Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Maskeli baro!

Aslında kamu kurumu niteliğinde bir meslek örgütü. Ama İstanbul Barosu son yıllarda daha çok bir muhalefet partisi gibi hareket ediyor. Kâh katsayıyı Anayasa Mahkemesi’ne götürüyor, kâh Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda suçu savunan taraf havası veriyor. Mesleği hukuk, ya icraatı?..

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-04-24 10:29:50

Maskeli baro!
Bu haftanın Aksiyon dergisinde kapak konusu olan habere göre, Öyle bir hukuk kurumu ki ‘devletin barosu’, ‘darbeci baro’, ‘Ergenekon barosu’, ‘rejimin bekçisi’ diye tanımlanıyor. Sivil toplum örgütleri ve sokaktaki vatandaş, darbecilerin yanında durmasıyla tanıyor onu. Son yıllarda iki yürüyüş yapıyor; ikisi de Ergenekon sanıklarının yahut Ergenekon soruşturmasında dinlemeye takılmış hâkim ve savcıların hakkını aramak için...

Avukatlar öldürülüyor, binlercesi işsiz, adliyelerde saatlerce duruşma bekliyor, sistem içinde eziliyor; ama baronun buna müdahale edecek zamanı yok. Çünkü İstanbul Barosu, daha farklı bir mücadele veriyor.

Devletin avukatları üye olmaya zorunlu bıraktığı ama avukatlardan bağımsız siyaset yapabilen bir kurum, baro. Ve son yıllarda daha çok bir siyasi partisi görünümünde. Özellikle 20 Ekim 2002’de, AK Parti’nin iktidara gelmesinden yaklaşık 2 hafta önce yönetime gelen avukatlar grubu ile baro farklı bir yola girdi. “Avukatlar esir kullanmadılar; fakat efendileri de olmadı.” diyen Molierac’ı âdeta yalancı çıkararak tamamen rejimi, statükoyu efendi kılan bir anlayışa döndü. Gün geldi; muhalefet partisi oldu, milyonlarca gencin hayatını etkileyen Meclis’in katsayı kararını Anayasa Mahkemesi’ne götürüp iptal ettirdi. Gün geldi; darbe iddialarının yargı konusu olduğu Ergenekon ve Balyoz davalarında ‘suçu’ savunan taraf hüviyetine büründü. Muhalefet boşluğunun konuşulduğu son 10 yılda bürokratik oligarşinin yanında, sivil siyasetin karşısında saf tuttu. 30 bin avukatı temsil eden meslek örgütünün ‘devletçi’ olduğunu anlamak zor olabilirdi; 27 Mayıs darbesi mağduru sivil iktidarı savunmak için avukat görevlendirmeme kararı almasaydı, 80 darbecilerinden ‘yönetim’ diye bahsetmeseydi…

Tarihî olaylardaki rolüne bakıldığında İstanbul Barosu, toplumdaki değişimin gerisinde kalmış bir yapı. Kim bilir belki de bunun sebepleri kuruluş yıllarında yatıyordur. Osmanlı’da yargılama, kadı (yargıç) merkezli olduğu için, ‘avukatlık’ kurumu azınlıklara bırakılıyor. Avukatlıkla ilgili ilk düzenleme, 13 Ocak 1876 tarihli. İstanbul’da yapılan ilk genel kurul toplantısını, en yaşlı üye Kostaki Sardeneski açıyor, 1878’de İstanbul Barosu Başkanlığı’na Alexandre Meryem Kouli getiriliyor. Cumhuriyet döneminde, 1924-1925 yıllarında İstanbul Baro Başkanlığı’na Lütfi Fikri Bey seçiliyor. Lütfi Fikri Bey meşrutiyet yanlısı olduğu ve hilafeti savunduğundan, iktidar baroyu CHP çizgisine getirmek için ‘Muhamat Kanunu’ çıkararak 960 üyenin 482’sini baro levhasından siliyor. Avukatların tepkisi üzerine hükümet geri adım atıyor, silinme işlemi geri alındıktan sonra Lütfi Fikri Bey yeniden baro başkanı seçiliyor. 1933’te adliyede çıkan yangından sonra baronun merkezi Galata’daki Liman Han’a taşınıyor. Daha sonra merkezi Bahçekapı’daki 4. Vakıf Han’a naklediliyor. 1962’de ise bugün hâlen faaliyette olduğu İstiklal Caddesi’ndeki Baro Han satın alınıyor.

