Yakup Kadri’nin ömrünün sonunda Falih Rıfkı’ya yazdığı ve ilk kez Aksiyon’da yayımlanan mektup, bu muharrirlerin sandığımızın aksine Cumhuriyet ideolojisinin taşıyıcısı değil, sistemi tesis etmeye talip olduklarını ortaya koyuyor.
48 sene önce Ankara’dan İstanbul’a gönderilmiş bir mektup duruyor masada. O sıralar 75 yaşındaki bir adamdan, kendinden 5 yaş küçük meslektaşına, kader arkadaşına yollanmış. Merakımızı tetiklemeye bu bilgi bile kâfi aslına bakarsanız. İki eski dost ve geride kalmış koca bir tarihten neler sızmış kim bilir satırlara? Ancak fazlasına hazırlıklı olmak gerektiğini biliyoruz. Zira zarfın gönderici hanesinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu, alıcı hanesinde ise Falih Rıfkı Atay’ın isimleri var. Sadece iki insanın değil, bir ülkenin tarihi yazıyor bu kâğıtta. Yakup Kadri’nin tabiriyle ‘büyük bir devrin hasreti içinde kalbi birlikte burkularak son günlerini yaşayan iki ihtiyar dost’ 50 yıllık bir seyahate, muhasebeye davet ediyor bizi…
Falih Rıfkı, Dünya Gazetesi’ndeki köşesinde, 4 sene evvel darbeyle alaşağı edilen iktidar mensupları hakkında Yakup Kadri’yi şahit tutarak bir yazı yazmış. “İki gözüm Falih; aramızdaki uzun süren sükûtu hiç de hoşuma gitmeyen bir vesile ile ihlal etmek mecburiyetinde kaldığımdan dolayı pek üzgünüm.” dediğine göre, mecbur kalmasa sessizliği bozmaya hiç niyeti yok Karaosmanoğlu’nun.
1920’li yıllarda yeni kurulan Cumhuriyet, kendisini taşıyacak her sınıftan insana ama illa ki eli kalem tutanlara ihtiyaç duyuyor. İşbirliğini kabul edenlerle yapılan ideolojik anlaşmadan iki taraf da kârlı çıkıyor. Birilerinin ismi, ötekinin meşruiyet gerekçesi ustalıkla pazarlanıyor. Dönemin edipleri, edebiyattan ziyade politikaya hizmet ediyor. Kimine göre yeni Türk edebiyatının kurucu kadrosu, kimine göre Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) su katılmamış kalemşorları onlar. Vazife bilinciyle hareket ettikleri, yazmak istediklerinden ziyade kendilerinden bekleneni kaleme aldıkları inkâr edilemez. Ancak görünen o ki hepsinin devrin politikaları ve politikacılarının güdümünde olduğunu söylemek en azından cümleyi eksik bırakmak anlamına geliyor. Zira yapılanlar da, yöntem de ‘kesmiyor’ kimini…
Mustafa Kemal İzmir’e girdiğinde karargâhındaki birkaç gazeteciden biri olan Yakup Kadri’ye göre, inkılâpların başarıya ulaşması, toplumun kökten değiştirilmesine bağlı ve bu ancak devlet ve seçkinler tarafından yapılabilir. Zira ülkenin içinde bulunduğu durum, kendiliğinden bir modernleşmeye müsait görünmüyor. İnkılâp kadrolarını yeterince heyecanlı ve azimli olmamakla itham eden Karaosmanoğlu, daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında açıktan muhalefet eden ilk isimlerden. Ona göre CHP’nin 300 kişilik Meclis kadrosu içinde inkılâp heyecanını duyan ve liderin dehasına gerçekten inanmış olanlar parmakla sayılacak kadar az...
O yıllarda Falih Rıfkı da aynı hayal kırıklığını dile getiriyor yazılarında: “Daha devrimin ikinci yılında Atatürk ve eserlerine inananlardan çoğu, bir fırsatını bulup memleketten çıkmak veya memlekette rahat ve kazanç mevkilerini elde etmekte sabırsızlanmakta idiler. Bu harap vatandan uzakta, bu yoksul halktan ırakta, Avrupa şehirlerinde bir devlet konağına yerleşerek devlet arabası ve devlet dövizi ile ömürlerini hoşça geçirmek veya Çankaya’daki nüfuzlarını iş piyasasına satarak bir iki vurgunda nesillik servet edinmek hırsı, Çankaya’daki ihtilalci yuvasını saray havası ile zehirliyordu. (…) Atatürk, devrimci bir lider olarak ordusuz komutana benziyordu.”
