Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Zaman Gazetesi yazarına İran'dan reddiye

İran Dini Lideri Ali Hamaney'e yakınlığı ile bilinen Ehlibeyt Haber Ajansı (ABNA) 'Ali Ünal Beyefendi 30 Nisan tarihli Zaman Gazetesi'nde yayınlanan ''İslam Kardeşliği İçinde Şiilik Ve İran'' başlıklı yazısında bazı iddialarda bulunmuş. Said'i Nursi'nin Lemalar'ında yer alan Sünnilere ve Alevilere yönelik vahdet çağrısıyla başlayan yazı maalesef aynı çizgide devam etmemiştir.' diyerek, Ali Ünal'ın Zaman Gazetesi'ndeki yazısına cevap verdi.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-03 16:28:47

Zaman Gazetesi yazarına İran'dan reddiye

Bilindiği gibi Said'i Nursi'nin Lemalar'ında geçen tarihi vahdet çağrısı gerçekten çok önemli. Said'i Nursi bu çağrısında ''Aleviler'' ifadesini kullanmıştır. Ali Bey yazısında ''Aleviler'' ifadesinden sonra ''Şiiler'' kelimesini parantez içinde belirtip, ''Bu ideal adına hareket ederken realite zemininde karşımıza çıkan en belirgin bir husus, şiilik ve İran meselesidir.'' diye yazarak asıl konuya girmiştir. Her şeyden önce Said'i Nursi'nin yolunu takip ettiğini söyleyen Sayın Ünal'ın, Said'i Nursi'nin vahdet çağrısının muhatabının şiileri ve tabiki İran'ı kapsayıp kapsamadığı konusundaki görüşü net bir şekilde ortaya konmalıdır.

Ali Bey'in yazısının geneli dikkate alındığında, kendisinin şiileri ve İranlıları, Said'i Nursi'nin vahdet çağrısına muhatap olarak görmediği gibi bir izlenim doğmaktadır. Kendilerinin yazısından alıntıladığım cümlede görüldüğü gibi, Şiilere ve İran'a ayrı bir alt başlık açmaktadır. İşte bu noktada Sayın Ünal'a yönelteceğimiz sorular şunlardır: Ali Bey - yazımın devamında eleştiri konusu yapacağım - tarihi ihtilafları neden gündeme getirme gereği duymaktadır? Yoksa Said'i Nursi'nin bu tarihi ihtilaflardan haberi yok muydu? Said'i Nursi , tüm bu ihtilaflara rağmen vahdet çağrısı yapmamış mıydı? Öte yandan bir kitapçıktan ve Pakistan'daki mollaların Sünnilik aleyhindeki sözlerinden yola çıkarak, Şiiliği ve İran'ı hedef tahtasına oturtmak ne kadar gerçekçi ve insaflı bir harekettir? Şii hadis âlimi Kuleyni'nin Kuran'ı Kerim'in değiştirildiğine dair Usul-i Kafi'de yer verdiği rivayetlere gelince; El Kafi Şianın en muteber ve en önemli dört hadis kitabından biri olmasına rağmen, bu kitapta yer alan hadisler şia uleması tarafından ictihadi bir üslupla incelenerek değerlendirmeye tabi tutulur. Bu kitapta bulunan bir hadisin kabul edilmesi için, onun bu kitapta veya diğer kaynaklarda yer alan sahih bir hadisle ve Kur'an ayetlerinde yer alan bir hükümle çelişmemesi şartı aranır. Bu çelişki olduğu taktirde o hadis kabul edilmez. Bu zaviyeden baktığımızda söz konusu eserde Kur'an 'ın tahrifiyle ilgili olarak zikredilen hadisler şia açısından kabul görmemektedir. Zaten Sayın Ünal'da yazısında bunu ifade etmiştir. Fakat yazıdaki şu cümle yazının siyakıyla bağdaşmamaktadır; cümle şudur: ''Bu yanlış itikadınızı, eğer takiyye yapmıyorsanız, DÜZELTİNİZ.'' Yazının siyakına baktığımızda ''DÜZELTİNİZ'' yerine ''DÜZELTTİNİZ'' kelimesinin yazılması gerekirdi. Burada ya editör yanlış yapmış ya da Sayın Yazar bir ''t'' yi koymayı unutmuştur.

Ayrıca istisnasız olarak bütün Şia alimleri Kur'an-ı Kerim'in tahrif edildiği iddiasını reddetmektedirler. Misal olarak Kum dini ilim havzasının müderrislerinden bir filozof, arif ve müçtehid olan Ayetullah Hasanzade Amuli, Kuran'ın tahrif edildiğini iddia eden biri çıkarsa onunla mübahale etmeye hazır olduğunu ilan etmiştir. Yani şii alimlerinin hepsi Kur'an'ın tahrif edilmediğine inanmaktadır. Bu inancını da ameliyle ispat etmektedir. Dolayısıyla bu tür hassas bir konuda şiilerin takiyye yapması söz konusu olamaz. Eğer biri çıkar ve şiiler bu konuda takiyye yapıyorlar diye iftira atarsa bendeniz o şahısla mübahale yapmaya hazır olduğumu bildiririm.

