Dolar

34,9543

Euro

36,6198

Altın

3.011,31

Bist

10.058,63

Davutoğlu: Stratejik düşünme zamanı2

Foreign Policy dergisinin 2010 ve 2011 için 100 Fikir Adamı listesine giren Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Cairo Review'in soruları cevapladı.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-04-24 13:23:04

Davutoğlu: Stratejik düşünme zamanı2
Üçüncü şahıslar için Suriye'dekine benzer bir krizi ele almanın en etkili yolu nedir?

Suriye'deki krizi ele almanın en etkili yolu uluslararası toplumun bir bütün olarak ortak bir tutum sergilemesidir. Esad rejimi ancak bu tutumdan sonra sürdürdüğü politikanın yalnızca katliama neden olduğunu anlayabilir. Suriye ile 910 kilometre uzunluğundaki bir sınırı paylaşan Türkiye, ülkedeki krizin çözümüne ilişkin sarf edilen çabaların merkezinde bulunmaya devam edecektir. Arap Birliği bölgesel bir kuruluş olması dolayısıyla uluslararası toplumun çabalarının yönlendirilmesinde bir eksen görevi üstlenmektedir. Krizi sonlandırmaya ilişkin bir formül bölge tarafından üretilmeli ve uluslararası toplumun desteğiyle uygulamaya konulmalıdır.

Suriye'deki istikrarsızlık -şiddetten kaçan birçok mültecinin akın etmesi veya ülkenin bir Kürt bölgesine sahip olması nedeniyle- Türkiye'ye yönelik bir tehdit oluşturmakta mıdır?

Suriye'de giderek kötüleşen durum yalnızca bölgesel değil uluslararası güvenlik ve istikrara ilişkin bir tehdit oluşturma potansiyeline sahiptir. Türkiye ve Suriye halklarının sahip oldukları yakın ve derin tarihî ve kültürel bağların yanı sıra Türkiye en uzun kara sınırını Suriye ile paylaşmaktadır. Türkiye'nin Suriye'de yaşanan olumsuz gelişmelerden etkilenmeyecek olması düşünülemez. Olayla ilgili tüm Türk yetkililer durumu ihtiyatlı bir şekilde takip etmekte ve Suriye'den kaynaklanacak herhangi bir istikrarsızlığa ilişkin gerekli tedbirleri almaya hazırdır. Bunlar arasında kitlesel mülteci göçü de bulunmaktadır.

Türkiye ile İsrail ilişkilerinin bir daha eski düzeyine ulaşmayacağı yönündeki spekülasyonlara katılıyor musunuz? Başbakan Erdoğan'ın Davos'u terk etmesi ve filo olayına ilişkin öfkesi göz önüne alındığında Türkiye'nin İsrail'e ilişkin siyasetinin "duygusal" bir boyuta taşındığını söyleyebilir miyiz?

Orta Doğu barış sürecindeki bazı olumlu gelişmeler Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerine de yansımıştır. Madrid Barış Konferansı ve Oslo Barış Antlaşması sonrasında Türkiye 1990'ların başlarında İsrail ile ilişkisini ilerletmiştir. Yıllar geçtikçe Türkiye ile İsrail daha iyi ilişkiler kurmuş ve bu ilişkilerin Orta Doğu barış sürecine hizmet etmesi amaçlanmıştır. Ancak İsrail'in eylemleri ve izlediği politika bölgedeki barış ve istikrara zarar vermiş ve ikili ilişkilerimizi olumsuz bir şekilde etkilemiştir. 1956'daki Süveyş Kanalı krizi, 1980'de İsrail'in Doğu Kudüs'ü ilhak etmesi ve İsrail'in işgal altındaki Filistin topraklarına düzenlediği zalim askerî saldırılar, özellikle de 2008 Aralık ayında yapılan "Dökme Kurşun Operasyonu" bunlar arasında yer almaktadır.

İsrail'in 31 Mayıs 2010 tarihinde açık denizdeki bir uluslararası insani yardım konvoyuna düzenlediği, 9 masum sivilin hayatını kaybettiği ve birçoğunun da yaralandığı saldırı ilişkilerimizin kaçınılmaz bir şekilde bozulmasına neden olmuştur. Söz konusu saldırı açık bir şekilde uluslararası hukuku ihlal etmiştir. İsrail bu olay nedeniyle yalnızca Türkiye değil tüm uluslararası toplum tarafından eleştirilmiştir.

Söz konusu zalim saldırı Türk halkının kalplerinde ve akıllarında silinmeyecek bir iz bırakmıştır. İsrail tarafından işlenilen suç basit bir savunma değildir. İsrail yalnızca uluslararası hukuku değil aynı zamanda en temel insani değer olan yaşama hakkını da ihlal etmiştir. Yine de biz geçtiğimiz 21 ay boyunca sorumlu ve sağduyulu bir şekilde hareket ettik. Olayla ilgili beklentilerimiz makul ve gerçekçiydi. İsrail, bu gerçeğe rağmen ve uluslararası ilişkilerin genel uygulamasına ters düşecek şekilde Türkiye'nin yasal taleplerini şimdiye kadar yerine getirmeyi başaramamıştır. Bu talepler arasında özür dilenmesi, tazminat ödenmesi ve Gazze'ye uygulanan ablukanın sonlandırılması yer almaktadır. Hiçbir ülke, vatandaşlarının yabancı güçler tarafından açık denizde öldürülmesine ve diğer yolcuların kötü muameleye maruz bırakılmasına göz yumamaz.