1934’te muhalefete biraz ara versin diye büyükelçi olarak Tiran’a gönderilen Karaosmanoğlu ile Falih Rıfkı arasına mesafe giriyor anlaşılan. Mektubun daha ilk cümlelerinden uzun süre haberleşmedikleri anlaşılıyor. Falih Rıfkı’nın 28 Ağustos tarihli yazısı, Yakup Kadri’yi 1 Eylül’de masa başına oturtana dek…
Yıl 1964… 30 yıllık tek parti iktidarı, çok partili hayat, 27 Mayıs darbesi çok şeyi değiştirmiş. Daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeterince kararlı ve idealist bulmadığı inkılâp kadroları Yakup Kadri’nin gözünde itibarını iyice yitirmiş. Nitekim Türkiye’ye döndükten sonra, 1961’de Manisa milletvekili olarak Meclis’e giren Karaosmanoğlu, ertesi sene partisinin Atatürk ilkeleri ile ters düştüğünü iddia ederek CHP’den istifa etmiş. Ankara’da ama politikadan uzak bir hayat sürüyor.
Demokrat Parti (DP) iktidarıyla birlikte 1923’ten beri aralıksız süren milletvekilliğine son veren Falih Rıfkı ise eski düşüncelerinin üzerine sünger çekmiş. Uzun bir aradan sonra yeniden İnönü hükümetine kavuşmanın verdiği mutlulukla tek parti yıllarına güzellemeler düzüyor.
Onulmaz Ruh Hastalığı başlıklı yazısında Atay, 4 yıl önce bir darbeye maruz kalmış; kimi asılmış, kimi hâlâ cezaevindeki DP’lileri eleştirmeye devam ediyor. Hem de Yakup Kadri’yi kendine şahit göstererek. Yazdığına göre Ankara Palas Otel’in bar bölümünde iki-üçü bakan, biri başbakan, kalabalık bir DP’li grupla birlikteler. Biri soruyor o sıralar büyükelçi olan Yakup Kadri’ye: “Siz söyleyin beyefendi. 1928 antlaşmalarından hangisi ayakta kaldı ki Sevr Antlaşması tutunacaktı? Kuvayı Milliye devrinde boşuna kan dökülmüş değil midir?” “Çünkü” diye araya gidiyor Falih Rıfkı: “Yeni iktidar eski muhalefetti ve onun da karşı koyduğu CHP’nin en büyük sermayesi Atatürk ve onun zaferleri ve devrimleriydi.”
O bahsi bırakıp uzantıları bugüne dek gelen bir meseleyi açıyor sonra. Toplumun ne kadar ‘geri’ olduğuna ve kararlarında bunu daima aşikâr ettiğine geliyor. “Demokrasinin temeli, dayanağı ve kaderi Türkiye tarihinde asla ilerlemek değil, mutlaka gericilik olmuştur. Bu hukuk rejimi savaşlarında Batı medeniyetçileri mutlaka azınlıkta kalmışlar, gerici ve mukaddesatçılar çoğunluğu almışlardır. Atatürk’ten başka hiçbir insan da istimdatla cehalet ve taassub anarşisi arasında bir aydınlar murakabe sistemi aramamış, denememiş onu yeni şartlara göre geliştire geliştire olgunlaştırma yolunu tutmamıştır. Biz aşağıda cehalet ve taassub yukarıda iyi ve doğru düşündürücü sağlam kültür olmayışı felaketlerinin cezasını çekip duruyoruz.”
Mektup, yazı yayımlandıktan 3 gün sonra kaleme alınıyor. Adının anılmasını fırsat bilen Karaosmanoğlu, asla inkâr etmediği Kemalist sıfatına rağmen, harf devriminin üzerinden 36 sene geçmişken Osmanlıca yazıyor cevabi mektubunu. Samimiyetlerine binaen, “İki gözüm Falih” diye giriyor söze. “Aramızdaki uzun süren sükûtu hiç de hoşuma gitmeyen bir vesile ile ihlal etmek mecburiyetinde kaldığımdan dolayı pek üzgünüm.” Menderes’le ilgili kısma kısaca değiniyor: “Geçen gün bir başmakale yazmışsın ve ber-mutad kimi asılmış, kimi hapishanelerde çürümekte olan eski iktidar mensuplarına hücumlarını tekrarlarken beni de Adnan Menderes’in bir mecliste söylediği söze şahit göstermişsin. (…) Sen o zamanlar İstanbul’u imar eden son derece çalışkan bir başvekildir diye kusurunu hoş görür, geçer ve hatta benim yaptığım bazı tenkitlere karşı onu müdafaa bile ederdin. Şimdi bilmiyorum nasıl oluyor da ikide bir kuvvetli polemik, onun kanıyla, canıyla ödediği günahları üzerine yürütüp duruyorsun.”
