Dolar

34,8925

Euro

36,6173

Altın

3.009,90

Bist

10.058,63

Sabiha Ünlü ile 'Bizim Toprağın Dili'ne dair

Bizim Toprağın Dili ile Türkiye’nin belki de Ortadoğu’nun en büyük ve çetrefilli meselesini işlemişsiniz. Kitaba bakılırsa bu sorunu çok yakından tanıyorsunuz…

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-16 09:45:20

Sabiha Ünlü ile 'Bizim Toprağın Dili'ne dair


Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?


Aslen Ilgaz’(Çankırı)lıyım.

Fakat, çocukluğum ve sonrası İstanbul’da geçti.

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü mezunuyum. Okul bitince, İstanbul’da bir hastanede, biyolog olarak göreve başladım. Başörtülü çalıştığım için, 12 Eylül Cuntası tarafından sorgulandım. Örtümü açmayı düşünmediğim, Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlılığı ifade eden ‘‘Memur Yeminini’’ etmediğim için, devlete karşı suç işlemiş sayıldım ve memuriyetten uzaklaştırıldım.

Yazı çalışmalarıma, sosyal faaliyetlere ve araştırmalarıma bu dönemde hız verdim.

İmam Hatip’te ve çeşitli özel kurslarda öğretmenlik yaptım.

Mektup Dergisi ile Selâm Gazetesi’nde sürekli yazdım. Diğer dergi ve gazetelerde de zaman zaman yazılarım ve röportajlarım yayınlandı. Bu arada, hanımlara yönelik sosyal etkinliklerde sahnelenmek üzere güncel tiyatro metinleri de hazırladım. Batıl itikatlarla ilgili Dilek Taşları isimli kitabımı gene bu dönemde kaleme aldım.

Başta Mazlum Der olmak üzere çeşitli STK (Sivil Toplum Kurum)larında uzun yıllar idari görevlerde gönüllü olarak çalıştım.

İnsanı ilgilendiren her konu, özellikle de hak ihlalleri konusu, her zaman temel ilgi alanımı oluşturdu. Bu sebeple uzun süredir dikkatimi, ihlallerin yoğun yaşandığı Türkiye Kürdistan’ına yöneltmiş bulunuyorum.

Bundan önce Yüksekova’(Hakkâri)daydım.

Şu an Amed-Diyarbakır’dayım.



Kitap gibi kalıcı bir miras ve her zaman faydanılacak bir eser bırakmak nasıl bir duygu?

Bir konu hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi bir kitap halinde toplamış olmak ve bunu konuya ilgi duyan şahıslarla paylaşmak, büyük bir rahatlama oluşturuyor insanda. Hele de kitabın yazımı ve yayınlanması uzun zaman almışsa. İnşallah hayırlara vesile olur diyorum.

Bizim Toprağın Dili ile Türkiye’nin belki de Ortadoğu’nun en büyük ve çetrefilli meselesini işlemişsiniz. Kitaba bakılırsa bu sorunu çok yakından tanıyorsunuz…

Kürtlerle ilgili mesele, sizin de ifade ettiğiniz gibi, çok büyük çok çetrefilli bir mesele. Daha doğrusu, birçok kirli elin karıştığı, bilerek ve isteyerek karıştırılıp çetrefilli hale getirilen bir mesele.

Eğer, huzur ve güven ortamı istiyorsak ve de yaptıklarımızdan – yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan hesaba çekileceğimize inanıyorsak bu hayati sorunu yakından tanımak, anlamak sonra da üzerimize düşeni yapmak zorundayız.

Sizin iltifatınız doğrultusunda şunu ifade edeyim. Eğer Kürt Meselesini yakından tanımada, küçük de olsa bir mesafe kat edebilmişsem, bunu Kürt kardeşlerimin samimiyetine, dostluğuna ve sabrına borçluyum.



Kitabınızda bahsettiğiniz olaylar gerçek hayattan mı alınma?