Türkiye'nin talepleri oldukça açıktır. İsrail özür dilemeli ve tazminat ödemelidir. Gazze'ye uygulanan gayrimeşru abluka kaldırılmalıdır. İsrail hükûmeti bir seçim yapmalıdır. İsrail, gerçek güvenliğin yalnızca gerçek barışla tesis edilebileceğini anlamalıdır. İsrail'in büyük resmi görmesini ve kendi çıkarlarına en iyi hizmet edecek yolu bulmasını umuyoruz. İlişkilerimizin normalleşmesi İsrail'in atacağı adımlara bağlıdır.

Türkiye'nin, İsrail ile Suriye arasındaki bir barış anlaşmasında yaptığı ara buluculuk girişiminde siz de yer almıştınız ve bu anlaşma bir ölçüye kadar başarılı oldu. Ara buluculuk görevinizin iç yüzünü ve bu anlaşmaya ne olduğunu söyleyebilir misiniz? Bir İsrail-Filistin anlaşmasının olasılığı nedir?

İsrail-Filistin anlaşmazlığı Orta Doğu'nun merkezinde yer alan bir konudur. Son dönemde bölgemizde yaşanan önemli değişiklikler bu sorunun çözümünü her zamankinden daha mühim bir hale getirmiştir. Türkiye bağımsız, özerk ve gelişebilen, Doğu Kudüs'ün başkent olacağı ve İsrail devleti ile barış içinde yaşayan bir Filistin devletinin kurulmasına vesile olacak iki devletli bir çözümü desteklemektedir.

İki taraf arasındaki müzakerelerin başlamasına ilişkin her türlü çabayı memnuniyetle karşılar ve destekleriz. Ancak anlamlı müzakerelerin yapılabilmesi iki tarafın aynı düzeyde olmasıyla mümkündür. İsrailliler 1948 yılından bu yana kendi devletlerinin keyfini sürerken Filistinlilere yıllarca böyle bir hakka sahip olmadıkları söylendi. BM tarafından tam olarak tanınma çabasıyla Filistinliler tarafından atılan adımlar böylesi bir tek taraflı yaklaşımı gündem dışı bırakabilir. Söz konusu dengesizliğe değinmenin tam zamanıdır. İsrail her anlamda kendisiyle eşit seviyede bir ülkeye sahip olmalıdır. Filistinliler tanınmış bir devlete sahip olmalıdır.

Barış çabalarının önündeki ilk engel İsrail hükûmetinin işgal altında bulunan Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşim yerleri konusundaki uzlaşmazlığıdır. İsrail'in Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te devam ettirdiği yerleşim bölgesi inşaatları konusunda derin endişe duymaktayız. Yerleşimler hem uluslararası hukuku hem de Yol Haritası taahhütlerini ihlal etmekte ve iki devletli bir çözüm vizyonunu tehlikeye atmaktadır. Eğer barış süreci gerçek anlamda yeniden canlanır ve başarıyla sonuçlanırsa İsrail kendini, özellikle 1967 sınırları konusundaki nihai konum parametrelerine riayet etmeye adamalıdır.

Türkiye Orta Doğu barış sürecinin İsrail-Filistin, İsrail-Suriye ve İsrail-Lübnan olmak üzere üç rotada ilerleme kaydetmesi gerektiğine inanmaktadır. Türkiye bu anlayışla geçmişte İsrail ile Suriye arasında ara buluculuk yapmıştır. Her iki taraf doğrudan müzakerelere başlamak üzereyken bu süreç İsrail'in Gazze Şeridi'ne düzenlediği saldırıyla sekteye uğramıştır. Bölgedeki koşulların normalleşmesiyle bu rotanın da bir an önce canlanmasını umuyoruz.

Türkiye ile Brezilya'nın İran'ın nükleer programına ilişkin sorunun çözümü konusunda sarf ettikleri bir çaba olan Tahran Bildirisine de dâhil oldunuz. Bu girişim bir başarı mı yoksa başarısızlık mıydı?

Tahran Ortak Bildirisini bir başarı veya başarısızlık olarak değerlendiremeyiz. Bu, İran ile yaşanan uzun süreli diplomatik anlaşmazlığın çözümü adına uluslararası toplumun kaçırdığı bir fırsattır. Tahran Ortak Bildirisi İran ile samimi bir diplomatik iş birliğinin sonuç verebileceğini ortaya koymuştur. Eğer Bildiride yer alan öneri uygulanabilseydi bu, İran'ın nükleer programı konusunda yapıcı bir diplomatik sürecin başlamasına yardımcı olabilirdi. Güven inşa eden tedbirlerin, doğru bağlamda ele alınmaları durumunda ortaya konabileceğine inanıyoruz. Tahran Ortak Bildirisi gelecekteki çabalar için başarılı bir örnek teşkil etmektedir.

ABD önderliğindeki Batılı ülkeler İran'ın nükleer bir güç olmakta kararlı olduğuna dair güçlü kuşkularını ifade ediyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?

