İsrail Washington’u 28 Şubat’a nasıl ikna etti?
28 Şubat darbesine Washington’da kimlerin destek verdiği herkesin ulaşabileceği açık bilgilerdir. 2010’da Washington’da yapılan ‘Türkiye Nereye Gidiyor?’ başlıklı toplantılarda konuşulanlar açığa çıkarsa, Washington’da bazı kesimlerin Türkiye’de hükümet devirmek konusunda ne kadar hevesli olduğunu hep beraber görürüz.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-04-23 03:38:09
Yalnızca 2 ay önce çıkan 28 Şubat’la ilgili yazdığım bir makalede, 28 Şubat’ı hiper-reel bir darbe olarak tanımlamış, gerekçe olarak da 28 Şubat mağduriyetlerinin hala devam ettiğini, 28 Şubat üzerine bir literatürün halen oluşmadığını, 28 Şubat’ın “üzerinden 15 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ ne medyada, ne akademide, ne de sanat alanında yeterince” tartışılmadığını göstermiştim(1). Geçtiğimiz bir haftada yaşanan 28 Şubat tutuklamaları ve ardından başlayan tartışmalar, bu makalenin en azından giriş bölümünü neredeyse tamamen geçersiz hale getirdi. Bir hafta 15 yılda yapılmayanı yaptı: İtiraflar, suçlamalar, ifşaatlar ve anlatılmayan mağduriyetlerin anlatımı birbirini izledi. Tartışmaların en ilginç yanı ise darbenin mağdurlarından Cengiz Çandar’ın Neşe Düzel’e verdiği röportajda 28 Şubat’ın dış bağlantılarından bahsetmesi oldu. Çandar röportajda “Türk Silahlı Kuvvetleri ile ‘İsrail establishment’ı ve Amerika’daki İsrail yanlısı çekirdek kadrolar arasındaki çok yoğun ve yakın ilişkiyi görmeden 28 Şubat’ı anlayamayız” diyerek 28 Şubat’ı son derece etkileyici ve özlü bir şekilde tarif etmişti. Çandar’ın sözlerinin bu kadar gürültü koparmasının nedeni ise yalnızca 28 Şubat’ın tarif edilen koalisyonla yapılmış olması değil, ulusalcı bir darbenin dış destekle yapılmış olduğunu açıkça dile getirmesidir. Akademik çevreler başta olmak üzere, yıllarca askeri darbelerde dış faktör tartışmasının küçümsendiği ya da görmezden gelindiği göz önüne alınırsa, Çandar’ın sözlerinin Türk siyasi tarihi çalışmalarında da etkisinin olması beklenecektir.
Soğuk Savaş’ın başlamasından beri Türkiye’de üçü konvansiyonel, biri post-modern olmak üzere toplam dört darbe yapılırken, 27 Nisan 2007’deki beşinci deneme ise bir sivil iktidar tarafından geri püskürtüldü. Bu tarihten sonra başlayan darbe tartışmaları, darbelerdeki sivil-asker ittifakını, farklı vesayet uygulamalarını, demokratikleşme sorunlarını vs. gündeme getirerek önemli tartışmalara yol açtı. Ancak bu tartışmaların neredeyse hiç biri darbelerdeki dış faktörü gündeme getirmedi. Hem de 27 Nisan 2007 darbe teşebbüsünün işaret fişeği bile yabancı basında yer alan meşhur ‘50-50’ yazısıyla atılmışken. Darbelerde dış faktörün ihmali biraz Türkiye’ye has bir tartışma. Soğuk Savaş döneminde dünyanın dört bir yanında yaşanan askeri darbelerin neredeyse tamamı dış destekli ya da doğrudan dışarıda planlanan darbelerdi. Zaten ‘soğuk savaş’ kavramının bizatihi kendisi, sıcak savaşa gerek duymadan savaşma nosyonuyla darbeleri en önemli mücadele alanı olarak görüyordu. Bu çerçevede Latin Amerika’yı ‘Batı Yarımküresi’ adı altında kendi arka bahçesi olarak gören ABD’nin Küba’nın ardından Latin Amerika’da başka bir kayba tahammülü yoktu. Latin Amerika’daki darbelerde ABD’nin rolü üzerine ciltlerce kitaptan oluşan geniş bir literatür bulmak mümkün. Bunun gibi gerek Afrika’da gerekse de Asya’da gerek NATO gerekse de Varşova Paktı destekli birçok darbe yaşanmış ya da darbe teşebbüsü gerçekleşmiştir. Tüm bu literatüre rağmen Türkiye’deki askeri darbelerde dış faktör konusu halen kayda değer akademik çalışmalara konu olmamış, darbelerdeki dış bağlantılar adeta görmezden gelinmiştir. Darbelerdeki dış bağlantıdan bahsedilen metinlerse ya komplo teorileri ile dolu, iddiaları zayıf, analiz içermeyen metinlerden oluşuyor ya da gazetecilerin yazdığı dönem kitaplarında ya da hatıratlarda kendisine yer bulabiliyor. Bu nedenle Türk siyasi tarihi darbelerdeki dış faktörün yerli yerine oturtulduğu şekliyle yeniden yazılmak zorundadır. 28 Şubat tartışması da bu açıdan çığır açıcı bir tartışma olarak görülmektedir.