Evet, kitaptaki tüm olaylar gerçek hayattan. Ama hayatın, bu konudaki tüm acı gerçeklerine değinebilmiş değilim. Kürdistan’da yaşanan öyle olaylar var ki, dinlerken bile irkiliyor, bunu ifade ederken inandırıcı olamam kaygısı taşıyorsunuz. Zira; ülkenin batısında yaşayanların, yani bu konuda ciddi altyapısı olmayanların bu olayı kavramasının imkansız olduğunu biliyorsunuz. Gene batıda Kürt meselesine yaklaşımda öyle ilkel, öyle incitici, öyle cahilce söylem ve tavırlara şahit oluyorsunuz ki utancınızdan bunları dile getirmeye diliniz varmıyor. Kürtler duymasın istiyor ve erteliyorsunuz. Oysa Kürtler, maalesef çok daha seviyesiz muamelelerle defalarca karşılaşmış bulunuyorlar.

Kitapta konuları işlerken bu durumu göz önüne aldım. Meseleyi, bu kadarı da olurdu- olmazdı, denirdi-denmezdi önyargılarıyla boğmak, özünden uzaklaştırmak istemedim. İlk etapta, umumun yakından bildiği, itiraza yer bırakmayan en yaygın örneklerden yola çıkmayı tercih ettim. Biliyorum bu konuda da gene Kürt kardeşlerime haksızlık ettim. Onların, kitaptaki örnekleri kastederek; “Bizim yaşadıklarımızın yanında bunların sözü mü olur?” dediklerini duyar gibi oluyorum. Çok haklılar. Onların anlayışına sığınıyorum. Şu bir hakikat; Türklerin geneli, Kürt meselesini kavramada, Kürtlerden çok daha gerideler. Gittikçe de açılan bu mesafeyi daha aza indirebilmek için konuyu Kürtlerden çok Türklerle konuşmak gerekli diye düşünüyorum. Malumunuz, sadece televizyon ekranından beslenerek, siyasilerin-hükümetin-askerin demeçlerine sorgusuz-sualsiz kilitlenerek bu meseleyi doğru anlama ve konuya adil yaklaşma imkânı yok. Fakat batıda da bu kesime nazaran sayıları az da olsa, zihinsel kirlenmişlikten arınmış ya da arınmak isteyen, vicdanını önyargılarına teslim etmeyen, düşünen sorgulayan samimi bir kitle var. Kitap, konuya vakıf Kürtler ve Türklerden ziyade, Kürtlerin ve Türklerin içindeki bu gayretli kitleye öncelik veriyor diyebilirim.



Sizce Türkiye’de çok “Halil” var mı ve onların yaşadığı travma hangi boyutlarda, bu travmanın sonu nereye varacak?

Maalesef, Türkiye’de çok Halil var. Güneydoğu Sendromu-Savaş Sendromu diye isimlendirilen bu travmayı fiilen yaşayan, çare olur ümidi ile doktor doktor, hoca hoca dolaşan çok Halillere rastladım. “Oğlum askere gitmeden önce hiç böyle değildi. Görseniz o merhametli, anlayışlı, hayat dolu çocuk gitti, yerine hırçın, asabi, bizimle tek laf etmeyen, içine kapanık bambaşka bir çocuk geldi’’ diyen ve çaldığı kapıların çare olmadığını söyleyen çok annelere rastladım.

TSK’den, zaman zaman gittikçe artan sendromlu asker sayısına, mevcut askeri hastanelerinin cevap vermekte yetersiz kaldığı ve yenilerinin açılacağı ifade ediliyor. Hadisenin büyüklüğünü izah etmekten uzak tabi bu açıklamalar. Oysa travma; sayısal olarak da, insan yaşamında oluşturduğu tahribat olarak da çok ciddi boyutlarda. Nasıl olmasın ki? Her şeyden önce Devlet tarafından bu savaş, halka yıllarca “savaş” olarak tanıtılmadı. Ülkeyi bölmek isteyen “silahlı üç beş çapulcuyla yapılan düşük yoğunluklu basit bir mücadele” olarak tanıtıldı. Dünyanın sayılı düzenli ordularından biri olan Türk Ordusu’nun yanında, bu üç beş teröristin lafı mı olurdu(?!) Her operasyondan sonra -muzaffer edalar takınılıp- terörün kökü kazınmıştır, teröristin hakkından gelinmiştir duyuruları yapıldı.. İşte, sivil hayatta bu bilgilerle şartlanan asker, savaşa değil, sayılı günleri bitirip, bir an önce, sağ salim dönmeye hazırlıyor kendini. Peygamber Ocağı diye bildiği yerde, işlerin bildiği gibi yürümediğini yakından görmek, olayların iç yüzüne bizzat şahit olmak, askerin dünyasında ister istemez büyük yıkımlara ileri travmalara sebep oluyor.