MENDERES’İ DE SAVUNMAMIŞLARDI

Baronun tutum ve davranışlarına bir anlam verebilmek için aslında sadece kendi sitesinde yer alan açıklamalara göz atmak kâfi. Mesela; CHP’nin tek parti döneminin bitip Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinin iktidara gelmesi sitede “Çok partili demokratik sürecin başlaması ve ülkede iktidarın el değiştirdikten sonraki antidemokratik gelişmeler, İstanbul Barosu’nu hukuk mücadelesine itmiştir. Cahit Arif Tunger başkanlığındaki İstanbul Barosu, antidemokratik baskılarını artıran iktidarın karşısında yer almıştır.” cümleleriyle anlatılıyor. Açıkça Menderes iktidarının karşısında olduğu mesajı veriliyor. 27 Mayıs’tan ‘devrim’ diye söz edilen sitede, “İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’nun 1960 devriminden sonra devrik iktidar mensuplarının yargılanmalarında, hiçbir baro üyesinin görev almaması yolunda aldığı karar, sanığın savunma hakkına aykırı görüldüğü için uzun yıllar tartışılmıştır.” deniyor. Görüldüğü gibi, bugün darbe teşebbüsünde bulunduğu iddiasıyla yargılanan sanıkları savunan baro, 1960’ta Yassıada yargılamasında sanık olarak yargılanan ve idam edilen Başbakan Menderes ve bakanları savunmama kararı alıyor.

VESAYETİN BEKÇİSİ

27 Mayıs darbesinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası’nda Türkiye Barolar Birliği ve barolar ‘kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri’ olarak düzenleniyor. Avukatların, mesleklerini yapabilmek için barolara kaydı zorunlu hâle getiriliyor. Hem özerk bir yapı hem de avukatların belirli bir aidatla üye olmaya zorlandığı baroların aynı zamanda siyasi bir duruş sergilemesi aslında mesleğe aykırı bir durum. Baroya mensup avukatların farklı siyasi görüşleri ve mücadele alanları olduğu hâlde başta İstanbul Barosu, tıpkı siyasi parti gibi davranıyor. Bu durum, 61 Anayasası’nın demokraside açtığı en büyük yara. Anglo-Sakson sisteminde (ABD) hâkim-savcılar seçimle gelirken, bizde avukatlar bile kamu kurumu niteliğinde örgütlere mensup olup, bir taraftan bağımsız(mış) gibi görünüp diğer taraftan tamamen devletçi bir yapı sergiliyor. Bu da büyük bir aldatmacanın kapısını aralıyor.

KENDİSİNİ KAPATAN DARBECİLERE BİLE ‘DARBECİ’ DİYEMİYOR

27 Mayıs’ta darbecilerin yanında yer alan İstanbul Barosu, 12 Eylül darbesinde bu kez mağdur rolünde. Darbe döneminde bir süre kapatılıyor. Baronun sitesindeki tarihçede bu olay, “Bu arada, bir iki gün de olsa İstanbul Barosu kapatılmış, baronun tüm sicil ve evrakına el konulmuş, baro yöneticileri sorgulanmış ve yaklaşan genel kurul toplantısı ise askeri yönetim tarafından ertelenmiştir.” ifadesi yer alıyor. Ve 12 Eylül darbecilerinden ‘askeri yönetim’ diye bahsediliyor. Ayrıca baro, daha sonra aylık dergisine de, ‘12 Eylül Cuntası’ yerine ‘12 Eylül yönetimi’ yazıyor. 12 Eylül darbesinden ‘darbe’ diye bile bahsedemeyen baro, tarihçesinde, “Orhan Adli Apaydın yönetimi, ülkemizde ve dünyada barışın, demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin, hukukun üstünlüğünün mücadelesini verirken, Apaydın 1983 yılında Adalet Bakanı tarafından Baro Başkanlığı görevinden alınmıştır.” diyor. Daha sonra, en son Erzincan Ergenekon davası başsanığı eski Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in avukatı olmasıyla gündeme gelen Turgut Kazan, 4 dönem yani 8 yıl baro başkanlığı yapıyor. Kazan, Çağdaş Avukatlar Grubu’nun adayı olarak seçime giriyor. Kazan döneminde, 1992 yılında CMUK Servisi, 1994 yılında da Staj Eğitim Merkezi kuruluyor. Baro başkanlığına 1996’da Çağdaş Avukatlar Grubu Başkanı Yücel Sayman seçiliyor ve üç defa daha seçim kazanıyor. Sayman döneminde baronun özellikle meslek örgütü kimliği ön plana çıkıyor. Avukatların yasal haklarının düzenlendiği Avukatlık Yasası 30 yıl sonra Mayıs 2001’de çıkıyor.

