Dolar

34,8750

Euro

36,7040

Altın

3.037,15

Bist

10.132,32

Ateşin Düştüğü Yer: vicdan

İsmail Güneş’in yönetmenliğini yaptığı “Ateşin Düştüğü Yer” filmini Süleyman Ceran değerlendirdi.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-18 06:53:22

Ateşin Düştüğü Yer: vicdan
Süleyman Ceran'ın değerlendirmesi ;

Üçüncü sayfanın vazgeçilmez haberlerindendir “töre cinayetleri”. Nedenini, niçinini anlamak için daha fazla zaman ayırıp kafa yormamız gereken bir dönemde yaşıyoruz. Geçen her yıl daha da büyüyen kangren değil töre cinayetleri, bir kanser. Kesip atmakla kurtulamayacağımız ama bir şekilde yüzleşip iyileştirmemiz gereken hastalıklı yanımız. Bu sosyolojik vakıayı öteden beri dinle arasına mesafe koymamış nadir yönetmenlerden olan İsmail Güneş “Ateşin Düştüğü Yer” adlı filmiyle anlatmaya/anlamaya çalıştı. Havaya atılan bir işaret fişeğinin kısa süreli aydınlığında gerçeği aralamaya çalışan insanlar gibi bu film üzerinden “töre cinayetleri”ni anlamaya çalışıyoruz.

Elazığ’dan Fethiye’ye göçmüş bir aile. Baba Osman (Hakan Karahan) badana yapıyor, her yer ak pak. Anne Hatice (Yeşim Ceren Bozoğlu) çamaşırları yuğmuş da kızı Ayşe’nin (Elifcan Ongurlar) sermesini istiyor. Evdeki çocukların hepsi kız. Baba, halinden şikâyetçi değil, düşkün kızlarına, geldiği coğrafyanın reflekslerine rağmen sevgisini göstermekten geri kalmıyor. Evin kapıları, mavi; masmavi. Mecid Mecidi’nin “Serçelerin Şarkısı” (Avaze Gonjeshk-ha) filmine damgasını vuran Kerim’in sırtında taşıdığı ve dünyevi yükleri sembolize eden “mavi kapı” yerine konmuş burada. Oturaklı ve bilgece duruyor renkler.

Ayşe, bahçede kardeşini sallarken birden oracıkta düşüveriyor. Güçbelâ hastaneye yetiştiriyorlar ama kalbinde ciddi bir sorun olduğu anlaşılıyor kızın. İlk kırılma bu. Baba neye malolursa olsun kızını tedavi ettirmek istiyor. Hastanede bekleşildiği günün ertesinde yeni bir şey daha ortaya çıkıyor; kız hamile. İkinci kırılma yaşanıyor. Bir önceki gün kızını kurtarabilmek için arsasını satmayı düşünen baba şimdi ise türlü türlü öldürme yolları tasarlıyor.

Aile konseyinin kararıyla infazı onaylanan Ayşe, babası ile dayısına götürülmek üzere yola çıkarılıyor. Kız dayısına gönderildiğini düşünürken asıl yolculuğun ölüme yapılacağını aklına getirmiyor hiç. Ayşe, babasının suyuna katacağı zehirle öldürülecek ve yol kenarına gömülecektir. Kazma ve kürek, bagajdaki yerini alır. İlkbaharın yaşandığı bir yerden hâlâ kışın hüküm sürdüğü başka bir yere doğru gelişen yolculuk babayı derinden etkileyecek, eve düşen ateş sonra da kor olup vicdana düşecektir.

BEYAZ GÜVERCİN VE SAFLIK

Film baştan sona sembollerle oluşturulmuş adeta. Yönetmen İsmail Güneş, kanaviçe işler gibi olay örgüsünü tek tek örmüş. Buna karşın, meşru olmayan bir ilişkinin gönüllü tarafı olan Ayşe’ye ısrarla masumiyet zırhı giydirmeye çalışılmış. Oysaki o, haram işlemiş, tövbe etmesi gereken bir insan. Gönlünü kaptırdığı Deniz’e iffetini de sunan Ayşe’nin Allah’ın yasakladığı bir yola girdiği görülmemiş filmde. Ayşe’nin nezdinde yaşanan bu travmatik hata, modern zamanların en büyük sorunlarından biri olacak gibi görünüyor. Böylesine bir haramı işleyen kişiye, tövbe yolunu hatırlatmak/tavsiye etmek, “emr-i bil maruf” mekanizmasını çalıştırmak gerekiyor. Tabi önce kişinin durumunun farkında olması lazım. Oysa ki Ayşe, yüzündeki saf ifade ile hedef saptırıyor. Yönetmen de kızı takip eden beyaz güvercin ve beyaz elbise sembolleri ile Ayşe’nin saflığına atıfta bulunuyor. İşlenen haram havada kalıyor böylece. Ortada yaşanan bir tecavüz sonucu hamile kalma değil, gönül ilişkisi ile ortak olunan bir yasak. Birlikte olduğu kişinin adını söylemeyen Ayşe, babasına ısrarla karnındaki bebekle ilgili cümleler kurarak sabrını zorluyor ve kendi hinterlandının meşruluğunu izleyiciye adeta dayatıyor. Pişmanlığın en ufak belirtisi olmayan Ayşe ile olan ilişkide taviz veren yalnızca baba oluyor. Baba ile beraber izleyicinin de beklediği şey yalnızca pişmanlık, onun da esamesi okunmuyor.