Sorun her şeyden önce bir güven krizi. Uluslararası toplumun İran'ın nükleer programının barışçıl niteliğine güvenmemesi ve İran'ın kendi güvenlik algıları taraflar arasında büyük bir psikolojik engel oluşturuyor. Bu engellerin aşılması ancak her iki tarafın endişelerini ve beklentilerini dikkate alan ciddi ve hedefi olan müzakerelerle mümkün olabilir.

Gerçek bir diplomatik çıkış yokluğunda İran Batı ile çarpışma rotasında mı?

Önceki deneyimlerine dayanarak İran'ın Batılı muadillerinin ilkelerinin ve standartlarının tutarlılığını sorgulamak için kendince sebepleri olabilir. Ancak İran nükleer meselesine barışçıl bir çözüm bulunması tüm tarafların çıkarınadır. Fakat psikolojik faktörün etkisi ve taraflar arasındaki güven krizi göz önüne alındığında süreç kolay olmayacaktır. İstenen sonuca ulaşmak için sabırlı ve sebatlı bir diplomasiye ihtiyaç olacaktır. Ancak mevcut çıkmazı aşmayı amaçlayan bir dizi paralel eylem konusunda ön görüşmeler de dâhil aşamalı bir süreçle, önemli meselelerin tarafların hepsini tatmin eden bir çözümüne varmak mümkün olacaktır.

Türkiye, İran'ın nükleer projesini bozmak için İsrail'in İran'a askerî bir saldırı düzenlemesine nasıl bakacaktır?


Türkiye İran'a yönelik her tür askerî saldırıya karşıdır. Askerî seçenek İran'ın nükleer aktivitelerinin oluşturduğu sorunlara bir çözüm oluşturmamaktadır. Her tür askerî eylem, aksine, çözmekten ziyade daha fazla sorun yaratacaktır, özellikle bölgesel ve küresel barış, güvenlik ve istikrar üzerindeki kaçınılmaz olumsuz etkileri açısından. Bu nedenle, diyalog ve iş birliği yoluyla barışçıl bir çözüme yönelik kararlı çabaların uygulanabilir başka alternatifi yoktur. Müzakere tek seçenek olmaya devam etmektedir.

Türkiye Irak'ın 2003'te ABD öncülüğündeki işgaline güçlü bir muhalefet sergiledi. Yaklaşık on yıl sonra sonuçları ve Irak'ın dönüşümünün Kürt meselesi de dâhil Türkiye'nin çıkarları açısından etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle Türkiye'nin Irak'a yönelik politikasının ana hatlarından bahsederek başlayayım. Türkiye halkıyla ve komşularıyla barışık, istikrarlı, güvenli, demokratik ve müreffeh bir Irak görmeyi arzu etmektedir. Irak ile güçlü kültürel ve tarihî bağlarımız var ve Irak toplumunun tüm kesimleriyle yakın ilişki içinde olmaya önem veriyoruz.

Savaşın her şeyden önce komşu ülke olarak Türkiye'yi etkileyeceğini bildiğimizden Irak'ta savaş konusunda hepimizin kaygıları vardı. Türkiye Irak'taki savaş ve takip eden istikrarsızlık nedeniyle muhtelif açılardan mağdur oldu. İstikrarsızlık ve iktidar boşluğu kuzey Irak'ı, bu bölgeyi Türkiye'ye karşı saldırılar planlamak ve gerçekleştirmek için bir üs olarak kullanan PKK teröristleri için güvenli bir sığınağa dönüştürdü. Ekonomik ve ticari çıkarlarımız da ciddi şekilde zarar gördü. PKK terör örgütü sadece Türkiye'nin değil aynı zamanda Irak da dâhil komşularımızın güvenliğine ve istikrarına yönelik de bir tehdit oluşturmaktadır.

Son yıllarda Türkiye kuzey Irak'taki Kürt bölgesiyle ilişkilerini önemli ölçüde iyileştirmiştir. Türk iş adamları, müteahhitler ve işçiler kuzey Irak'ın refahına önemli katkılarda bulunmaktadır. Kuzey Irak'taki bölgesel otoriteler de dâhil Irak'tan beklentimiz, PKK terör örgütünün oradaki varlığına ve faaliyetlerine son vermek için kararlı ve sonuç odaklı önlemler almasıdır.

ABD kuvvetlerinin Aralık 2011'de Irak'tan çekilmesi Iraklı liderlere, kendilerine ve uluslararası topluma istikrarlı, demokratik ve müreffeh bir Irak kurmak için birlikte çalışabildiklerini kanıtlamak için bir fırsat sunmuştur. Ancak ABD askerlerinin çekilmesinin ardından Irak bir kez daha siyasi istikrarsızlığa sürüklenmiştir. Devam eden siyasi krizin ülkede mezhep çatışmalarının yinelenmesine yol açabileceği konusunda endişeliyiz. Bu nedenle tüm Iraklı liderlere, mevcut siyasi sorunlara karşılıklı olarak kabul edilebilir çözümler bulmak amacıyla uzlaşma ve müzakere yoluyla anlaşmazlıklarını çözmeleri çağrısında bulunuyoruz.

Türkiye'nin Orta Asya'daki çıkarları nelerdir ve bu bölgedeki ülkelerle ilişkileri geliştirmenin önündeki engeller nelerdir?