FADİME ŞAHİN’İN AVUKATI, 28 ŞUBAT’TA YENİ BARO YÖNETİMİNİN TEMELİNİ ATTI

İstanbul Barosu avukatlarının kurduğu en eski grup olan Çağdaş Avukatlar Grubu (ÇAG) için 28 Şubat bir dönüm noktası. Bu sırada ÇAG’dan başkan seçilen Yücel Sayman, üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşı çıkıyor. Temmuz 1998’de İstanbul Barosu yönetiminden 4 avukat, Başkan Sayman’ı ‘laiklik ilkesinin zedelenmesine yol açacak eylem ve davranışlara karşı gerekli duyarlılığı göstermiyor’ diye suçlayarak istifa ediyor. Baro Başkan Yardımcısı Kani Ekşioğlu, Sayman Burçin Aybay, üyeler Nuran Atahan ve Filiz Saraç, ‘türban’ olayına yeterli duyarlılığın gösterilmediğini iddia ediyor. Kani Ekşioğlu, “Baro yönetimince, cumhuriyetin temel niteliklerinin tahribine yönelik siyasi amaçlı gösteri, eylem ve girişimlere hoşgörü ile yaklaşılma yoluna gidilmiştir.” diyor. İşte bu avukatlardan biri 28 Şubat komplolarından Müslüm Gündüz olayında gündeme gelen Fadime Şahin’in avukatı Nuran Atahan. Atahan’la birlikte ÇAG’dan ayrılan grubun içinde Kazım Kolcuoğlu da var. Bu avukatlar, ‘ÇAG Önce İlke’ ismiyle bir grup kuruyor ve 2000’de girdikleri ilk seçimi kaybediyorlar. Önce İlke’nin seçime hazırlandığı dönemde Türkiye’de ulusalcı-kızılelmacı ittifakların gündeme gelmesi de ayrıca önemli. 20 Ekim 2002’de Kazım Kolcuoğlu, ‘ÇAG Önce İlke’ grubu adayı olarak seçimi kazanıyor. Tam da AK Parti’nin iktidar olduğu seçimden iki hafta önce. Kolcuoğlu, 2008’e kadar 3 dönem başkanlık yapıyor. Bu süreçte sık sık tartışmalı icraatları gündeme geliyor.

Baro, Mart 2004’te, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) görülen Leyla Şahin davasına devletin yanında müdahil olmak için başvuruyor. 7 Mart 2004’te bu talep Hürriyet gazetesinde haber olarak yer alıyor. Baro, yasakçı tutumunu belki de ilk kez bu kadar açık şekilde ilan etmiş oluyor. Daha sonraki yıllarda öğrenilecek olan darbe planlarının yapıldığı, bunlara uygun ortamların hazırlandığı dönemde de baro rahat durmuyor ve siyasi bir duruş sergiliyor. Başörtüsü taktığı için aldığı disiplin cezası dolayısıyla AİHM’e başvuran Şahin’in davasında devletin yanında müdahil olma talebinin zamanlaması da ilginç. Çünkü o sırada hükümet Şahin davasında ek savunmasını geri çekmiş. Hükümetin, başörtüsü yasağı konusunda geri adım atan tutum sergilemesi baroyu harekete geçiriyor ve söz konusu kurum bir güç odağı olarak başörtüsü yasağına sahip çıkma iradesi gösteriyor. Ama bu durumun avukatlık mesleğinin özüne aykırı olması ise baro için zaten sorun değil. Ve baronun bu yasakçı tavrı, daha sonraki yıllarda da başörtülü stajyer avukatlar üzerinde uygulamaları ile zirve yapıyor.