Maalesef bu takiyye konusunu da bazı art niyetli şia düşmanları biz şiilere karşı bir kılıç olarak kullanmaktadır. Konumuzun dışına çıkmamak için bu hususa burada değinmeyeceğim. Öte yandan üzülerek belitmeliyim ki, Kur'an'ın tahrif edildiğine yönelik hadisler sadece şii kaynaklarda değil Sünni Hadis kaynaklarında da bulunmaktadır. Merak edip araştırma yapmak isteyenler için bu hadislerin sadece kaynaklarını vermekle yetiniyorum: Ed-Durr'ul Mensur cilt 5, sayfa 179, Dar-e Kutni c. 4 s.105, İbn-i Mace c.1 s. 265, Müslim c. 4 s. 167, Tirmizi c. 2 s. 309. (Tabiki baskıya göre sayfa numaraları değişiklik arzedebilir. Ayrıca http://kevsernet.com/s ve c/243.htm adresinden bu konuyla ilgili hadislere ulaşılabilir.Yine Sünni hadis kaynakları ile ilgili olarak http://kevsernet.com/s ve c/25.htm adresine müracaat edilebilir.)

Bazı Ehl-i Sünnet alimleri bu gibi hadisleri ''Tilavet Neshi'' olarak değerlendirmiş olsa da, söz konusu hadislerin açık anlamları bu yorumun mesnetsiz olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat buna rağmen biz Ehl-i Sünnet'i, Kur'an'ın tahrifine inanmakla suçlamıyoruz. Çünkü bu tür suçlamalar her şeyden önce küfür dünyası karşısında Kur'an'ın konumunu zayıf düşürmek ve Kur'an'ı ilahi bir mucize olarak gören İslam Dini'ne darbe vurmak demektir. Çünkü bu tür şüphelerin yayılması sonucu kafirler, ''Sizin kendi aranızda Kur'an'ın sağlamlığı konusunda ihtilafınız vardır.'' Diyebilirler ve zaten diyorlar da. (Oryantalistlerin eserlerinde bu ifadelere rastlamak mümkündür.)

Bu konuda son olarak şunu söylemek istiyorum: Şia ulemasının bin yılı aşkın bir süreden beri görüşlerini inceleyen ve Şia aleminde Kur'an'a verilen önemden haberdar olan kimse bilir ki; Ehl-i Beyt mektebinde Kur'an'ın her türlü tahriften korunmuş olduğuna ve müslümanların elinde bulunan mushafta tahrifin olmadığına inanilmaktadır.

Ali Bey yazısının başka bir bölümünde Şia'nın İmameti 12 kişi ile sınırlamasını ve 12. İmam'ın gaybette olduğuna inanmasını da eleştirmiş. Bu konuda kendilerine Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan bir hadisle cevap vermek istiyoruz: Cabir bin Abdullah şöyle diyor: '' Allah'a, Rasulune ve emir sahiplerine itaat etmenin vacip olduğunu bildiren ayet indiği gün Peygambere sordum: 'Allah ve Rasulunü tanıyoruz. Ama emir sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onlar kimlerdir?' Resulu Ekrem (saa) şöyle buyurdular: ' Onlar benim halifelerimdir. Onların ilki Ali Bin Ebi Talib, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali Bin Hüseyin ( Zeynelabidin), sonra da Tevrat'ta Bakır diye anılan Muhammed Bin Ali'dir.Ey Cabir! Sen onu göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona iletirsin. Ondan sonra Cafer Bin Muhammed Es-Sadık, sonra Musa Bin Cafer, sonra Ali Bin Musa, sonra Muhammed Bin Ali, sonra Ali Bin Muhammed, sonra Hasan Bin Ali ve en sonuncusu Allah'ın yeryüzündeki Hücceti, kulları arasında sakladığı, benim ismimi ve künyemi taşıyan Hasan Bin Ali'nin oğludur. ''

(Bu hadis, Ehl-i Sünnet'in şu kaynaklarında nakledilmiştir: Yenabiül Meveddet (Kunduzi El Hanefi ) s.114-117-494, Şevahi'düt Tenzil ( Hakim El Heskani El Hanefi ) c.1 s.148, Tefsir-i Fahr-i Razi c. 3 s. 357, Feradus Simtayn ( Hamavi) c.1 s.314)