Orta Asya sunduğu pek çok fırsat ve zorlukla Avrasya'nın merkezinde yer almaktadır. 1991'de bağımsızlıklarını kazandıklarından beri bölgedeki ülkeler egemenliklerini geliştirmekte, devletlerini güçlendirmekte ve dünyayla entegrasyon düzeyini artırmakta önemli adımlar atmaktadır.

Ortak kültürel, tarihî ve dilsel bağları bulunan Türkiye bu ülkelerin bağımsızlığını tanıyan ilk ülkedir. Bu ülkelere yönelik başlıca hedeflerimiz işleyen bir demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi için çabaları desteklemek, siyasi ve ekonomik reform sürecini desteklemek, bölgedeki siyasi ve ekonomik istikrarı ve refahı ilerletmek, bölgesel işbirliğine olanak sağlayan bir ortamın oluşmasına katkıda bulunmak, Avrupa-Atlantik kurumlarına yönelik çabalarını desteklemek ve kendi enerji kaynaklarından yararlanmalarına yardım etmektir. Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (TDİK), yeni bir hükûmetler arası örgüt olarak, Türk dili konuşan ülkeler arasında kapsamlı iş birliğini destekleme amacıyla 2009'da kuruldu.

Son birkaç ayda, bölgede iki önemli gelişmeye tanık olduk. Birincisi, Kırgızistan parlamenter demokrasi yolunda önemli bir ilerleme kaydetti. İlk kez Orta Asya'da barışçıl bir iktidar devri vuku buldu. Türkiye Kırgızistan'ın tam bir demokrasi kurma emellerini desteklemeye devam edecektir. İkincisi, Kazakistan da çok partili demokratik bir sistem doğru yolunda ilerlemektedir. Somut demokratik sonuçlar vermesi için bu çabaları cesurca teşvik etmekteyiz. Halkların ihtiyaçlarını ve emellerini karşılayan bölgedeki bu dönüşüm çabalarını ve gelişmeleri memnuniyetle karşılıyor ve destekliyoruz.

On yıl önceki ilk seçim başarısından sonra, AKP hükümeti AB üyeliği için iyi bir yolda ilerliyor gibi görünüyordu ama bazı gözlemciler sürecin şu anda durduğunu düşünüyor. Ne oldu?

Türkiye'nin katılım müzakereleri 2005'te başladı ve devam ediyor. Amaç AB'nin oy birliğiyle alınan kararları temelinde üyelik. Bazı olumsuz eğilimlere rağmen, AB Türkiye'yi de kapsayan genişleme sürecini sürdürmekte kararlı olduğunu ifade ediyor. Avrupa Komisyonu tarafından geçtiğimiz ekim ayında yayımlanan 2011 Genişleme Stratejisi Belgesinde, "Türkiye'nin pek çok önemli alanda AB'ye katkısı ancak aktif ve güvenilir bir katılım süreciyle tam anlamıyla etkili olacaktır." denildi.

İç siyasi endişelerle katılım müzakerelerimize karşı çıkan birkaç ülke dışında, AB ülkeleri Türkiye'nin katılım sürecini desteklediklerini belirtiyorlar. Türkiye'nin Birliğe getireceği artı değerin farkındalar. Bahsettiğim Strateji Belgesi, Türkiye'nin, dinamik ekonomisi, önemli bölgesel rolü ve AB'nin dış politikasına ve enerji güvenliğine katkısıyla AB'nin güvenliği ve refahı için önemli bir ülke olduğunun altını çiziyor. Bölgesinde bir istikrar unsuru olarak Türkiye'nin AB'ye üyeliği sadece Birliğin küresel siyasi, ekonomik ve sosyokültürel gücünü artırmakla kalmayacak aynı zamanda bölgesel ve küresel barış ve istikrara, evrensel değerlerin daha geniş bir coğrafyaya yayılmasına ve kültürler arası diyaloğa da katkıda bulunacaktır.

AB'ye katılım stratejik hedefimizdir. AB üyeliğini Türkiye'nin daha fazla modernleşme ve dönüşüm için harcadığı tarihi çabaların ayrılmaz bir parçası olarak görüyorum. Diğer yandan, müzakerelerde daha fazla ilerleme kaydedilmesi için bitip tükenmeyen çabalarımıza rağmen sürecin bazı AB üyeleri tarafından yaratılan siyasi engeller sonucunda zorluklarla karşı karşıya olduğu doğrudur. Yine de geri dönülemez bir yoldaki bu süreci ve reform programımızı ilerletmekte kararlıyız. Bunu yaparak halkımıza günlük hayatlarının her alanında en yüksek normları ve standartları sağlamayı amaçlıyoruz. Aslına bakılırsa, son yıllarda kapsamlı reformlar yoluyla bu amaç için hâlihazırda büyük adımlar attık. Reformları sürdüreceğiz çünkü her şeyden önce bu Türk halkının yararına. İlgili tüm paydaşlara danışılarak hazırlanacak yeni, ilerici ve kapsamlı anayasa bu bağlamda önemli bir adım oluşturacaktır.

AB ile katılım müzakerelerinizde fasılları kapatabilmek için ne gibi somut adımlar atmayı düşünüyorsunuz?