STATÜKONUN AKTİVİSTLERİNE M. ESAT BOZKURT ÖDÜLÜ

İstanbul Barosu, 2005 yılında bu kez bir ödülle gündeme geliyor. Türkiye’nin siyasi tansiyonu yükseldikçe baronun buna uygun uygulamalarını artırdığını görüyoruz. Başörtüsü konusunda yasakçı olan baro, 17 Şubat 2005’te yaptığı toplantıda yönetim olarak ‘Mahmut Esat Bozkurt Ödülü verme kararı alıyor. “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” sözünün sahibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adalet bakanı olan Bozkurt adına ödül verilmeye başlanmasının zamanlaması da hayli manidar. Bu, baronun Ergenekon örgütünün ‘ulusalcılık’ ideolojisi doğrultusuna uygun adımlarından biri.

Sokaklarda Kuva-yi Milliye eylemlerinin baş gösterdiği 2005’te, baronun ‘Kuva-yi Milliyeci’ olarak tanıttığı Bozkurt adına ödül vermeye başlaması bir zihniyetin hukuk camiasınca meşru kılınması ve popülerleştirilip sahip çıkılması anlamına geliyor. Bozkurt ödülü verilen isimler de başstatükocu. Mahmut Esat Bozkurt ödülünü alan ilk ismin 2007’de ‘367 krizi’ni fitilleyerek Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılmasını engelleyen eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu olması da şaşırtıcı değil. 2008’de ise aynı ödülü dönemin YARSAV Başkanı Yargıtay Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu alıyor. Eminağaoğlu da, o dönem Ergenekon davalarının sıkı muhalifi. Aynı ödül Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaptıktan sonra cumhurbaşkanı seçilen Ahmet Necdet Sezer’e 2009 yılında ve 2010’da Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Kadir Özbek’e layık görülüyor. Özbek’i önemli kılan en büyük gerekçe son yıllarda Ergenekon soruşturmasını yapan savcıların görev yerini değiştirme çabası. Ödül verilen bu isimlere bakıldığında hiçbiri avukat değil. Rejimin bekçiliğini yapan yüksek yargıçlar ve hükümetin çalışmalarını Çankaya’da kilitleyen eski cumhurbaşkanı, avukatlardan büyük tepki gören isimler.

DANIŞTAY SALDIRISINDA MUZAFFER TEKİN’İ KORUDU

İstanbul Barosu’nun Ergenekon ve Balyoz davalarındaki tutumu da dikkate değer. Baro daha Ergenekon gündemde yokken ilginç bir çıkış yapıyor. 17 Mayıs 2006’da Danıştay saldırısı olduktan sonra tetikçi Alparslan Arslan ile emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin arasındaki irtibat gündeme gelmişti. Arkasından medyada Muzaffer Tekin’in Veli Küçük’le irtibatını gösteren fotoğraf yayımlanmıştı. Tekin bu sırada gözaltına alınsa da mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Tekin’le ilgili vahim iddialar yayımlanırken İstanbul Barosu ilginç bir çıkış yapıyor.

Baro, 7 Haziran 2006 tarihli yazılı açıklamasında, “Yakalanan sanığın cinayeti türban için işlediğini açıkça belirtmesi, arabasında yapılan aramada, dinci bir gazetenin saldırıyı hedef gösterici kupürünün bulunması, şüphelinin üç kız kardeşinin de türbanlı oluşu, cinayetin işlenişi sırasında ‘Ben Allah’ın askeriyim, Allah’ın gazabı üzerinize olsun’ diye bağırması… gibi olgular siyasi iktidar ve yandaşları tarafından görmezden gelinmiştir.” tespitinde bulunuyor. Cinayetin ‘türban’ konusunda olduğunu vurguluyor. “Ben Allah’ın askeriyim” gibi cümlelerin kullanıldığı iddiasının yalan olduğu ortaya çıksa da o sırada Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan gibi baro da bunu dile getirmekten çekinmiyor.

Baro, daha da ileri giderek niyetini açık ediyor. Emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin’i savunarak, ‘aydınlanmacı güçlerin’ hedef gösterildiğini iddia ediyor: “Saldırganların bağlantılarını ortaya koymadan, hamasi nutuklarla çeteden bahsetmek ve bunu askerle ilişkilendirmek Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratma amacını gütmektedir.” Danıştay eyleminde adı geçen emekli bir yüzbaşının üzerinden soruşturmayı Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlamak da o gün için fazla ütopik bir durum. Tekin ise, bu açıklamadan tam 1 yıl sonra 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de 27 el bombası bulunması üzerine tutuklanıyor.