Sözü uzatmadan, muhalif kimliğinin hakkını verircesine mevzuyu CHP iktidarına ve İnönü’ye getiriyor sonra: “Eğer bu sönmeyen kinin Adnan Menderes’in Atatürk aleyhtarlığından ileri gelirse ondan önce Atatürk’ün resimlerini pullardan ve banknotlardan silen, onun yapamadığını yapmak iddiasıyla henüz geçmemiş inkılâplarını tehlikeye düşüren o çok partili rejim kurucusuna karşı da o kinden büyük bir pay ayırmak gerekirdi.”
Toplumun hayal ettikleri noktada olmayışının tek sebebi var Yakup Kadri’ye göre: Tek parti kadrolarının gevşekliği ve ciddiyetsizliği… Hayal kırıklığı içindeki yaşlı adam, öfkesini gizlemiyor: “Adnan Menderes, Atatürk’e, millî mücadeleye ya da inkılâplara dil uzatmış. Adnan Menderes memleketin iktisadi, millî durumunu altüst eden bir yağma ve vurgunculuk çığırı açmış. İki gözüm Falih; insaf edelim! Adnan Menderes ve partisi iktidara gelmezden evvel bizde millî mücadele ruhundan ne kalmıştı?” Ve gerekçelendiriyor sözlerini; inkılâplar, mekteplere konan din dersleriyle, açılan imam vaiz medreseleri ile ve Halk Partisi’nin seçimlere giderken peşine taktığı Ticani dervişleri ile zaten çoktan çürütülmüştü ona göre... DP ve CHP, sikkenin tersiyle yüzü ya da (Tevfik) Fikret’in tabiriyle ‘aynı çamurdan bir yığındı’ Karaosmanoğlu’nun nezdinde.
Yeni bir medeniyet inşasının ilk şartının ekonomik kalkınma olduğu kanaatini taşıyor Yakup Kadri. Uzmanlardan, ülkenin ‘pek acıklı bir vaziyette, hatta bir çıkmazın içinde’ bulunduğuna dair yorumlar işitiyor. Ancak Atay, iktidarda CHP olduğundan hiç o konulara girmiyor yazılarında. Bu kadarla da sınırlı değil: “Harici politika bakımından öyle bir durumdayız ki bana adeta mütareke devrinin havasını hatırlatıyor. Düşün bir kere! Ne hâle düşmüşüz… Fatin Zorlu’nun (Zürih-Londra Anlaşması) bize bir diplomasi şaheseri gibi görülüyor. Bugün onun muadil şekline bile razıyız ama iş işten geçmiş bulunuyor.”
Ve soruyor haklı olarak: “Şimdi bütün bunları bırakıp bundan 5-6 yıl evveline dönmekte ne fayda var, bana anlatır mısın?” Söyleyeceklerinden geri kalmıyor ancak, anlaşılan hoşuna da gitmiyor tekrar bu mevzulara girmek. Zira mektubunun sonunda “Seninle yıllardan sonra bu pis politika yüzünden böyle açık laflar etmesini istemezdim. Çünkü biz büyük bir devrin hasreti içinde kalbimiz birlikte burkularak son günlerini yaşayan iki ihtiyar dostuz.” deme ihtiyacı hissediyor.
Tunalı Hilmi Caddesi 121 numaradan, Moda Devriye Sokak 24 numaraya gönderdiği mektubuna, eski dostuna duyduğu muhabbeti izhar ederek son veriyor: “Gözlerinden öperek hasret ve muhabbetlerimi, haremin hanımefendiye de hürmetlerimi sunarım. Yakup…”
Yakup Kadri’nin Falih Rıfkı’ya gönderdiği mektup
İki gözüm Falih; aramızdaki uzun süren sükûtu hiç de hoşuma gitmeyen bir vesile ile ihlal etmek mecburiyetinde kaldığımdan dolayı pek üzgünüm. Geçen gün bir başmakale yazmışsın ve bermutad kimi asılmış, kimi hapishanelerde çürümekte olan eski iktidar mensuplarına hücumlarını tekrarlarken beni de Adnan Menderes’in bir mecliste söylediği söze şahit göstermişsin. Adnan Menderes’le ben ya bir, ya iki, ya üç defa bir sofrada bulunmuşumdur. O da akrabamdan Fevzi Lütfi’nin yoğun politika arkadaşlarına daima açık duran sofrasında. Oysa sen birçok kereler onunla birlikte ya Park Otel’de, ya çeşitli seyahatlerde rakı sofrası arkadaşlığı etmişsindir. Eski başbakanın birkaç kadeh içtikten sonra ne kadar paradoksal şeyler söylediğini benden iyi bilmen lazımdır. Pek hatırlamıyorum ama senin başyazında naklettiğin konuşması da herhâlde bu çeşit sarhoş gevezeliklerinden biri olacak. Buna rağmen sen o zamanlar İstanbul’u imar eden son derece çalışkan bir başvekildir diye bu kusurunu hoş görür, geçer ve hatta benim yaptığım bazı tenkitlere karşı onu müdafaa bile ederdin. Şimdi bilmiyorum nasıl oluyor da ikide bir kuvvetli polemik … hep onun kanıyla, canıyla ödediği günahları üzerine yürütüp duruyorsun. Eğer bu sönmeyen kinin Adnan Menderes’in Atatürk aleyhtarlığından ileri gelirse ondan önce Atatürk’ün resimlerini pullardan ve banknotlardan silen, onun yapamadığını yapmak iddiasıyla henüz geçmemiş inkılâplarını tehlikeye düşüren o çok partili rejim kurucusuna karşı da o kinden büyük bir pay ayırmak gerekirdi.