TÖVBE KAPISINI KAPATIP ÖLÜM KAPISINI AÇMAK

“Töre cinayeti” olarak oldukça doğru biçimde ifade edilen fiil, insanı iki farklı yöne savurabilmekte. Böyle bir günahı işleyen kişinin öldürülmesi gerektiğini söyleyen, kaynağını Kur’an’dan değil geleneksel inanıştan alan ve törelerle uygulaması ortaya çıkan bir form beliriyor. Diğer bir yaklaşım ise; geleneksel anlayışı “namus düşkünlüğü” yapmakla eleştirerek çağdaş bir duruş sergileyip anormal bir durum olmadığı düşüncesi oluşturarak ailenin, toplumsal ahlakın dibine dinamit yerleştiriyor.

Türkiye’nin tüm bölgelerinde gerçekleşen töre cinayetlerinde İstanbul birinci sırada, bakmayın bazı bölgelerin adı çıktığına. Son beş yılda da binin üzerinde bayan hayatını kaybetmiş; korkunç bir rakam. Bin ailenin evine ateş düştü, acı büyüdükçe büyüdü; kimse gün yüzü görmedi.

İşlenen fiilin bir günah olduğu, bu durumun sonucunun Kur’an’da hiçbir şekilde ölümle neticelendirilmediğini ve bu hatayı işleyen insanları tövbe kapısına yönlendirmenin bir erdem olduğu hep atlanıyor. Toplumsal ifsada zemin hazırlayacak bu girişimlerin önü şefkat ve merhametle kesilmeli, ölümcül sonuçlar zinhar akla getirilmemeli. Bu süreci tetikleyecek zarif bir yapım “Ateşin Düştüğü Yer”.

TÖVBE KAPISINI KAPATIP AHLAKSIZLIK KAPISINI AÇMAK

Türkiye’de 100 bin civarında kadın geçimini fuhuştan sağlıyor. Bu devasa çarkı yöneten mafya ve çetevari organizasyonlar da hesap edildiğinde insan ticaretinin boyutları daha fazla anlaşılabilir. Televizyonlarda yayınlanan hiçbir dizide sağlıklı aile formu kullanılmıyor. Gayrı meşruluk normalleştiriliyor, flört ilkokul çağına kadar indiriliyor. Türkiye’nin en popüler mizahçılarından biri karnı burnunda bir bayanla evlenirken yüzü dahi kızarmıyor, izleyenler hamile kaldıktan sonra evlenmenin normal bir durum olduğunu dizilerde yıllardır görüyor çünkü. Hayatında ilk kez ciddi bir yasak ihlali yapan gençlere tövbe kapısı gösterilmek yerine bazı bölgelerde teşvik ediliyor. “Milli olmamak” cümlesi ile Müslüman gençler alenen tahkir ediyor ve haram olan bir eylem popülerlik kazanıyor.

BABANIN DA TAŞIDIĞI KALPTİR, MEŞE PALAMUDU DEĞİL!

Rızık derdinden Cumaları ihmal eden, karısını döven düz bir adam Osman. Çoluğuna çocuğuna düşkün. Allah’tan korkuyor ama başkalarının ne diyeceği onu daha fazla tedirgin ediyor. Çocuğuna zehirli suyu hazırlarken vicdanı da kanıyor ama elden ne gelir. Baba, açılmak bilmeyen bagajı zorlarken parmağını yaralıyor. Ayşe, peçete varken yırttığı tülbendin parçasıyla sarıyor babasının elini, kendinden bir şeyler katıyor babasına; sevgisi ve şefkatini gösteriyor. Osman, Ayşe’ye bol bol “sağol kızım” diyor ya, her bir cümle frekans olup izleyicinin vicdanına düşüyor. Yol boyu iklim değişiyor, araba sık sık arıza veriyor; afaki ayetlerde meydana gelen değişim babada da gerçekleşiyor ve “Ben utanmaya razıyım” diyecek noktaya geliyor. Hatta Osman bir ara kızına, “benim doğacak oğlanla senin oğlan kardeş kardeş büyür” diyecek oluyor. Çocuğuna şefkatini, sevgisi göstermeyen doğulu babanın kalp yerine meşe palamudu taşıdığı düşünülüyor nedense. Sevgisi ve merhameti toplumsal baskıya, geleneksel inanışlara baskın gelemese de baba, babadır. Kaybettiği çocuğu için üzüntüsünü gösteremez ama saçlarını birden ağartır, dişlerini patır patır döker ve yüzü katmerleşen acıların kırışıklarıyla dolar; bu yüz doğunun yüzü değil midir aynı zamanda.

Töre cinayetleri gibi kapsamlı bir soruna parmak basarak dikkat çekiyor İsmail Güneş. Karlar içinde kızını kucağında taşıyan Osman gibi bu büyük mesele de hepimizin kucağında kurtarılmayı bekliyor. “Ateşin Düştüğü Yer” de böylesine bir yaranın üzerine tütün basarak anlamlı bir çabanın içine giriyor. Haksoz Haber

İsmail Güneş Ropörtajını okumak için tıklayın : Benim seyirciye ihtiyacım var, seyirci dileniyorum

Haber Ara