NATO ve darbeler
Türkiye’deki darbelerde dış faktörü analiz etmek için, öncelikle Latin Amerika ya da dünyanın diğer ülkelerindeki darbelerle NATO üyesi ülkelerdeki darbelerin birbirinden ayrıştırmak gerekir. Türkiye’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı ile Rus tehdidine karşı bir koruma kalkanı olacağı umuduyla dahil olduğu Transatlantik Ekseni, sadece askeri ve ekonomik konulara müdahale ile gelmemiştir ülkemize. Soğuk Savaş’ta ‘Hür Dünya’ ve ‘Demir Perde’ olarak ikiye bölünen dünyadaki siyasi atmosfer, Hür Dünya’ya dahil olmanın maliyetlerinden birisi olarak çok partili hayata geçişi de zorunlu kılmıştı. Böylece hür olunmasa da ‘hür’ görünme zorunluluğu hasıl olmuştur. Sovyet bloğuna karşı kendisini özgürlüğün ve liberal demokrasinin hakim olduğu bir yapı olarak sunan Transatlantik Ekseninin, siyasi meşruiyetine dayanak oluşturan çok partili yapı dışındaki siyasi duruma tahammülü yoktu Transatlantik İttifakı’nın. Burada Türk siyasilerinin anlamadığı ya da unuttuğu gerçek ise bu hürriyet imkanının siyasi elitlere sonsuz bir siyasa tercihi hakkı vermediğiydi. Demokrat Parti’nin 1950’lerin sonuna doğru alt yapı ve sanayileşme konusunda destek için yüzünü Sovyetler Birliği’ne dönerek, ‘çok boyutlu dış politika’ izlemeyi denemesi ilk ‘eksen kayması’ şokunu yarattı İttifak’ta. Hürriyete iç siyasi hayatta bürokratik vesayet şartıyla tahammül edebilen İttifakın, Soğuk Savaş atmosferinde ülkenin stratejik tercihlerini değiştirebilecek böylesi bir hamleye cevabı sert oldu: 27 Mayıs 1960 Darbesi.
Darbeyi yapan aktörlerin ilk olarak NATO’ya bağlılığını bildirmesinde bu nedenle şaşırılacak bir durum yoktur. Benzer şekilde 1970’lerin başında ülkede yaşanan toplumsal muhalefetin, stratejik tercihleri zorlar gelmesi İttifakı Türkiye konusunda zorlamıştır. Özellikle 9 Martçı cuntanın, ülke içinde Arap ülkelerini kasıp kavuran Baasçı modele benzer bir darbe hazırlığında olması tam anlamıyla alarm verici bir gelişmeydi. Dönemin Baasçı rejimlerinin stratejik tercihlerini Sovyetlerden ya da Bağlantısızlar Hareketi’nden yana yapması, Türkiye’de yaşanabilecek benzer bir darbenin ülkenin stratejik çizgisini İttifak’tan çevirebileceğini açıkça göstermiştir. Sonuç 12 Mart Muhtırası’dır.