Katılım sürecinin başından beri, 33 başlıktan 13'ü açıldı. Bu fasıllar farklı sektörleri kapsıyor; tarım, balıkçılık, enerji ve vergilendirmeden bilim ve araştırma, eğitim ve kültür ve çevreye kadar. Katılım süreci hiçbir zaman hiçbir ülke için kolay olmadı. Maalesef, müzakerelerin teknik niteliğine zarar veren ve aslında ahde vefa ilkesine ters düşen siyasi engellerle karşı karşıya kalıyoruz. Zorluklara rağmen, Türkiye süreci sürdürmekte kararlıdır.

Türkiye yüksek demokratik ve yasal normlara dayanan bir toplum temin etmek için kapsamlı bir yol haritasıyla ulusal bir program benimsemiş ve uygulamaya başlamıştır. Program mevzuatımızı AB'ninkiyle uyumlu hâle getirmek için çok sayıda yasal değişiklik öngörmektedir. İlgili tüm bakanlıklarımız ve kurumlarımız, Ulusal Programa uygun olarak, siyasi engeller kaldırılır kaldırılmaz tüm fasılları açmaya ve kapatmaya hazır olmak üzere, açık veya kapalı, müzakere fasılları üzerinde çalışmaya devam etmektedir.

Daha demokratik bir Orta Doğu ihtimali Türkiye'nin Avrupa ile gelecekteki birlikteliğiyle ilgili jeopolitik konumunu yeniden düşünmesine neden oldu mu?

AB'ye katılmaya aday olan Türkiye aynı anda Avrupalı, Akdenizli, Balkan, Kafkasyalı ve Orta Doğulu bir ülkedir. Tüm bu bölgeler zorluklar barındırmaktadır ama aynı zamanda halkları için fırsatlara da sahiptir. Türkiye'nin proaktif, çok boyutlu ve sonuç odaklı dış politikası tüm bu bölgelerde barış, istikrar ve refahın güçlenmesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Bu bizim çıkarımızadır. Bu AB'nin de çıkarınadır. Küresel uluslararası ortam hızla değişmektedir.

Dönüşüm şimdi anahtar kelimedir. Arap baharının uluslararası sistem üzerinde muazzam bir etkisi vardır ve olmaya da devam edecektir. Halkın meşru emellerini yansıtan siyasi geçiş, serbest ve demokratik temellere dayanan bir geleceğe yol açmaktadır. Arap dünyasındaki bu çalkantılı dönemde, jeopolitik konumumuz göz önüne alındığında, hem bu bölgenin bir parçası hem de AB adayı bir ülke olarak, Türkiye bölgedeki tüm halklar yararına, çözüm odaklı yaklaşımlarla bölgedeki anlaşmazlıkların barışçıl çözümünü ve diyaloğu teşvik etmeye devam edecektir.

Türkiye, Kıbrıs sorununu çözmek konusunda ciddi mi?


Şu hususu açıkça ifade etmeme izin verin: Türkiye olarak, Kıbrıs'ta müzakere edilmiş ve karşılıklı olarak üzerinde fikir birliğine varılmış bir çözüm istiyoruz, Kıbrıslı Türklerin ve BM Genel Sekreterinin bu yöndeki çabalarını tamamen destekliyoruz. Burada sorulması gereken soru şu: Kıbrıs sorununun çözümü hususunda Kıbrıslı Rumlar ciddi mi? Ne yazık ki şimdiye dek izledikleri yol ciddi olmadıklarını ortaya koyuyor.

Ada'da süregelen kapsamlı müzakere süreci 2008 yılında BM'nin himayesinde başlamış olup bu çerçevede liderler şimdiye kadar 140 kez bir araya geldi. Şimdiye kadar, bu süreçte çoğunlukla Kıbrıslı Türklerin BM tarafından da takdire şayan kapsamlı ve yapıcı teklifleri sayesinde ilerleme kaydedildi. Son olarak, üçlü liderler zirvesinin beşincisi 23-24 Ocakta New York'ta Greentree'de gerçekleşti. Uluslararası toplumun bu görüşmelere yönelik beklentisi yüksekti.

Türk tarafı olarak Grentree'deki görüşmelerin iki tarafın ve ayrıca üzerinde uzlaşı sağlanamamış geri kalan hususlara değinip üzerinde geniş kapsamlı pazarlıklar yürüterek bir çözüme varılması amacıyla üç garantör ülke Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallığın da katılacağı üst düzey görüşmelere önayak olması arzusundaydık. Ne yazık ki Kıbrıs Rum tarafının katı uyuşmaz tavrı nedeniyle böyle bir şey mümkün olmadı. Grentree'de Kıbrıslı Rumların, üst düzeyde bir toplantı kararını engellemek adına yan çizmesiyle çok önemli bir fırsat kaçırılmış oldu.

Şimdi, Kıbrıslı Rumların 2012'nin ikinci yarısındaki AB Dönem Başkanlığının yaklaşmasıyla çözüm fırsatı önemli oranda azaldı. Buna rağmen Kıbrıs Türk tarafı kararlı bir şekilde girişimlerini sürdürecek, biz de kendilerini sonuna kadar desteklemeye devam edeceğiz. Yine de bir parça umut var: Genel Sekreterin özel danışmanı (Alexander) Downer'ın mart ayında sürece dair değerlendirmesinin olumlu olması durumunda, Genel Sekreter, nisan ya da mayıs ayının başında üst düze toplantı çağrısında bulunabilir.

