Fransa’da seçim ve toplumsal sözleşme
Fransa'da Işsizliğin yüzde onları bulduğu Fransa'da devletin sağladığı minimum yardımlarla yaşamak durumunda olan aile sayısının 1,82 milyon olduğu, 8 milyon fakirin yaşadığı, binlerce evsizin , hiç bir geliri olmayan 200 bin insanın olduğu ifade ediliyor.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-04-18 10:13:33
Tarafların Fransa'nın sosyo-ekonomik ve sosyo-politik gerçeğini tartışmaya yanaşmamaları aslında çözümler noktasında çok farklı reçeteleri düşünmemelerinden de kaynaklanıyor. Kulağa hoş gelecek sloganlarla seçmenleri etkilemeye çalışmaları bu noktada onlar için çok daha avantajlı görünüyor. Bu noktada ciddi bir boşluktan söz edilebilir.
Sosyalistlerin adayı seçilmesi durumunda ferdin yeniden devletin merkezine döneceğini ilan ediyor. Son otuz yılda François Mitterand'ın cumhurbaşkanlığı döneminde veya Lionel Jospin'in başbakanlığı döneminde « sol ütopya » üzerinden oy toplayıp liberal beklentilerin gerçekleşmesi için gösterdikleri çaba hatırlandığında, söylenenlere şüpheyle yaklaşılması normal. Dillendirilen sosyal gerçekliğin yaşanan sosyal gerçekliği yansıtmaması ve gündeme getirilmemesi medyanın sağladığı destekle de izah edilebilir.
Fransa'da bir milyonun üzerinde çocuk yaşam için gerekli kabul edilen minimum gelirin altında bir gelirle yaşıyor. Işsizliğin yüzde onları bulduğu Fransa'da devletin sağladığı minimum yardımlarla yaşamak durumunda olan aile sayısının 1,82 milyon olduğu, 8 milyon fakirin yaşadığı, binlerce evsizin , hiç bir geliri olmayan 200 bin insanın olduğu ifade ediliyor. Detaylar inildikçe tablonun karardığını görüyoruz. Fransa'nin « hürriyet, eşitlik ve kardeşlik » mottosundan nasıl uzaklaştığını anlamak için toplumsal gerçekliğe bakmak yeterli olabilirdi. Ne var ki Fransa, artamakta olan sefalete rağmen «zenginleşmeye » de devam ediyor (2011 yılda 2000 milyar avro'ya yakın bir zenginleme söz konusu). Bu durum mikro ve makro ölçekte uygulanan neoliberal politikalarla bağlantılı.
Krizle birlikte para politikları konusunda ileri sürülen en önemli iki figürden Hayek'in (diğeri Keyns) kriz derinlestikçe kapital-devlet ilişkisinde kapitaldan yana ortaya koyduğu tercihin kazanmkata olduğu Batı ülkelerinde kabul edilen « kemer sıkma politiklarından » anlaşılıyor. Keynes'le birlikte 1930-1970 döneminde, kapital-devlet dengesi, Fransa Başbakanı Pierre Mendes France'ın tabiriyle « güçlü devlet, güçlü kapital » ölçütünde idi. Ardından « az devlet, çok kapital » ölçütüne geçildiği 80'lerden günümüze devletin ufalması, yetkilerini devretmesi savunuldu. Gelinen noktada, ekonomistler, devletin veya Keynes'in dönüşüne tanık olduğumuzu ilan ediyorlar. Seksenlerde başlayan krizde tamamlanamayan « reformların » tamamalanması (kapital-emek ve özelleştirmeler) ve sosyolog Pierre Bourdieu'nun yüklediği anlamla ifade edecek olursak « egemenlerin » kazanımlarını muhafaza etmeye dönük açılımların gerçekleştirilmesi için tekrar göreve çağrıldıkları anlaşılıyor.
Bourdieu, sosyolojiye kazandırdığı « alan » kavramından yola çıkarak finans 'sektörünün' sosyal bir alan olduğu, diğer alanlarda gözlemlenen rekabetin/çekişmenin farklı aktörlerce finans alanında da gözlemlendiği ve aynı değerleri paylaşan aktörlerin aynı yöntemlerle hareket ettiğini , ayrıca , alanlar içinde « egemenlerin » yarışı söz konusu olduğu gibi , alanlar arasında da bir yarışın/çarpışmanın gözlemlendiğini söyler. Yani salt bir kapital-proleter çekişmesinden ziyade siyasi alan, medyatik alan, ekonomik alan , finans alanı içindeki egemenlerin çarpışmasından finans alanının, borçları sebebiyle etkisizleştirilen devletlerin yerine, zaferle çıktığını görüyoruz.