12 Eylül darbesini mümkün kılan dış atmosfere bakıldığında ise İslam Devrimi’ne kaybedilen İran, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali, Pakistan’da Ziya ül Hak’ın askeri darbe ile iktidara gelmesi ve bu süreçte NATO’nun stratejisine aykırı olarak Türkiye’nin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönüşüne izin vermemesi göze çarpar2. Bir başka deyişle, Soğuk Savaş döneminde NATO’nun stratejik yönelimine ters bir noktada bulunan bir Türkiye’nin ‘ekseninin’ rayına oturtulması çabasıdır 12 Eylül 1980 darbesi. İşte Soğuk Savaş dönemi darbelerini belirleyen nokta tam da bu ‘eksen kayması’ ihtimalidir. Bu nedenle de darbelerin hemen ardından, ‘eksen kayması’ riski bertaraf edilerek asker kışlasına geri dönmüş, ‘hür dünya’ya yakışır bir tavır sergilenmiştir! Bu nedenle darbelerin olması da, askerin kışlaya hemen dönmesi de Soğuk Savaş’ın zorunluluklarından kaynaklanır.
Darbe, siyaset ve yöntem
Darbelerde dış destek tartışması sair ülkelerde çokça yapılan, varlığı değil, niteliği ve ağırlığı tartışılan bir konudur. Ancak Türkiye’de konunun gerek akademide gerekse de medyada neredeyse tabu haline gelmesi bize has bir durumdur. Bunun nedenlerinden biri Türkiye gibi kurumsal-bürokratik yapısı güçlü ülkelerde, içeride, özellikle de devlet elitlerinde önemli bir destek alınmadan dış aktörlerin darbe yapmasının pek mümkün olmamasıdır. Bu nedenle de Türkiye’deki tüm darbeler dış desteğini garantiye alabilmiş, iç siyasi kavgaların ürünüdür. Türkiye’deki darbelerde dış faktörü küçümseyen, abartan ya da görmezden gelenlerse sahadan, stratejik analizden ya da akademik kaygıdan dolayı bunu yapmıyorlar. Darbelerde dış faktörün hiç olmadığını savunanların, dış desteği komploculuk olarak gören Batıcı liberallerden ya da siyasi rakiplerini sandıkta deviremeyeceği için darbeden siyasi ve ekonomik rant devşirmiş sair kesimlerden çıkması şaşırtıcı değil. Darbelerin tamamen dış destekli olduğunu savunan komplocu yaklaşımsa Türkiye’deki bürokratik geleneğin ve iç siyasi dinamiklerin gücünü anlayamayan kesimler tarafından savunuluyor. Bunların yanı sıra darbeleri kendi siyasi pozisyonlarına getirdiği rant çerçevesinde dış destekli ya da yerli olarak göre seçmeci yaklaşımdan da bahsedilebilir. Tüm bu yaklaşımların ötesinde, artık Türkiye’de darbelerin iç-dış faktör dengesi üzerinden analiz edilmesi zorunlu artık hale gelmiştir.
Türkiye, İsrail, İsrail lobisi...
Darbelerdeki dış desteğin niteliği ve stratejik çerçevesine baktığımızda 28 Şubat’ı diğer darbelerden ayırmamız gerekir. Diğer darbeler Soğuk Savaş döneminde NATO üyesi Türkiye’nin NATO’nun stratejik çizgisinden çıkması ihtimali belirdiğinde gerçekleşmiştir. Oysa 28 Şubat, Türkiye’nin NATO’daki konumundan dolayı değil, tam tersine Soğuk Savaş sonrası NATO’daki değerinin azaldığı bir bağlamda gerçekleşmiştir. Bu nedenle diğer darbeleri mümkün kılan stratejik bağlam, 28 Şubat için geçerli değildir. Tam tersine ABD’de darbelere nispeten mesafeli demokrat bir başkanın bulunduğu siyasi atmosferde ABD’nin Türkiye’de darbe istemesi konjonktüre uygun değildir. Bu dönemde ise asıl öne çıkan darbe ittifakı Çandar’ın da belirttiği TSK içindeki bir grup, İsrail müesses nizamı ve Washington’daki İsrail Lobisi’nden oluşur.