“DARBECİ BARO! TAKSİM’E HOŞ GELDİN”

İstanbul Barosu, tarihinde en çarpıcı muhalefeti Genç Siviller’den görüyor. Ergenekon davası başladıktan sonra tamamen sanık tarafında olan, emekli Orgeneral Hurşit Tolon, emekli Tuğgeneral Levent Ersöz gibi isimler adına İstanbul Başsavcılığı’na dilekçe veren baro, bir kısım hâkim-savcının Ergenekon soruşturması kapsamında dinlenmesine tepki amacıyla 18 Kasım 2009’da yürüyüş yapıyor. Beyoğlu Tünel’den başlayarak CHP milletvekilleriyle kol kola girerek yürüyen baro yönetimini Taksim Meydanı’nda bir sürpriz bekliyor. Avukatları, bir otel penceresinden sarkıtılan “Darbeci Baro! Taksim’e Hoş Geldin” pankartı karşılıyor. Pankarttaki cümle İstanbul Barosu’nun duruşunu, kimliğini ifşa etmeye yetiyor. 30 bin avukat üyesi bulunan bir baronun böyle bir yakıştırmaya muhatap olması üzücü.

Baro tepkilere rağmen, Ergenekon lehine eylemlerini devam ettiriyor. 22 Mart 2011’de yine Ergenekon soruşturmalarına tepki olarak yürüdüğü sırada Genç Siviller, Taksim’de önceki pankarta atıfta bulunarak başka bir pankart açıyor. Onlar yeni pankartlarında “Anlarsın ya Baro” diye yazıyorlar. Yazıyorlar yazmasına; ama baronun tutum ve davranışlarından, herhangi bir şey anladıkları yansımıyor.

‘28 ŞUBAT KAZANIMLARI’NI KORUMAK ASLİ GÖREVİ

İstanbul Barosu Önce İlke grubu, görevde olduğu sürece darbecilerin tanımladığı şekliyle ‘28 Şubat kazanımları’nı korumak için elinden geleni yaptı. Daha önce başörtüsü yasağı konusunda AİHM’e devletin yanında müdahil olma talebinden bahsetmiştik. Baro bu kez de, tam bir muhalefet görevi yaparak Temmuz 2009’da YÖK’ün meslek liselileri sıkıntıya sokan katsayı eşitsizliğini kaldıran kararını Danıştay’a götürüyor. Milyonlarca gencin hayatını etkileyecek antidemokratik bir başvuru. Katsayı uygulamasının kaldırılması hususunda bir gazetecinin fırsat eşitliği ile ilgili sorduğu soruya da “Eşitlik eşit olan insanlar arasında olur.” diyen bir başkanı var. O dönem başkan ÇAG Önce İlke adayı Muammer Aydın. Baronun katsayı kararını Danıştay’a götürmesi, muhalefet eyleminin en üst noktası.

BAŞÖRTÜLÜYE YÖNELİK ‘CADI AVI’

Baronun bir diğer yasakçı faaliyeti ise başörtüsü yasağını devam ettirmesi. ‘Kamu kurumu şeklindeki meslek örgütü’ titrini kullanan baro, avukatlara başörtüsü yasağını en sert şekilde uyguluyor. Başörtüsüyle adliyeye gelen avukatların baroya ihbar edilmesi istenen kararlar alınıyor. Bu yazılar adliyelere de gönderiliyor. Bir nevi başörtülü avukatlara yönelik cadı avı başlatılıyor. 2006’da başörtülü olarak genel kurula gelip imza atan 2 kadın avukat hakkında soruşturma açılıyor. Stajyer avukatların başörtülü olarak Staj Eğitim Merkezi’ndeki derslere girmesi yasaklanıyor. Buna ilişkin yönetim kurulu kararı Staj Eğitim Merkezi girişinde asılı. Baro hâlen bu yasağı devam ettirerek avukat adaylarını mağdur ediyor. Hatta Stajyer Eğitim Merkezi bir yana, baronun yaptığı genel bilgilendirme toplantılarına bile başörtülü avukat ya da stajyer avukat alınmıyor. Barolar, devlet kurumu değil, bağımsız çalışan avukatların üye olduğu bir kurul. Bu yüzden isteyen avukatın üye olması işin doğasına daha uygun. Zaten bugün üyelik zorunluluğu kalksa binlerce avukatın barodan ayrılmasına sadece an meselesi olarak bakılıyor.