Bu görüşme, 1 Temmuzda AB Dönem Başkanlığını devralacak Kıbrıs'ta yeni bir ortaklığın önünü açacak bir çözüm anlaşmasıyla sonuçlanabilir. Ancak tüm bu umutlar Kıbrıs Rum tarafının içten bir şekilde müzakerelerde bulunmaması durumunda bir anlam ifade etmeyecektir. Kıbrıslı Rumların ilk önce Kıbrıslı Türklerle bir ortaklık ve ortak bir gelecek arzu edip etmediklerine dair bir karar vermeleri gerekiyor. Kıbrıslı Türkler 2004 yılında Annan Planı referandumunda çözüm isteyen tarafta yer alarak bu yöndeki isteklerini ispatladılar. Aynı siyasi iradeyi şimdi göstermesi gereken taraf Kıbrıslı Rumlardır. Genel Sekreter 2004 yılındaki raporunda, Kıbrıslı Rumların hâlâ Kıbrıs sorununun çözümünü istiyorlarsa bunu ispatlamaları gerektiğini açıkça beyan etti.

Siyasi çözüm olmaksızın Kıbrıs sorunu aynı zamanda doğu Akdeniz ve Orta Doğu'da iş birliği, istikrar ve güven açısından potansiyel riskler taşımaktadır. Kıbrıs Rum tarafının geçtiğimiz eylül ayında tek taraflı olarak açık denizde sondaj çalışmalarına başlaması ve bu provokatif girişimi takip eden gelişmeler, Kıbrıs sorununda çözümsüzlüğün devamının gerek bölgesel ve kısmen de küresel düzeyde barındırdığı riskleri ortaya koymuştur.

Kıbrıs Rum tarafının bu tek taraflı faaliyetleri ayrıca Kıbrıslı Türklerin Ada'nın doğal kaynakları üzerinde geçmişten gelen meşru eşit haklarını da önyargılı bir şekilde tehlikeye atmıştır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)Cumhurbaşkanı (Derviş) Eroğlu, Ada'nın doğal kaynaklarının adil paylaşımı ve bu kaynakların çözümün finanse edilmesinde kullanılması yönünde yapıcı önerilerde bulunmuş ancak bu öneriler Kıbrıslı Rumlarca hiçbir açıklamada bulunmaksızın geri çevrilmiştir. Bu kriz Kıbrıs'ta siyasi bir çözüme ne oranda ihtiyaç duyulduğunu net bir şekilde göstermektedir.

Diğer yandan, Türkiye ve KKTC, 2014 yılı itibarıyla Kuzey Kıbrıs'a 75 milyon metreküp içme suyunun taşınacağı bir boru hattı projesini uygulamaya koyacaktır. Bu miktar on katına kadar artırılabilirken bu miktar tüm adanın toplam su ihtiyacının iki katına eşit olacaktır. Türkiye olarak bu projeden Ada'nın tamamının faydalanmasını isteriz. Hidrokarbon kaynakları gibi bu yeni su kaynağı da süregelen müzakerelerin kapsamlı bir çözümle başarılı bir şekilde sonuçlanması için değerlendirilebilir. Bu nedenle Kıbrıs'ta karşılıklı üzerinde uzlaşıya varılmış bir çözüm sadece iki tarafın değil tüm bölgenin de yeni doğal kaynakların barışçıl kullanımıyla artacak refah düzeyinden faydalanmasını sağlayacaktır.

Türk tarafı Kıbrıs'ta karşılıklı üzerinde uzlaşıya varılmış bir çözüm hedefine tüm içtenliğiyle bağlıdır. Kıbrıs sorununun adil ve kalıcı bir şekilde çözümü sadece iki tarafın değil aynı zamanda AB'nin ve Türkiye'de dâhil olmak üzere ilgili tüm tarafların çıkarına olacaktır ve beraberinde doğu Akdeniz ve daha geniş bir bölgede barışa, iş birliğine ve istikrara katkıda bulunacaktır.

Türkiye'nin dış ilişkilerinde Ermeni sorunu da önemli bir sorun teşkil etmektedir. Ankara, Fransa Cumhurbaşkanını "Ermeni soykırımını" inkârını suç sayan bir yasanın imzalanmaması konusunda uyardı; bu konuda bir ilerleme kaydettiniz mi, yoksa her şey giderek daha da mı kötüleşiyor?

Fransa Anayasa Konseyinde, iki ayrı temyiz başvurusu görüldü: "Fransa'da yasalar tarafından tanınan soykırımların inkârını suç sayan" taslak yasanın Anayasa'ya aykırılığı göz önünde bulundurularak feshedilmesi bağlamında. Bu başvuruların altına imza atanlar hem Fransız milletvekilleri hem de senatörler. Fransa Anayasa Konseyi 28 Şubatta taslak yasayı geçersiz kıldı. Bu iptali ifade ve araştırma özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ve uluslararası hukuk prensipleriyle aynı doğrultuda Fransa'da tarihin siyasileştirilmesine karşı atılmış bir adım olarak değerlendiriyoruz.