Soğuk Savaş döneminde dışarıda Transatlantik Ekseninde kalma şartıyla içeride siyasi talepleri bastırma ruhsatı alan devlet elitlerinin, Soğuk Savaş sonrası ortama uyum sağlayamaması bu darbenin asıl iç nedenini oluşturur. Bir başka deyişle, İslam sorununu ‘irtica’ Kürt sorununu ‘bölücülük’ olarak kodlayan devlet elitleri, Hür Dünya-Demir Perde ikiliğinin getirdiği baskıdan da kurtulmanın etkisiyle, iç siyasi gelişmeleri yanlış okumuşlar, ülkenin tüm siyasi sorunlarını güvenlikleştirerek, devleti iflasa sürüklemişlerdir. Bunun getirdiği içerideki baskıcı yönetim, devlete silah ambargosu başta olmak üzere, çeşitli maliyetlerle geri dönmüştür. Soğuk Savaş sonrası bölgede yükselen İslamcı hareketleri kendisine birincil güvenlik riski olarak gören İsrail ise, bölgede İslamcılığa karşı savaşacak Arap olmayan stratejik ortak olarak Türkiye’yi bulmuştur. İki ülke arasındaki ilişkileri düzenleyense Türkiye’nin insan hakları karnesine bakmaksızın, veto riski olmaksızın silah alabileceği bir ülke, İsrail içinse hem silah pazarı hem de bölgede yeni bir stratejik eksen ihtimalidir. İsrail Lobisi’nin fonksiyonu ise bu stratejik ittifakı oluşturmak, ittifak için tarafları ikna etmek, hepsinden de daha önemlisi Washington’u 28 Şubat’a ikna etmektir.
Bu açıdan 1989’dan itibaren Washington’da çeşitli düzeylerde Türkiye’nin lobisini yapan Richard Perle’ün, 28 Şubat’ın hemen öncesinde, 1996 yılında ABD’li neocon isimlerle birlikte yeni başbakan seçilmiş Benjamin Netanyahu’ya Türkiye-İsrail-Ürdün eksenini oluşturacak ‘Temiz Kopuş3 başlıklı bir strateji metnini takdim etmesi kayda değerdir. İsrail’in yeni bir başlangıç yaparak, bölgedeki tehditleri bertaraf etmek, istikrarsızlaştırmak ya da geri püskürtmek için bu ittifaka ihtiyacı olduğunu savunan Perle’ün, Lobi’nin önemli isimlerinden biri olarak 28 Şubat Müdahalesi için Washington’da da lobi yapmış olduğu biliniyor. Benzer şekilde Lobi’nin akademi ayağından Daniel Pipes’ın ‘Yeni Bir Eksen’ başlığı4 ile 1997 yılında National Interest Dergisi’nde yayınladığı yazısında, 28 Şubat darbesi nedeniyle darbeyi ve TSK’yı överek, bu eksenin tüm bölgeyi değiştireceğini yazması da kayda değerdir. İki ülke arasında darbe sonrası ilişkilerin hangi alanda gelişeceğini de (istihbarat, silah alımı vs.) anlatan Pipes, darbeyi bu ittifakı mümkün kıldığı için onaylamaktadır.
Bu açıdan bakıldığında 28 Şubat darbesine Washington’da kimlerin destek verdiği yazılan makaleler ve yapılan toplantılar takip edilerek dahi bulunabilir. Bunlar herkesin ulaşabileceği açık bilgilerdir. Yakın zamana kadar Washington’daki Türkiye uzmanlarının sayısının çok az olması, var olanların da neredeyse tamamının aşırı İsrail yanlısı olması, Türkiye konusunda alınacak karar mercilerinde de ekseriyetle bu kişilerin bulunduğu göz önüne alınırsa mesele daha da netleşir. 27 Nisan Muhtırası sonrası Washington’da harekete geçen kesimler izlenerek de bu tablo kolaylıkla ortaya çıkarılabilirdi. Hatta daha da yakını, Haziran 2010’dan 12 Eylül 2010 tarihine kadar Washington’da farklı devlet birimlerinde birbiri ardına yapılan ‘Türkiye Nereye Gidiyor?’ başlıklı strateji toplantıları, bu toplantılarda konuşulanlar, alınan pozisyonlar bir gün açığa çıkarsa, en azından Washington’da bazı kesimlerin Türkiye’de hükümet devirmek ve yerine istediği hükümeti getirmek konusunda ne kadar hevesli olduğunu hep beraber görürüz. Bu kadar yakın zamanda yapılanlar göz önüne alındığında darbelerde dış desteğin olmadığını savunmak sadece bir propaganda ifadesi olabilir. Ancak asıl önemlisi Türkiye’de darbe ya da muhtıra ile siyasete müdahalede bulunmak isteyen dış aktörlerin artık içerideki ortaklarını koruyamaz hale gelmeleridir. Bu nedenle aslında izlediğimiz darbeye dış destek tartışması değildir. Asıl izlediğimiz darbenin iç aktörlerinin artık ne kadar kırılgan olduğu, korumasız hale geldiğidir.
SON VİDEO HABER
Haber Ara