Avrupa Birliği'nin finans çevrelerinin saldırılarından kendi korumak için oluşturduğu ve bugün bin milyarı avroyu bulan fonu örnek gösterebiliriz. Fon, ülkelerin sosyal politiklarında (sosyal güvenlik, kamu politikaları, ekonomi ve iş güvenliği) yaptıkları kesintilerle dolduruldu. Bu gün Fransa'nın sosyal güvenlik açığının 26 milyar avro oldugu ifade ediliyor. Bu noktada devlet halkından daha fazla fedakarlık beklerken, aynı devlet büyük şirketlere sağladığı desteklerlerle 172 milyar avroluk vergi indirimine gitmiştir. Fransa'da Sarkozy döneminden akıllarda kalacak olan en önemli noktalardan biri zenginlerin V. cumhuriyette hiç olmadığı kadar korunduğu gerçeği olacaktır. Michel ve Monique-Pinçon Charlot "Le Président des riches " (Zenginlerin cumhurbaşkanı) adlı ortak sosyolojik çalışmalarında -Sarkozy döneminde- 'siyaset dünyasıyla kapital sahipleri arasında ensest bir ilişkinin kurulduğundan' söz ediyorlar. Fransa, orta sınıfının biraz daha fakirleştiği , zenginlerin daha az vergi ödediği veya ödemediği bir ülkeye dönüştü.
Siyasetin bunu gerçekleştirmek için medya gücüne başvurduğu ve Bourdieu'nün tabiriyle « siyasetsizleştirme siyaseti » sayesinde « entellektüel silahsızlanma » gerçekleştirilmistir. Medya'da gözlemlenen bu durum medya dünyasıyla da sınırlı değil. Kapital sahipleri Fransa'da yazılı ve görsel medyaya sahip olmak için yarış içindeler. Fransa'nın dünya ölçeğinde yer alan ilk 10 dolar milyarderinin altısı aynı zamanda Fransa'da çeşitli medya organlarının da sahibi. Fransa'nın düşünürlerinden uzaklaştığı ve bu sebepten değerlendirmelerin siyasetin empoze ettiği çerçevenin içinde gerçekleştiğini ifade etmek gerekiyor. Res-publica'nın anlam erozyonuna uğradığı, özgür tartışma platformlarının (televizyon programlarını kastetmiyoruz) oluşturul(a)madığı, basının üzerine düşen görevi yerine getiremediği, devletin doğrudan uyguladığı sansür bir yana, yazarların otosansüre başvurduğu bir Fransa'dan söz ediyoruz.
Son otuz yıldır Fransız televizyon kanallarında boy gösteren « uzmanlar, aydınlar, bilir kişiler... » 1980 sonrasında empoze edilen neoliberal politikaların tek çözüm olduğunu söyleyerek dayattıkları ekonomik bakışı tartışmasız hale getirmişlerdir. Neoliberal politikların kabul edilmesinin dışında 'başka bir çözüm yok'görüşünün tekrarlanması baskın söyleme güç kazandırdı. Baskın söylem güç kazandıkça diğer görüşler marjinaller sınıfına dahil edildi. Televizyon dilinde yaşanan dönüşüm 'korkulması gerekenleri' azmedilebilir hale getirdi. Örneğin, medyanın grevleri yansıtırken kullandığı dil emek-siyaset durumunu yansıtmaktan ziyade grevcilerle grev sebebiyle mağdur olanları karşı karşıya getirerek demokratik bir hak olan greve olumsuz bir görünüm kazandırmakta. Medya içinde ki egemenlerin siyaset dünyasında ki egemenlerle olan girift ilişkileri, özgür olması beklenen basını zapturapt altına almıştır.
Avrupa'da son üç yıldır yaşanan sosyal ve ekonomik krizin Fransız kamuoyunda konuşulmasına rağmen seçim gündeminde kısmi olarak yer alması adayların bu konuların ciddiyetle ele almaktan kaçındıklarını gösteriyor. Adayların olur olmadık konuları konuşmaları asıl konuların konuşulmasını engelliyor. Hollande ve Sarkozy'nin sosyal bakışını anlamak için eşitlik prensibinin temelinde yer alan 'toplumsal sözleşme'ye yaklaşımlarına bakarakta bir fikir edinebiliriz. Adayların son altı ayda yaptıkları konuşmalardan Sarkozy'nin (beş yıllık iktidari döneminde ki söylem ve uygulamalarına da bakılabilir) daha Hobbes'cu (Thomas Hobbes 'insan insanın kurdudur' ifadesiyle insana şüpheyle yaklaşmıştır. Bu sebepten güçlü bir Prens'e sadakat içinde bağlı olunmasını savunmuştur. Istemi ve rekabeti öne çıkarmıştır. Insanlar arası rekabet ister istemez güvenlik meselesini gündeme getirmiştir... ) ve Hollande'nin daha Rousseau'cu (J. J. Reousseau, insanların bir arada yaşayabilmelerinin mümkün olduğunu savunmuştur. Hobbes'un aksine hayatın güzelliğini öne çıkarmıştır. Rousseau'da sadelik egemendir. Hırsa yer yoktur. Insan kendisi olmalıdır...) olduğunu söyleyebiliriz.
Daha fazla sözleşme taraftarı görünen Hollande'nin seçilmesi durumunda, her ne kadar Lizbon Sözleşmesine eklenecek metni yeniden müzakere edeceğini söylede de , Almanya Şansölyesi Merkel'in uygulamaya konulmasını istediği politikların gerisine düşüceğine düşünmüyoruz. Fransa'da 'birlikte yaşama'nın temelini oluşturan 'toplumsal sözleşmenin' yara almaya ve Rousseau kazansa da –en başta ifade ettigimiz sebeplerden- ekonomik ve sosyal politikalar noktasında Hobbes'un iktidarda kalacağını düşünüyoruz.
SON VİDEO HABER
Haber Ara