu sonraki yıllarda meydana gelen bazı tavırları da hatırlatarak bitirir yazısını: "Sebilürreşad'ın benzerleri çok olan bu tavrı yahut 27 Mayısçılarla münasebetleri iyi olan Erbakan'ın 60'lı yıllar biterken "önce ahlak ve maneviyat" sloganıyla yola çıkan bir siyasi hareketin öncülüğünü yapması, Necip Fazıl'ın Rapor 13'te 12 Eylül darbesini methiyeler düzerek karşılaması... Türkiye'deki İslâm meselesine, dinî düşünce ve hareketlere nasıl, ne yolda, hangi istikamette etkide bulunmuştur?
Kişileri kaldırın, yerine 12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerine zımnen destek veren cemaat ve tarikat yapılarını veya muhafazakârların idaresindeki dernek ve vakıfları koyun soru ağırlığından hiçbir şey kaybetmeyecektir." Burada şunu da belirtmemiz lazımdır: 1960 darbesine giden süreçte İslamcı dergiler içinde Büyük Doğu'nun ağırlığı diğerlerine nazaran daha fazla olduğu için İslamcıların 27 Mayıs darbesi hakkındaki kanaatleri Büyük Doğu dışarıda bırakılarak ele alınamaz. Büyük Doğu, Ekim 1959 ile 30 Eylül 1964 tarihleri arasında yayımlanmamış olsa da bu böyledir.
İslamcıların bu darbe karşısındaki tavırları değerlendirilirken Necip Fazıl'ın "gece baskını" olarak andığı 27 Mayıs odaklı bütün yazılarında gördüğümüz karşı koyma hali mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Hesaplaşma'da olsun başka kitaplarına dahil olan yazılarında olsun, 27 Mayıs'ı daima "Halk Partisi devrinde, insanların ruhlarına üşüşen, memnuniyetsizliğin, kötülüğün bir intikamı olarak" gören Necip Fazıl'ın pısırık olmayan bu atılgan tavrı önemli bir farklılıktır. Bu yönüyle onun tavrı Eşref Edib'le veya dönemin başka isimleriyle mukayese edilebilir nitelikte değildir.
Dindar ve İslamcı çevrelerin darbelerle istisnai olmayan problemli ilişkisini ağırlıklı olarak "temsil gücü" yüksek olan Sebilürreşad üzerinden okuyan İsmail Kara'nın konu hakkında yazmış olduklarının izini başka dergiler üzerinden de sürmek mümkündür. Bu darbe bir yönüyle dönemin İslamcılarını "hallaç pamuğu" gibi savurmuştur. Necip Fazıl'ın 27 Mayıs'a karşı olan tavrı bu dergilerin hiç birinde görülmez.
Askeri darbe dönemlerinde gündeme gelen konulardan biri de Tevhidi Tedrisat Kanunudur. Bu kanun daha çok İmam Hatip Okulları bağlamında bir tür kanuni silah olarak kullanılır ve basında çeşitli tartışmalar gündeme gelir. İki tip terbiye olmaz, iki tip münevver yetiştirilmemeli yaklaşımı 27 Mayıs darbesinde gündeme gelen konulardan biri olmuştur. Milli Birlik Komitesi üyelerinden bir kısmı 27 Mayısın hemen akabinde gündeme gelen İmam Hatip Okullarının kapatılması konusunu yerinde tetkik ve tahkik etmek amacıyla İstanbul İmam Hatip Okuluna gitmiştir. Okulda hocalarla görüşen, ders dinleyen komite üyelerinin bu ziyareti sonrasında İmam Hatip Okullarının kapatılması meselesi 27 Mayısçıların gündeminden çıkmıştır.