27 MAYIS’TAN ERGENEKON’A ZİHNİYET

İstanbul Barosu, 27 Mayıs darbesinde Yassıada yargılamaları için avukat görevlendirmeme kararı almıştı. Bugün, Ergenekon ve Balyoz davalarında da darbeci oldukları iddia edilen sanıklarla işbirliği hâlinde. İlk günden itibaren Ergenekon davasının karşısında olan baro, son olarak Balyoz sanıklarının mahkemeyi kilitleme taktiğine ortak olmuş durumda. Baro, 16 Aralık 2010’daki ilk Balyoz davasına heyet olarak katılmıştı. Daha sonra yönetim olarak sık sık davayı izledi. Bu sırada baro yönetiminin sanık avukatlarının yanına oturması, mahkemeye müdahale etmesi etik açından tartışmalı bir durumdu. Ama son zamanlarda farklı bir aşamaya geçildi.

2010 yılında başkan olan Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç Dr. Ümit Kocasakal, daha bu göreve gelmeden önce Ergenekon davasında sanıkların tarafında olduğunu hem panellerde hem de basın organlarında açıklıyordu.

Balyoz davasında, savcılık mütalaasından sonra son savunma aşamasına geçilecekti. Ama sanık avukatları duruşmaya girmedi. Ceza Muhakemesi Kanunu’nda 5 yılın üzerinde hapis cezası istenen davalarda müdafi zorunluluğu var. Balyoz davasına bakan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi de, İstanbul Barosu’ndan avukat istedi. Ama baro, sanıkların avukatı olduğu gerekçesiyle avukat talebini kabul etmedi. Mahkeme de kanunu uygulamadığı için baro hakkında suç duyurusunda bulundu.

Temel ilkesi hukuk ve adalet olması gereken bir kurumun bu ilkeyi sadece bir maske olarak kullanıyor olması, ne yazık ki bir Türkiye gerçeği.

KEMAL AYTAÇ (ÇAG BARO BAŞKAN ADAYI): MEVCUT YÖNETİM, 28 ŞUBAT’LA BİRLİKTE KURULDU

İstanbul Barosu’nda ÇAG’la başlayan 10–15 yıllık özgürlükçü bir dönem vardı. Özellikle Yücel Sayman dönemi bu anlamda çok önemli. Baro, bu dönem oldukça demokratik tutum sergiledi. Yücel Sayman’ın bakış açısı özgürlükçüydü. 28 Şubat sürecine denk gelen bir dönemdi ve baro yönetimi askerî müdahaleye karşı tutum aldı. Buna karşı açıklamalar yaptığı için bundan memnun olmayan çevreler oldu. Bu sebeple o dönemde ayrışma oldu. Bazı avukatlar, “Baro laikliği savunmuyor.” dedi. 28 Şubat sürecinde ÇAG’dan ayrıldı bunlar. Kazım Kolcuoğlu başkanlığında ayrı grup çıkardılar.

28 Şubat bu noktada çok belirleyici oldu. Devleti, statükoyu savunan bir yapı oluştu. Sadece başkanlıkla yetinmeyen, avukatları yönetime katan özgürlükçü, demokratik, meslek sorunlarını ön plana alan, evrensel hukuka göre hareket eden bir baro vardı, yeni yapı buna karşı çıktı. Daha sonra iyice antidemokratik bir tutum aldı. Gerici bir yaklaşımı oldu. Generallerin ziyaretleri var. 2000’deki ilk seçimde Müşir Kaya Canpolat adayları oldu ve seçimi kaybetti. Bir sonraki seçimde yasa çıktı. Bir başkanın 2 dönemden fazla aday olamayacağı söylenince Yücel Sayman aday olamadı. ÇAG’ın çıkardığı genç aday da seçilemeyince Kazım Kolcuoğlu başkan oldu. Bu şekilde ÇAG Önce İlke’nin statükocu, gerici dönemi başladı.