Fransa'da en üst düzey hukuki merci tarafından hayati bir hatanın düzeltilmiş olmasından memnuniyet duyuyoruz. Türkler ve Ermeniler her iki tarafın da acı çektiği uzun ve ortak geçmişlerinin bu trajik bölümünü farklı bir şekilde yorumluyorlar. Diyalog aracılığıyla bağımsız akademik çalışmalara dayanarak Ermenistan ile aramızdaki bu ayrı ve değişik yöndeki yorumların üstesinden gelmek istiyoruz. Amacımız eksiksiz tam bir hafızaya ulaşmak. Bu sorunun çözümü üçüncü ülkelerde skor elde etmeye çalışmak değil. Üçüncü ülkeler bu süreçte ayrımcı ve tek taraflı bir pozisyon almaktan çok, yapıcı bir rol üstlenmeliler.

Türkiye'nin gelişen NATO'daki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Türkiye 1952'den bu yana NATO'nun bir üyesi ve bu sene bu üyeliğin 60'ncı yıl dönümünü kutluyoruz. Türkiye ve İttifak ile beraber uluslararası sistem de değişmekte ancak NATO, savunma ve güvenlik politikamızın hâlen temel dayanağı. Avro-Atlantik güvenliği açısından kendine özgü tek forum olan NATO, Türkiye'ye, uluslararası güvenlik ile alakalı kendi görüş ve beklentilerini ileri sürme ve Atlantik ötesi girişimleri güçlü bir şekilde etkileme imkânı sunuyor.

Türkiye'nin NATO üyeliği aynı zamanda küresel kimliğinin ayrılmaz bir parçası. Türkiye, NATO kapsamında kolektif savunma ve kriz yönetimi çerçevesinde yürütülen misyonlarda ve operasyonlarda yer almaya devam ediyor. Türkiye, NATO'nun görev yaptığı geniş coğrafyadaki halklar ve ülkelerle arasındaki derin tarihî bağları kullanma yoluyla "yumuşak gücünü" harekete geçiriyor. Avro-Atlantik bölgesinin güvenliğinin ve istikrarının Orta Doğu ile yakından bağlantılı olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak Türkiye, NATO'nun Orta Doğu ülkeleri ile arasındaki ilişkilerinin ortaklık Akdeniz Diyaloğu ve İstanbul İşbirliği İnisiyatifi gibi ortaklık mekanizmaları aracılığıyla geliştirilmesinde öncü rol oynuyor. NATO'nun gelecekteki gelişim sürecine değer katmaya devam edebiliriz. Bu itibarla NATO, yeni stratejik ortamın getirdiği risk ve tehditlere gereken cevabı vermeye devam edecektir.

Yüzyıllarca süren rekabette tarihî iki rakip Türkiye ve Rusya yeni dünya düzeninde -muhtemelen doğal gaz iş birliğinin sunduğu karşılıklı çıkarlara dayanarak- temelde sağlıklı bir ortaklık mı kuruyor?

Rusya ile 600 yıl öncesinin her iki ülkenin de çok etnikli imparatorluklar olduğu döneme uzanan yoğun ilişkilere sahibiz. St.Petersburg, Osmanlı İmparatorluğu'nun daimî büyükelçi gönderdiği ilk başkentlerden bir tanesidir. İki komşu imparatorluk arasındaki rekabet, Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, iş birliğine dönüştü. Bu iş birliği özellikle de ekonomi alanında soğuk savaş sırasında dahi devam etmiştir.

1990'ların başından itibaren Rusya ile ilişkilerimiz hızla gelişmiştir. Türkiye-Rusya ilişkileri Türkiye'nin çok boyutlu dış politikasının ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Karşılıklı güven atmosferini korumak ve güçlendirmek ve iş birliğimizi her iki tarafın yararına ilerletmek üzere Rusya ile samimi ve açık bir diyalog sürdürüyoruz.

Ekonomik iş birliği Türkiye-Rusya ilişkilerinin arkasındaki itici gücü oluşturmaktadır. Kasım 2011 itibarıyla 26,9 milyar dolar olan ticaret hacmimiz artmaya devam etmektedir. İki ülke liderleri ikili ticaret hacminin 2015 sonunda 100 milyar dolara ulaşmasına dair hedef koydular. Rusya'daki Türk yatırımlarının hacmi 7 milyar doları geçmiştir. Türk şirketleri gıdadan inşaata, tekstil sektörüne kadar geniş bir alanda faaliyet göstermektedirler. İnşaat firmalarımız bugüne kadar 32 milyar dolar değerinde 1191 proje üstlenmişlerdir. Türkiye'deki Rus yatırımlarının hacmi de 7 milyar dolara ulaşmıştır. Ülkemizin Rus turistler tarafından 2011 yılında da en çok tercih edilen ülke olmaya devam etmesinden memnuniyet duyduk. Geçtiğimiz yıl 3,6 milyon Rus turist Türkiye'yi ziyaret etmiştir. 17 Nisan 2011 tarihinde vize muafiyeti anlaşması yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşmanın yürürlüğe girmesinin ticaret, ekonomi, taşımacılık ve turizm alanlarındaki iş birliğimize katkıda bulunacağına inanıyoruz.