Yine aynı şekilde Yüksek İslam Enstitüsü konusu da gündeme gelmiştir. Bu konuda da basında tartışmalar yaşanmış fakat enstitü kapatılmamıştır. Mesele Kemaleddin Şenocak tarafından çıkarılan İslâm mecmuasının Kasım 1960 tarihli 38. sayısında şu şekilde işlenmiştir: " Biz MBK'nın güvendiği millerle övünüyor; Milletin güvendiği MBK'ye inanıyoruz.Asker sözünün eridir.Asker için söz bir allah birdir Asker verdiği sözde icabında canı pahasına da olsa durur. Zira giydikleri elbise ve omuzlarında taşıdıkları mukaddes vazife bunu emreder. Hususen asaletini kandan cesaretini imandan alan Türk Askeri olursa durum başkadır. Onlar için verilen söz sözdür, daha başkası düşünülemez. Riyakârlıkla dalkavuklukla alış verişleri yoktur." (Zekeriya Kitapçı, "Yüksek İslâm Enstitüsü açıldı, İslam, IV/38/2, Kasım 1960, s.63)
İSLAMCILIKTAKİ LİBERAL BAKİYENİN KÖKLERİ
İslam mecmuasında olsun diğer dergilerde olsun din ve vicdan hürriyeti üzerinden yapılan yorumların ağırlıklı olarak Ali Fuat Başgil'in Din ve Laiklik kitabındaki yaklaşımları doğrultusunda yapılmış olması da İslamcı çevrelerdeki liberal bakiyenin temellerini kavramak bakımından mutlaka dikkate alınması gereken hususlardan biridir. İslam mecmuasında anayasa hazırlık sürecinde yayımlanan "Din Hürriyeti İstiyoruz" başlıklı bildiri bu yönüyle büyük oranda hâlâ güncel bir metindir. Sekiz maddeden oluşan bildiride şu hususlar yer alıyor: Din hak ve hürriyetlerinin garp demokrasilerindeki gibi anayasaya konulacak açık maddelerle teminat altına alınması, Diyanetin özerkliğinin sağlanması, dini eğitim kurumlarının Diyanete bağlanması, İmam Hatiplerin meslek okulu olma hüviyetinin güçlendirilmesi, radyoda dini yayınlara daha çok yer verilmesi, dini şiarlara karşı işlenen suçların cezalandırılması. Mesela şu cümle sanki birkaç gün önce yazılmış gibidir:
"Devletin dine tahakkümü, dinî teşkilâtı vesayet altına alması kat'i surette önlenmelidir."( İslam, cilt. III, sayı:9, Haziran 1960, s.291) Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki'nin 1950 tarihli raporu da dergi sayfalarında kısa bir sunuşla yayımlanmıştır.
Şu satırlarda yer alan tarih ve isimleri çıkardığımızda bugünden pek farklı bir beklenti yok gibidir: "27 Mayıs inkılâbımızın ruhu Yurdumuzda bir hukuk devletinin temelini kurmaktır. Bu yüce hedef daha ilk günden MBK tarafından ilim heyetine Batı örneği bir Anayasa hazırlama vazifesi verilmekle sabit olmuştur. İnsan haklarını objektif ölçülere ve hukuk kaidelerine göre teminat altına almak şerefi Kurucu Meclis üyelerine düşmektedir. Böyle bir bahtiyarlığa erenlere ne mutlu"
27 Mayıs sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığına getirilen isimler in hal tercümeleri de dergilerde yer almıştır. Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Ömer Nasuhi Bilmen, Hasan Hüsnü Erdem hakkında bilgiler İslam ve Hilal dergilerinde yer almıştır. Özellikle Hilâl dergisi Eyüp Sabri Hayırlıoğlu'nun Türkçe Kuranla ibadet edilemeyeceği hususundaki cesareti takdir ve övgülerle anılmıştır: Nereden geldiği belli olmayan ve Türkün mukaddes kitabına ve ibadetine tevcih edilmiş bulunan fitne ve tezvir kasırgası içinde Hayırlıoğlu dimdik ayakta kalmış, metanet ve vakarından zerre kadar bir şey kaybetmemiş ve Türk milletinin mukaddesat üzerinde titreyen kalbinin hissiyatına tercüman olmuş, makamının hakkını yerine getirmiş, Haktan kuvvet ve milletten cesaret, tarih ve ilimden metanet alarak zavallı din fukarası cahil cesurlara lâyık oldukları cevapları vermiştir." Hayırlıoğlu yanında Ömer Nasuhi Bilmen de övgüyle anılır: " (...) bu makamın Türkiyenin ve belki de bütün İslâm Âleminin en büyük değerlerinden bulunan Ömer Nasuhi efendi hazretleriile doldurulması da diyanet ve manevi hayatımızda çok feyizli ve daha ileri bir olgunluk ve dolgunluğa erişeceğimizin müjdesini teşkil etmektedir"( Mehmet Süleyman Teymuroğlu "Diyanet İşleri Reisinin Değişmesi Üzerine Bir Sohbet, Hilâl, yıl: 2, cilt:II, sayı: 15, Temmuz 1960) Hilâl dergisinde İslam ve Sebilürreşad dergilerinde görüldüğü gibi MBK hakkında açıktan övgü cümleleri kurulmaması dikkat çekmektedir. Dergi 15. Sayısından sonra yayınına ara vermiş 16. sayısını Ocak 1961!de yayımlamıştır.