Bu travmanın sonu nereye mi varacak? Bunu kestirmek zor. Ama bu kirli savaş sürdükçe, ölümler de, travmalar da kaçınılmaz olarak artacak. Savaş bugün dursa bile, yılların tahribatının bir çırpıda tamir edilemeyeceği muhakkak. Yıkmak, tahrip etmek kolay, yıkım ve tahribi onarmak ise büyük emek, büyük sabır ister. Üstelik başarının garantisi de yoktur. Tüm iyi niyetiniz tüm gayretinize rağmen, çok defa, eski haline-ilk haline getiremezsiniz örselediğiniz değerleri. İzleri tamamen silmek mümkün olmaz. Bunca ağır bedele rağmen, gözümüzün önünde, evimizin içinde, hem de onlarca sene, nasıl sürer bu kirli savaş?

Bunun durması için ne yaptınız diye sorulmayacak mı bize, Türk’e de Kürt’e de.

Kitabınızda Hakkari ve kültürünü çok güzel işlemişsiniz, tasvirlerinizi bu şekilde işlemeyi neye borçlusunuz?

Hakkâri, kendine has kültürel-siyasi- coğrafi özellikleri olan bir şehir. Komşuları; İran’a, Irak’a, Kürdistan Federe Yönetimi’ne ve sınırları içinde bulunduğu Türkiye’ye aynı anda bakabilen tek şehir. Tarihi İpek Yolu üzerinde bulunması da bir ayrıcalık. Bunlar her zaman ilgimi çeken, ilk anda görünen özellikleri Hakkâri’nin. Ya insanları derseniz? Onların üzerinde de farklı medeniyetlerle, farklı kültürlerle iç içe-komşu olmanın olumlu etkilerini rahatça görebilirsiniz. Gerçekten Hakkâri ve kültürüne bir miktar vakıf olabilmişsem, bunu Hakkârili dostlarıma borçlu olduğumu itiraf etmeliyim.

Kürtleri “Şafii misin” sorusuyla tanımaya çalışan, Kürt demeye bile çekinen “İslami” çevreleri kitabınızın kahramanları çok kolay ikna ediyorlar ama gerçek hayatta böyle olmuyor, zaman zaman linçle karşı karşıya kalıyor insanlar. Ne olacak bu çevrelerin hali?

Kitaptaki kahramanlar, farklı kanallardan besleniyor olsalar da, İslâmi Çevre’nin hakikate ulaşma gayretinde olan gençleri. Birikimleri aynı düzeyde olmasa da, birbirlerini iyi tanıyan güvenen, birbirlerini tamamlayan samimi arkadaşlar. Diğer konularda durumu kurtarsalar da, konu Kürtler olunca, zihinsel kirlilikler ve şartlanmışlıklar bir refleks olarak ortaya çıkıveriyor. Bu konuyu yeterince olgunlaştırmadıkları ortada. Fakat, öğrenmeye çalışmaları, bilmedikleri konuda ısrarcı olmamaları hakikat karşısında kolay ikna olmalarını sağlıyor.

Mesela kitapta, İslâmi Çevre’den olan Recep Amca’yı ve ekibini ikna mümkün olmuyor. Öğrenci evindekileri-cemaatçileri ikna mümkün olmuyor. Çok haklısınız, gerçek hayatta bu pek de kolay değil. Üstelik, linç etmeye yatkın kesim daha ağırlıkta. Nitekim kitaptaki kahramanların bir kısmı da bir çeşit linç girişimiyle karşı karşıya kalıyorlar.

Bu çevrelerin hali ne mi olacak? Ya inanmış insanlar olarak- daha fazla zaman kaybetmeden, basiretle hareket edilip, adil şahitler olmanın yolları aranacak ya da zulme katkıyla oluşan, fakat ilelebet sür(e)meyecek olan bu karanlık sürecin sabahında hüsranla uyanılacak.



Kitabınızda bu soruna hakkıyla müdahil olan bir cemaatin olmayışı sadece bireysel müslümanların var oluşunu işliyorsunuz. Halkın gerçek kimliği ile örtüşen ve büyük özlemi duyulan böyle muhafazakar, dindar bir Kürt hareketinin olmayışını neye bağlıyorsunuz?

Kürtlerden ve Türklerden oluşan İslâmi bir hareketin yokluğu, gerçekten de büyük eksiklik.