Ayrıca hem bu hadis hem de Sünni kaynaklarda 12 Halife ile ilgili diğer hadisler, hakkı bulmak isteyen basiret sahipleri için çok önemli birer işarettir. Çünkü -konu uzamasın diye buraya almadığım - hadislerde geçen bu 12 sayısına, aradan 14 asır geçmesine rağmen Şia'nin 12 İmam görüşünün dışında hiç bir Sünni alimden kesin ve kat'i bir yorum getirilememiştir. Bu gerçekler ortadayken yazarın, Hz. Mehdi inancının ümmet arasında tefrika sebebi olduğunu iddia etmesine ise bir türlü anlam veremiyorum. Ayrıca şiiliğin; sünnilik karşıtlığı üzerine oturan bir mezhep olduğunu, şiilerin sürekli olarak sünnilik ve sünni dünya ile uğraştığını ve şiiliğin Safevilerle birlikte İran'ın dini haline geldiğini iddia etmesini de Ali Bey'e yakıştıramadığımı ifade etmek istiyorum. Bilindiği üzere 2. Halife zamanında fethedilen İran, 16. asra kadar Sünniliğin merkezi olmuştur. Özellikle Gazneliler ve Selçuklular döneminde sünni İslam anlayışı topluma tamamen hakim kılınmış, bu inanca sahip olmayanlar baskı görmüş ve Rafizi damgası yemiştir. Sünni İslam'ın en önemli temsilcileri İranlılar arasından çıkmıştır. İşte bu yüzden yazarın, Hz. Ömer İran'ı fethetti diye, İranlıların 2. Halife'ye ve Sünniliğe düşman olduğunu söylemesi tarihi gerçeklerle çelişmektedir ve bu, burada girmek istemediğim bazı konuların dezenformasyon taktiği ile üzerinin örtülmesi girişimidir. Ayrıca şiiler tarih boyunca baskı ve zulüm altında yaşamış olmalarına rağmen, sahih şii geleneğe mensup alimlerimiz tarihin hiç bir döneminde sünniler aleyhinde fetva vermemiştir. Şah İsmail, Şii ulemadan Sünnilerin kanlarının helal olduğuna dair fetva vermelerini istemesine rağmen, Şii alimler bu fetvayı vermemiştir. Osmanlı'nın dağılma sürecinde İngilizler hem İranlı hem de Iraklı şiilere, Sünni Osmanlı'ya karşı beraber savaşmayı teklif etmiş ve fakat şii ulema bu teklifi reddetmiş ve Osmanlı ile birlikte İngilizlere karşı savaşmıştır. Fakat maalesef o dönemde Irak'ta bulunan bazı sünni aşiretler İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı'yı arkadan vurmuştur. Ayrıca Çanakkale savaşına Osmanlı'nın yanında küffara karşı savaşmak için çok sayıda İranlı müslüman da katılmıştır. Iraklı şii ulema bu savaşta Osmanlı'ya yardım edilmesi için fetva yayınlamıştır. Bendeniz şuna inanıyorum; Kur'an 'da bile Allah(cc) dini mübini İslam'ı insanlara dayatmazken yani dinlerini seçme işini onların hür iradelerine bırakmışken, bizlere ne oluyor da birbirimizi seçtiğimiz mezhepler üzerinden yargılayıp ötekileştiriyoruz?! Tarih boyunca birbirimize kılıç zoru ve baskıyla mezhep dayatıyoruz. Bu manada Gazneli ve Selçukluların yaptığını da Safevilerin yaptığını da tasvip etmiyorum. Yüce Allah'ın insanların hür iradeleriyle yapacakları tercihe itibar edeceğini düşünüyorum. Ümmetin çoğunluğuna uyma meselesine gelince; ümmetin çoğunluğu Sünni veya Hanefi diye, bizim de Sünni veya Hanefi mi olmamız gerekiyor? Ayrıca sorulduğu zaman kendini Sünni veya Hanefi olarak tanımlayan müslümanların yüzde kaçı sünniliği ve hanefiliği bilmektedir ki... Dünya müslümanlarının çoğunluğunun imanı taklididir. Oysa imanda taklit olmayacağı, Allah'ın kulun yakinine bakacağını herkes bilmektedir.