AV. CAHİT ÖZKAN (ULUSLARARASI HUKUK MERKEZİ BAŞKANI): DURMASI GEREKEN YER DEMOKRASİNİN YANIDIR

İstanbul Barosu yönetimi, Türkiye’nin geç kalmış demokratikleşme ve antidemokratik müdahalelerle hesaplaşma sürecinde tarihî bir hatanın içerisindedir. Hukuka, insan haklarına, özgürlüklere ve demokrasiye karşı en büyük tehdit askerî darbelerdir. Dünyadaki örneklerine de bakıldığı zaman tarihin en kanlı insan hakları ihlallerinin arkasında cunta ve darbe hareketlerinin olduğu görülecektir.

Tam bu noktada baronun durması gereken yer insan hakları ve demokratik düzenin yanı olmalıdır. Zira Avukatlık Kanunu’nun 76 ve 95. maddeleri açıkça barolara, insan haklarını, özgürlükleri, hukukun üstünlüğünü koruma görevi vermiştir. İstanbul Barosu’nun görevi; darbe iddialarına ilişkin yargılamaların selametle sonuçlandırılması ve bu noktada üzerine düşen görevleri yerine getirmesidir. İstanbul Barosu’nun yeni yönetimi, darbe iddiası ile yargılananların hukukunu değil, eylemini savunur bir görüntü ve algı ortaya koyuyor. Bu tavır ve tutum bir taraftan kanunun açıkça emrine aykırılık teşkil ederken diğer taraftan da kendi varoluş nedenine karşı bir savaştır.

Mevcut yönetim anlayışı değişmediği takdirde İstanbul Barosu’nun bu yönetimini tarih yargılayacak ve yöneticiler tarihin en büyük mahcubiyetini yaşayacaktır. İstanbul Barosu yönetiminin ortaya koyduğu tavır hukuki değil, siyasi bir tavırdır. Yönetimin aldığı bu karar 28 bin avukatın desteklediği bir yaklaşım değildir. CMK ve Avukatlık Kanunu çerçevesinde mahkemelerin avukat talebinde bulunması hâlinde Barolar CMK servisinden avukat atamak zorundadırlar. Mahkemelerin böylesi bir talebi yerine getirmemesi hâlinde yargı kararının gereğini yerine getirmemiş ve görevlerini kötüye kullanmış olurlar.

CÜNEYT TORAMAN (İSTANBUL BAROSU AVUKATI): SANIKLAR ARASINDA AYRIM YAPIYORLAR

Devletin yürüttüğü yargılama faaliyetinde, köprü vazifesi gördükleri için, avukatların hakkın ve halkın yanında onların sesi olmaları beklenir. Baro tarihimiz, hukukun gücü yerine, gücün hukukuna boyun eğdiği örneklerle doludur. CHP’nin tek parti diktatörlüğü döneminden bugüne gücün (cuntacıların) yanında yer almıştır. 1960 darbesi yapıldıktan sonra, İstanbul Barosu, Demokrat Partililerin yargılandığı davalarda hiçbir üyesinin görev almaması yönünde karar almıştır. Bugün de “baronun aynı yerde durduğunu” görüyoruz. İstanbul Barosu’yla ilgili bu tespiti yaparken, Anadolu’daki baroların büyük bir çoğunluğunu tenzih ettiğimi belirtmek isterim.

Cumhuriyetin ilanından sonra, azınlıkların tekelinden kurtulduğu hâlde, İstanbul Barosu’nun 1960’tan itibaren gücün yanında yer almasının en önemli sebebi, kendisini “sol” olarak nitelendiren grubun darbecilerin yanında yer almasıdır. Özellikle AK Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, İstanbul Barosu, bu iktidara karşı muhalefeti kendine “görev” addetmiştir. Adalet sisteminde köklü reformlar yapılırken, baro, daha önce olağan hâle gelen ve minimuma indirilen “hataları” vitrine çıkarmayı tercih etmiştir.