Derginin bu sayısında İmam Hatip Mektepleri Mezunları tarafından Milli Birlik Komitesine sunulan raporun giriş kısmında yer alan ifadeler MBK hakkındaki değerlendirmeleri de yansıtması bakımından dikkat çekicidir: "27 Mayıs inkılâbından sonra milletimizin her müessesinde olduğu gibi, dinle ilgili müesseselerde ve bu arada Türkiye'de din problemlerinin hepsi ile uzaktan veya yakından ilgili bulunan dinî eğitim teşkilâtlarında da pek mühim yenileşme ve inkişaf hamleleri olacaktır. Aziz milletimizin bu konudaki hassasiyetine T.M.B.K.'nin en güzel cevabı vermekte gecikmiyeceğine inanıyoruz. Her haklı dâvaya ve inanmış insanların ideallerine büyük bir hassasiyet gösteren T.M.B.K.'nin sayın üyelerine bu raporumuzu takdim ediyoruz."
İmam Hatip okullarının adlarının İlahiyat Lisesi olarak değiştirilmesi gerektiğini belirten rapor İmam Hatipler hakkında bugün de konuşulan pek çok meseleyi gündeme getirmekte ve şöyle sonlanmaktadır: "Her işinde aklın ve mantığın süzgecini kullanan fiiliyatında plân ve program hâkim olan Milli Birlik Komitesinin bizi haklı bulup ızdıraplarımıza en kısa zamanda son vereceğine inanıyoruz." Raporun arka sayfasında Mustafa Kemal'in Balıkesir'de okuduğu hutbenin yer almış olması altmışlı yıllar İslamcılığının zihin dünyasının pek çok noktada araçsal, devletçi ve milliyetçi bir bakışının olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle hem Meşrutiyet devri İslamcılığından hem de yetmiş sonrası İslamcılıktan oldukça farklıdır bu yılların İslamcılığı. Nihai olarak ara dönem İslamcılığı denilebilir bu devirde ortaya çıkan söyleme.
Müslüman dünyada ve Türkiye'de askeri darbelerle her türden dini hareketlerin canlanışı ve yükselişi arasında doğrudan bir bağlantı gören Kara, darbelerin uluslar arası programlara ve taleplere uygun bir biçimde dini düşünce ve hareketlerin bazılarını biçimsizleştirerek aşağıya çektiğini bazılarını da kontrollü bir biçimde içini boşlatarak yükselttiğini ifade ediyor. Fakat bu tespitin, altmışlı ve yetmişli yıllar için ne kadar açıklayıcı olduğu sorusu mutlaka sorulmalıdır. Çünkü daha henüz özneleşme süreci yeni yeni belirginleşir İslamcı çevrelerin. Bir taraftan Anadolu'da artan iç göç, eğitim imkânlarının genişlemesi bir yandan da tercüme eserlerin yaygınlaşmasıyla İslamcı olarak adlandırabileceğimiz öbekler oluşmaya başlamıştır. Kara'nın, biçimsizleştirme, yükseltme olarak andığı durumun en somut örneği Nurculuktur. Ki bunu başka isimler, Kara'nın yaptığı gibi ima ile değil açık olarak zikreder.
Bu konuda İslamcılık üzerine doksanlı yıllarda yayımlanan kitaplara ve dergilere bakılabilir.
Karmaşık olan bu süreçlerde kimin takdir kimin tekdir gördüğü sorusunun her zaman için geçerli açık bir cevabının olmadığını belirterek şunları ekliyor Kara: " Ayrıca bir askeri dönemin katı, radikal, muhalif, mağdur dinî grupları ve kişileri bir sonraki askerî dönemin ılımlıları, muktedirleri ve muvafıkları da olabilirler, oluyorlar. Zaten siyasî merkezler için birinci sırada önemli olan dinî düşünce ve hareketlerin (her türlü hareketin) şeriatçı- radikal veya seküler-ılımlı-liberal olup olmaması değil, konjonktürel olarak uygunluk ve kullanışlılık derecesidir."
Tabii önemli tespitleri içinde barındıran bu yaklaşımdan yola çıkıldığında İslami hareketlerin hemen hepsinden şüphe etmek gibi bir tutumun gelişmesi kaçınılmaz olur ki, bu da çok hakkaniyetli bir değerlendirme olmaz kanaatimce. Son olarak şu tavsiye ile bitirelim yazıyı: Altmışlı yılları anlatan hatıralar ve söyleşiler karşılaştırılmalı olarak okunduğunda zihinsel süreklilikler kadar kopuşlar da anlaşılır.
Şimdi esas soru şu olmalıdır: Bugünkü İslamcılığın "ilmihal Müslümanlığı" veya "özel hayat dindarlığı" dışında bir talebi var mı? Varsa bunu çekinmeden dile getirebiliyor mu?
Asım Öz/ Kültür Servisi
SON VİDEO HABER
Haber Ara