Sayın Ünal yazısının son bölümünde Anglo-Saxon -İsrail ittifakının, şii hilalini İslam dünyasının kalbine bir hançer gibi soktuğunu ve İran'ın da buna hizmet ettiğini iddia etmektedir. Bilindiği gibi ''Şii Hilali'' kavramını tedavüle süren kişi Ürdün Kralı Abdullah'tır. Ürdün Kralı bu ifadeyi ilk defa 2004'ün sonunda verdiği bir mülakatta kullanmıştır. ABD'nin 2001 yılında Afganistan'ı ve 2003'te de Irak'ı işgal ettiği ve yüz binlerce müslümanı acımasızca katlettiği bir zaman diliminde Kral Abdullah'ın bu kavramı ortaya atması ABD için adeta bir can simidi olmuştur. Müslüman halklar nezdinde tamamen şeytanlaşan ABD ve müttefikleri ve tabi ki İsrail, Abdullah'ın bu siyasi manevrasıyla az da olsa rahat bir nefes almıştır.Ali Bey'in iddia ettiği gibi bölgede oluşan şii hilali müslümanların parçalanmasına değil tam tersine ABD ve ortaklarının zulümleri karşısında güçlü bir direniş göstermelerine vesile olmuştur. 2006 'da Hizbullah'ın ve yine 2008'de Hamas'ın İsrail karşısında kazandığı zaferler bunun en açık delilleridir. Daha önce bir yazımda da ifade etmiştim, İran'a karşı olan bazı müslümanlar, ABD'nin izlediği politikalarla İran'ın bölgedeki nüfuzunu bilinçli olarak arttırdığına inanıyorlar. Buna örnek olarakta Irak'ın bugün İran'ın kontrolüne terk edilmiş olmasını gösteriyorlar. Bu müslümanlara göre ABD, İran'ın bölgede güçlenmesini ve diğer sünni ülkelerle çatışmasını istemektedir. Böylece ABD Ortadoğu'daki çatışma ortamını kullanarak çıkarlarını koruyacaktır.

Bendeniz bu teoriye katılmıyorum. Çünkü tarihi vakalar bu teoriyi çürütmektedir. İran'da 1979 'da İslam İnkılabı'nın gerçekleşmesiyle Ortadoğu'daki ileri karakolunu kaybeden ABD, yeni doğan bu İslam devletini daha kundaktayken öldürmek için piyonu Saddam 'ı İran'ın üzerine saldırtmıştır. 8 yıl süren savaşta İran çok büyük maddi ve manevi kayba uğramıştır. Ayrıca ABD, İran'ın Şah zamanından kalan milyarlarca dolarlık kaynağını hala bu ülkeye geri vermemiştir. Irak'ta üstlenen Halkın Münafıkları Örgütü'nü on yıllardan beri desteklemektedir. İran'a komşu olan tüm ülkelerde bilinen ve bilinmeyen çok sayıdaki askeri üssüyle İran'ı tehdit etmektedir. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Eğer ABD'nin yapmış olduğu yanlış siyasi ve askeri hamleler İran'ın işine yarıyorsa bu, üretilen komplo teorilerine delil olamaz. Hatırlanacağı gibi 27 Nisan'da Ak Parti Hükümeti'ne karşı TSK'nın yayınladığı bildiri ve Abdullah Gül'ün önünü kesmek için suni olarak çıkarılan cumhurbaşkanlığı krizi,geri teperek Ak Parti'nin oylarının artmasına sebep olmuştu. Olayları değerlendirirken İslam düşmanlarının basiretlerinin bağlanabileceği gerçeğini ve Allah'ın plan yapıcıların en büyüğü olduğunu gözden kaçırmayalım lütfen!

Ali Ünal gibi düşünen yazarlara şunu söylemek istiyorum: Şiiler ve İran konusunda önyargılarınızdan sıyrılarak İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei ve Ayetullah Sistani'nin açıklamalarını dikkate alırsanız şii dünya ile daha sağlıklı bir iletişim kurmuş olursunuz. Problem ve fitne gibi gördüğünüz bir çok konu da böylece hallolmuş olur. Bu arada şu hususu da belirtmeden geçemeyeceğim; bugün şii dünya ile sünni dünya arasında varolan %10'luk ayrılığın bazı yazarlar tarafından gündeme getirilmesinin tek sebebi siyasidir. Eğer bugün İran, Şahlık düzeniyle veya laiklikle yönetiliyor olsaydı bu ihtilafların hiç biri gündeme getirilmezdi. Bu yazarlardan rica ediyorum, Allah rızası için birbirimize karşı dürüst olalım. Son sözümüz yani yakarışımız ise Rabbimize: Ya Rabbena! Atalarımızın düştüğü yanlışlara düşmek istemiyoruz, taassup ve bağnazlıktan sana sığınıyoruz. Kalem sahiplerinin yazdıklarını sen görüyorsun ve onların kalplerinde sakladıklarını da biliyorsun. Kalemlerin kılıca döndüğü bu zaman diliminde- hangi mezhep ve dinden olursa olsun- taassup ve nifak ehlini ıslah et, eğer kabil-i ıslah değillerse onları kahret. Nolursun sana sığınıyoruz, tekrardan müslümanların birbirini katlettiği günleri görmek istemiyoruz. Bu fitneye tahammül edecek takatimiz kalmadı, tarihe müdahale edecek eli dört gözle bekliyoruz. Beklentimiz uzun sürmesin yalvarıyoruz. (Amin!)

KEMAL KEMAHLI-ABNA

ALİ Ünal'ın yazısını okumak için tıklayınız...

Haber Ara