Eğer Türkler; bizim tıkır tıkır yürüyen kurumlarımız da, cemaatlerimiz de, vakıf ve derneklerimiz de, bize destek veren hükümetimiz de, günün mana ve önemine uygun fetvalar sunan saray ulemalarımız da var, tam bir bahar havası yaşıyoruz bize dokunmayın, deyip buna yanaşmıyorlarsa, Kürtler kendi aralarında bunu yapmalılar. Bölgede olan biteni müslümanca yorumlayacak adil seslere ihtiyaç var. Zira ateş, düştüğü yeri de, eğer önlem alınmazsa koskoca bir ülkeyi de yakar. Bugün kıvılcımlar her tarafa sıçramış durumda.

Peki, özlemi duyulan bu hareket neden yok? Yani hem dindar hem de Kürt hareketi. Hem dinine hem etnik kimliğine, diline, örfüne sahip çıkan bir hareket.

Dindarlığı ve Kürtlüğü bir arada savunan böyle bir hareket, halen sistemin en büyük korkusu. Böyle bir hareket, hem irticacı hem bölücü sayılıyor. Rejime, somut tehlike olarak ta hemen Şeyh Said’i hatırlatıyor. İşin devlet cephesi böyle.

İşin Müslümanlar cephesine gelince. Böyle bir hareketin batıdaki cemaat önderlerinden ve dernek-vakıf liderlerinden onay alamaması durumu var. Kürt Meselesi’ne sahip çıkan böyle müstakil İslâmi bir yapılanmanın bu çevrelerce “İslâmi’’ sayılmama endişesi var. Ulusalcılığa kaymış olmakla suçlanma, tevhidi ve vahyi anlayışın dışına çıkmış olmakla suçlanma, ırkçılık yapmış olmakla suçlanma -her zaman- ihtimal dâhilinde. Bu da, batıdaki ağabeyler tarafından yönlendirilme geleneğine alışmış itaatkâr bünyelerde, ister istemez İslâmi Camia’dan dışlanma tedirginliği oluşturuyor. Potansiyel olmasına rağmen rahat adım atılamıyor.


Bir uçurum var sorunun tarafları arasında sanki, her iki tarafta ölülerine “şehid” diyor, her iki tarafta mücadelelerine destek vermeyenleri “vatan haini” yapabiliyor, her iki taraf diğerini haksız olan görüyor, “terörist”, “işgalci”, “zalim devlet” gibi tanımlamalar varken nasıl ortak bir paydaya gelinecek?

Sorunun tarafları derken belli ki, PKK ile Devlet’i kastediyorsunuz. Bunlar arasında bir uçurumun olduğu doğru. Bu uçurum ne zaman, nasıl oluştu? Bu uçurumun derinleşmesine kimler nasıl katkı sundu? Taraflar derken birbirine denk iki güçten mi bahsediyoruz? Diye sorma gereği duyuyor insan.

Taraflar birbirlerini bahsettiğiniz sözcüklerle tanımlayıp suçluyor olmasalar zaten savaşa gerek duymazlar. Müzakere yoluyla hallederler sorunları. İnsanları, kendi savaşlarının kutsallığına inandırmasalar veya zorlayıcı olmasalar, gençleri istedikleri doğrultuda bu kadar kolay savaştıramazlar.

Tarafların ortak paydada buluşmasına gelince. Öncelikle şunu soralım. Bizim taraf dediklerimiz, gerçekten birbirlerini taraf olarak görüyorlar mı? Mesela, devlet için PKK bir taraf mı, bir muhatap mı? Bırakalım PKK’yı, Kürt halkı bir muhatap mı? Benim gördüğüm, devletin ortak payda falan gibi bir kaygısı yok. O, her halükarda işi silahla halledip, bu savaşın galibi olmak, galibiyet gururuyla hareket edip hakları verip vermeme konusunda istediği tavrı dayatmak, Kürtlerin pazarlık payını sıfırlamak istiyor. Binlerce ölüm ve travmalar pahasına da olsa. Oysa bir lütuf değil ondan beklenen. Kürt Halkının, insanca yaşamasının önündeki engelleri kaldırması, devlet tarafından gasp edilen haklarını, hak sahiplerine geri iade etmesi. Bunu taviz olarak gören bir devlet anlayışından nasıl ortak paydada buluşma beklenebilir? Yani olay dönüp dolaşıp, yasa dışı diye tanımlanan bir örgütten önce kendisini yasal bir hukuk devleti olarak tanımlayan devletin samimiyetinde ve zihniyetinde düğümleniyor.