İstanbul Barosu’nun, Ergenekon, Balyoz, Kafes davalarından sonra düzenlediği panellerin, konferansların, etkinliklerin hemen hepsinin, yakalama, tutuklama, gözaltı vs ile ilgili olması tesadüf değildir. Yıllarca, gözaltında işkencelere, kayıplara, faili meçhullere, talimatla verilen mahkûmiyetlere vs. sesini çıkarmayan baronun, bunun binde birine bile maruz kalmayan Ergenekon ve Balyoz sanıklarına sahip çıkması ibretlik bir durumdur. Sanık haklarına sahip çıkması baronun asli görevi ise de, baro yönetimi, sanıklar arasında ayrım yapmaktadır. İstanbul Barosu, son dönemde dikkat çeken tutum ve tavırlarıyla, kendi varlık sebebini inkâr eden, “değişime karşı direnen” bir kurum görüntüsü vermektedir.

Korkunun ecele faydası olmadığı gibi, İstanbul Barosu da bu değişimden er geç nasibini alacaktır. İstanbul Barosu’nun bir üyesi olarak, baronun bu tutumu, durduğu yer, çoğu meslektaşım gibi beni de rahatsız ediyor. Hakkın ve haklının yanında yer almayan bir kurumu, hiçbir güç ayakta tutamaz. Darbelerin yarattığı onca yıkımdan sonra gelinen noktada, hukuk, güce (cuntaya) galebe çalmıştır. İstanbul Barosu yönetiminin tutum ve tavırları, mağlup olan bir ordunun savaşa devam eden müfrezelerini andırıyor. Meslektaşlarımız, “darbeci baro” algısı karşısında, umarım önümüzdeki seçimde, kararlarını yeniden gözden geçirme fırsatını bulurlar.

AVUKAT MÜÇTEBA KILIÇ (GENÇ SİVİLLER ESKİ ÜYESİ, İSTANBUL BAROSU’NA BAĞLI): İP, BAROYU SİYASİ BİR KALDIRAÇ OLARAK KULLANIYOR

Son seçimde ikiye bölünen Önce İlke grubu, Ümraniye soruşturmasıyla başlayıp Silivri’de görülen ve kamuoyu tarafından Ergenekon davası olarak bilinen davanın sanıklarını kim daha fazla savunacak yarışına girdi. Baro yönetimini bu iki grubun yarışında daha fanatik bir savunma tarzı geliştiren Ümit Kocasakal’ın kazanması şaşırtıcı olmadı. Şu anki yönetim, İşçi Partisi’nin politikalarını yayabilmek için İstanbul Barosu’nu bir siyasi kaldıraç olarak kullanmaktadır. Varsa yoksa ‘Silivri’de yargılanan ülkenin aydın muhalifleri’ denilerek insan haklarını hiçe sayanları gündeme taşıma gayreti içindedir.

Yine aynı yönetim geçen dönemde “Eşitlik, eşit insanlar arasında olur.” diyerek meslek liseliler aleyhinde katsayının uygulanması için dava açtı. Biz de “çocuklara dokunmayın” diyerek eşitliğe aykırı bir şekilde yürütmeyi durduran Danıştay Başkanı ve Daire Başkanı olan hâkimlere posta yoluyla ihtarname göndermiştik. Danıştay Başkanı beni avukatlık mesleğine aykırı davrandığım için şikâyet etti. O zamanki yönetim Ergenekon sanıkları lehine yürüyüş düzenleyince Taksim Meydanı’nda “Darbeci Baro! Taksim’e Hoş Geldin” pankartıyla karşılanmıştı. Avukatlığını yaptığım iki eylemciye anormal bir şiddeti uygulanmış, polisin hızlı davranması üzerine müvekkillerim zor kurtulmuştu. Şu anki yönetim yine bir Ergenekon’a destek yürüyüşü düzenlemişti. Bu sefer de bir otelden “Anlarsın ya Baro” afişi sarkıtılmıştı. Kadın iki eylemciye şiddet uygulanmış, müvekkillerimin durumu için yanlarına gittiğimde birkaç yumruk darbesiyle kendimi zor kurtarmıştım.

Cezalandırılmam için yönetim kurulunda disiplin soruşturması açılması kararı verildi. Ancak İstanbul Barosu Disiplin Kurulu, ihtarnameyi dilekçe hakkı kapsamındadır diyerek beni oy birliğiyle temize çıkardı. Danıştay Başkanı’nın itirazı üzerine Barolar Birliği Disiplin Kurulu da tarafıma uyarı cezası vererek sicilimi bozdu.

SON VİDEO HABER

Uçakta olay çıkarıp, 'Türkiye'yi satın alırım' diye tehdit etti

Haber Ara