Enerji alanındaki iş birliğimiz, ilişkilerimize stratejik bir açı kazandırmıştır. Rusya, iki boru hattıyla Türkiye'nin en büyük doğal gaz tedarikçisidir. Ekonomik ilişkiler itici güçken, yüksek düzeyli diyalog ikili ilişkilerimizin stratejik istikametini belirlemiştir. Cumhurbaşkanı (Dimitri) Medvedev'in Mayıs 2010 tarihinde Türkiye'ye gerçekleştirdiği resmî ziyaret sırasında kurulan Üst Düzey İşbirliği Konseyi ilişkilerimizde yeni bir sayfa açmıştır. İkinci toplantıyı Başbakanımızın 15-17 Mart 2011 tarihlerindeki Moskova ziyareti sırasında gerçekleştirdik. Bu ziyaret, modern çağda ilişkilerimizin temeli olan Moskova Anlaşması'nın sona ermesinin 90. yılına denk geldi. Üçüncü toplantıyı bu yıl yapmayı planlıyoruz.

Suriye, genel olarak Arap ayaklanmaları, İran'ın nükleer programı, Kafkaslar, Orta Asya ve bunun gibi krizlerden bölgesel sorunlardan söz ederken Türkiye-Rusya iş birliğinden memnun musunuz?

İstikrarlı, pazara yönelik, demokratik ve barış içindeki Rusya'nın bölgesel barış ve istikrar için ve aynı zamanda Avrupa'nın güvenliğinin mimarisi için kesinlikle değerli olduğuna inanıyoruz. Biz Rusya'yı önemli ortaklarımızdan birisi ve önemli bir bölgesel ve küresel aktör olarak görüyoruz. Rusya ile samimi ve açık bir diyaloğun bölgemizin olumlu yönde değişimine yardımcı olacağına inanıyoruz. Kafkaslar ve Doğu Avrupa ile dondurulmuş sorunların çözümünde Rusya'nın katkısı gereklidir. Aynı şekilde, Rusya'nın Suriye krizinde yapıcı bir rol oynaması birçok tarafça beklenmektedir. Ocak ayında Rusya'ya yaptığım ziyarette bu ana konularımızdan birisiydi.

Cumhurbaşkanı Gül Washington ile ilişkilerde "altın çağ"dan bahsetti. AKP on yıl önce iktidara geldikten sonra ilişkiler pek iyi değildi. Ne oldu?


Türkiye ve ABD şu anda ileri derecede iş birliğine sahiptir. Başkan Obama ilk deniz aşırı ziyaretini başkan olduktan hemen sonra Türkiye'ye gerçekleştirmiştir. Ancak uluslararası konularda her zaman aynı yaklaşımı sergilemiyoruz. Çünkü Türkiye'nin komşularıyla geleneksel güçlü ilişkileri vardır ve bunun ötesinde bölgemizde meydana gelen olaylarda Türkiye'nin yaklaşımında bazen nüanslar olabilir. Türkiye'nin coğrafyası çok yönlü bir dış politikayı gerekli kılmaktadır. Bu nedenle, Türkiye ve Amerika'yı ilgilendiren çok konumuz var. Türkiye barış, istikrar ve ekonomik gelişme hedeflerini kucaklayan her ülkeyle çalışmaya hazırdır. "On yıl önce bu hükûmet iktidara geldikten sonra ilişkiler çok iyi değil" ifadesini kabul etmek mümkün değil. Her ülkede hükûmet değişikliği olduktan sonra spekülasyonlar olmaktadır. Türkiye'nin, kapsamlı demokratik ve siyasi reformlarını ve son on yıldaki mükemmel ekonomik performansını kapsayan kararlı yolculuğu bu tür yersiz ifadeleri gidermeye yeterlidir.

Türkiye-Amerika ilişkileri için önemli olan ve oldukça iyi görünen Başbakan Erdoğan ve Başkan Obama arasındaki ilişkiyi anlatır mısınız?

Bölgemizdeki ve bölgemiz dışındaki gelişmeler müttefiklerimiz ve ortaklarımızla yakın müzakere ve iş birliğini gerektirmektedir. Bu anlayış çerçevesinde Başbakan Erdoğan Başkan Obama ile her iki tarafı da ilgilendiren uluslararası konularda mutat görüş alışverişinde bulunmaktadır. Ayrıca Başkan Obama'nın bir süre önce Başbakan Erdoğan'ı, en etkili çalışma ilişkisi içinde olduğu beş dünya liderinden birisi olarak saydığını hatırlayacaksınız.

Türkiye'nin çıkarları, Orta Doğu bölgesi ve bir bütün olarak küresel güvenlik açısından Obama yönetimi dönemindeki Amerikan politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?


Türkiye, çok taraflılığı destekleyen ve uluslararası anlaşmazlıklarda barışçıl çözümün sağlanmasında BM Güvenlik Konseyi çerçevesinde geniş katılımlı uluslararası destek arayan Amerikan dış politikasını memnuniyetle karşılamaktadır. Biz yasalar ve uluslararası yasaların kurallarına göre şekillenen prensipli dış politikanın sonunda başarıya ulaşacağına inanıyoruz. Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da meydana gelen bir dizi olay, bu prensiplerin vazgeçilmez yönlerine dikkat çekmiştir. Bölgede demokratik, sorumlu ve güvenilir hükûmetlere yönelik çağrılar eş değer önemdedir. Ayrıca, nereden kaynaklandığına bakmadan, halkın kabul edilebilir taleplerinin duymazdan gelinmemesi gerektiğine dikkat çekmek isterim.
SON VİDEO HABER

Polis memuru, ölümüne neden olduğu gencin ailesinden af diledi

Haber Ara