PKK gerçeğini açık, net ve objektif işlemişsiniz bir İslamcı olarak (biz öyle biliyoruz sizi, kendinizi farklı tanımlıyorsanız lütfen bizi düzeltin) , PKK’ye yaklaşım bu sorunun çözümünde nasıl bir önem arz ediyor, sizce Türk toplumu bu yaklaşımda mıdır ve eğer değilse nasıl getirilebilir?

Batıdaki insanların geneli PKK’yı, devlet nasıl tanıtıyorsa o şekilde tanıyor. “Marksist, Leninist ideolojiye mensup, silahlı bir terör örgüt. Aynı zamanda ayrılıkçı- bölücü, yasa dışı bir örgüt. Din düşmanı üstelik. İslâm’ın, namaz gibi dini ritüelleriyle dalga geçiyor, ibadetlerle alay ediyor, domuz eti yiyor. Karakol basıyor, köy basıyor, mayın döşüyor, intihar bombacısı oluyor, asker, sivil, yaşlı, kadın, çocuk demeden işine nasıl gelirse hunharca katlediyor. İç ve dış düşmanların desteğiyle ayakta duruyor.’’

(Devlete göre PKK’nın karşısında da; son teröristi dahi etkisiz hale getirmeden bu işin peşini bırakmayacak, terörle silahlı mücadeleyi sonuna kadar sürdürmeye azmetmiş, haklı mı haklı-masum mu masum bir devlet var.)

Buradan sağlıklı bir PKK değerlendirmesinin çıkmasını beklemek beyhude olur.

Malum PKK, devlete tepki olarak, sonradan ortaya çıkmış, silahlı bir örgüttür. Ama her şey PKK ile başlamış değil, işin evveli var. Kemalist Devlet-Cumhuriyet, ta kuruluşundan beri isyanlara zemin hazırlamakla-isyan bastırmakla meşgul. Hem de en hukuksuz, en kanlı şekilde. Medenileştirmek-ehlileştirmek adına kendi halkıyla sürekli savaş halinde. Devlet bir defa olsun, barışçı yüzünü halkından yana çevirip onların taleplerine kulak vermiş değil. Ya, bu Kürt halkı ne istiyor? Düz ova batıyor mu onlara, neden binlerce genç, tüm geleceğini arkasına atıp dağa gidiyor, sebep ne? Müslüman Kürt halkı böyle bir yapıyı neden desteklemek durumunda kalıyor?’’ diye sorup anlama yoluna gitmiyor. Her şeyi biliyor havasında. İktidar olmanın gururuyla halkına meydan okumayı sürdürüyor.

‘’Nasıl olsa topum var tankım var, istemediğim kadar askerim, ne olup bittiğini sor(gula)mayan, devleti kutsayan- gücü kutsayan bir halkım, diktayla yönetilmeye alışmış itaatkâr vatandaşlarım var’’ deyip, davranıyor silaha. Kürtlerin en tabii en insani hak taleplerini bile, devlete itiraz-isyan olarak değerlendirip, akıl almaz cezalar veriyor. İnsanca davranıp, halkın meşru taleplerini karşılamak, böylece PKK’nın varlığını anlamsız kılmak yerine, devam eden zulümleriyle, PKK’yı söylemlerinde haklı çıkarıyor ve güya yasa dışı diyerek bitirmeye çalıştığı örgütün varlığını, kendi eliyle meşrulaştırıyor.

Gözlediğim kadarıyla Kürtler; evlat, eş, baba, kardeş kaybetmenin ne demek olduğunu, bunun acısını çok iyi biliyorlar. Erlerin hangi şartlarda savaşa mecbur edildiklerini de iyi biliyorlar. Üstelik, kendileri de çok defa, isteksiz ama mecburen askere de gidiyorlar. Yani Asker olarak da, dağda gerilla olarak da ölüyorlar. Ben doğrusu bölgede, erlerin ölümüne sevinenlere, bundan mutluluk duyan Kürtlere rastlamadım. Belki tek tük olabilir. Fakat batıda, dağda öldürülen gerillalardan en bayağı sözcüklerle bahseden, onların ölüsüne ve dirisine yapılan insanlık dışı muameleleri gayet meşru gören, onların da ağlayan analarının yakınlarının sevdiklerinin olduğunu asla aklına getirmeyen çok kimseye rastladım. Türk toplumu bu konuda çok daha bilinçsiz-tarafgir davranıyor. Meselenin farkında değil. Bilerek, bilmeyerek bu kirli savaşa alkış tutuyor.

Sağlıklı bir yaklaşıma gelinebilmesi için, öncelikle yakın tarihin ve Kürdistan tarihinin iyi bilinmesi gerekli. PKK’nın çıkış döneminin, Diyarbakır Cezaevi’nin iyi bir tahlili gerekli. Kürdistan’da nesiller boyu yaşananları, hatıralardan-belgelerden okumak, bölgeye gidip bizzat Kürtlerden dinlemek gerekli. İnsan nedir? Dil-Anadil nedir? Kavim-Millet nedir? Yönetim-Devlet nedir? Hak-Hukuk-Adalet nedir? İnsanca yaşamak-Müslüman’ca yaşamak nedir? Oturup bunları baştan samimiyetle, ilk defa öğreniyormuş gibi ele almak, nerede yanlış yapıldığının ayırtına-bilincine varmak gerekli diye düşünüyorum.

Benim “İslâmcı’’ olarak tanımlanmama gelince. Ben kendimi hiç böyle tanımlamadım. Bunun sebebi; bu tanımlamayı hiç beğenmemem çok sakıncalı görmem mi? Kesinlikle hayır. Belki de İslâmcı sözcüğünün “cı’’ekinin iddia içerdiğini düşündüğüm için. İslâmcı denince ilk anda, İslâm’ı kendi çok iyi anlamış özümsemiş sonra da onun neşrine-yayılmasına girişmiş birileri çağrışıyor zihnimde. O, ben değilim diye düşünüyorum. Ben sadece; inanıyorum dediğim doğrulara ters düşmemeye gayret eden bir Müslümanım. Yanılıyorsam lütfen siz de beni düzeltin.

Esteğfirullah, hassasiyetiniz takdire şayandır. Kitabın kapak resmi gerçekten harika. Ters lale sizi de etkilemiş anlaşılan, adını ağlayan lale koymuşsunuz. Bize ters lale ile tanışma serüveninizi anlatır mısınız, çiçeği ilk gördüğünüzde ne hissettiğinizi hatırlıyor musunuz?

Ters Lâle’nin kitap ve dergilerde resmini görmüş çok etkilenmiştim. Fakat canlısıyla karşılaşmak çok daha etkiledi beni. İlk defa Yüksekova’nın köylerini gezerken bir mezarlıkta gördüm Ters lâle’leri. Uzaktan seyrettim bir süre. Sıradan bir mezarlıkta, böyle muhteşem bir görüntü beklemiyorum ya hayretler içinde kaldım. Sanki orada yetişmemişte, bir yerden getirilip demet demet serpiştirilmiş hissi verdi bana. Sonra heyecanla yanlarına gittim, hafifçe kontrol ettim. Evet burada yetişmişlerdi ve toprağa sıkı sıkıya bağlıydılar. Ters lâleyi daha zayıf ve nahif bir çiçek olarak düşünmüş olmalıyım ki; böyle diri ve güçlü görünce şaşırdım doğrusu. Bir demet koparıp yanımda götürsem dedim ama incitirim hissine kapıldım, elim varmadı koparmaya. Bu boynu bükük güzellerin arasına oturup doyumsuz bir seyre daldım. Sanki Kürdistan’ın acılı hikâyesinin sembolüydü Ters lâleler. Yaşanılanların buruk bir özetiydi her bir Ters Lâle. Uzun süre yanlarından ayrılamadım.

En iyisi röportajı burada bitirelim yoksa bundan sonrasını yaşlı gözlerle okumak zorunda kalır okuyucular… Türk kardeşlerinize çağın Asiye’si olan bir örneklik olarak şiddetle tavsiye ediyorum sizi, Allah bu güzel yoldan ayırmasın. Bizim derdimizle dertlenip bu kitabı yazdığınız içinde çok teşekkürler, Allah tekrar sizden razı olsun...(ufkumuz)


SON VİDEO HABER

Polis memuru, ölümüne neden olduğu gencin ailesinden af diledi

Haber Ara