Adnan Menderes Atatürk’e, millî mücadeleye ya da inkılâplara dil uzatmış, Adnan Menderes memleketin iktisadi, millî durumunu altüst eden bir yağma ve vurgunculuk çığırı açmış. İki gözüm Falih; insaf edelim, Adnan Menderes ve partisi iktidara gelmezden evvel bizde millî mücadele ruhundan ne kalmıştı? İnkılâplar mekteplere konan din dersleri ile açılan imam vaiz medreseleri ile ve nihayet halk partisinin seçimlere giderken peşine taktığı Ticani dervişleri ile zaten çürütülüp gitmiş değil miydi? Sana bu vesileyle bir hatıramı nakledeyim. 1949 sonbaharında, yani demokrat parti henüz muhalefette iken Park Otel’in lokantasında bir akşam Celal Bayar’a rast gelmiştim. Kendim masasına oturdum. Bana ‘Yaptıklarımızı nasıl buluyorsunuz?’ diye sordu. ‘Vallahi Celal Bey’ dedim. ‘Benim bütün endişem bu memleketin bir avuç aydını birbiriyle saç saça, baş başa gelirken bundan yalnız kara kuvvetin istifadeye kalkışabileceği endişesi üzerinde toplanıyor. Celal Bey acı acı gülümseyerek ‘Bunu siz İsmet Paşa’ya anlatın!’ dedi. Ve başından geçen bu vakıayı anlattı. ‘Ben geçenlerde Bursa’da laiklik lehinde uzun bir nutuk söyledim. Sebilürreşad bunu parça parça aldı ve benim sözlerimi dinsizlikle tefsir etti. Ertesi gün Halk Partisi bu mecmuadan binlerce nüsha satın alıp teşkilatına bedava dağıttı. Ben hemen İsmet Paşa’ya gittim. ‘Aramızdaki sözleşme böyle mi olacaktı? Hani din istismarcılığı yapmayacaktın!’ diye şikâyet ettim. Ne cevap verse beğenirsiniz? Gülerek; ‘Ne yapalım! Senin zaafından istifade etmişler.’ dedi. Ertesi gün Celal Bayar’la aramızda geçen bu konuşmayı olduğu gibi İsmet Paşa’ya naklettim. Hiç sesini çıkarmadı. Suratını asıp önüne baktı.
İnkılâp bahsinde sana son seçimlerde gördüklerimi de anlatmalıyım. Manisa vilayetinde hangi kazaya, hangi köye gitsem Halk Partisi teşkilatının adamları ya ezan okunurken bizi (yani mebus arkadaşlarını) susmaya davet ediyorlar ya da kendileri pabuçlarını çıkarıp namaza koşuyorlardı. Bana inanır mısın bilmem birçok defa propaganda yerlerinde karşılaştığımız ve yakından neler söyleyip neler yaptıklarına şahit olduğumuz Adalet partililerin hiç birinde bu sahte sofuluğa delalet eder bir söz, bir davranış görmedik.
Bununla beraber iddia etmek asla hatırımdan geçmez ki Adalet Partisi politika ahlakı bakımından Halk Partisi’nden üstündür. Bence bu iki parti sikkenin tersiyle yüzüdür. Daha doğrusu Fikret’in dediği gibi ‘aynı çamurdan bir yığındır.’ Nitekim aynı söz dünkü iktidar partisi ile bizim muhalefet partisi hakkında da söylenilebilir.
Yukarıda memleketin iktisadi ve mali durumu üzerinde eskisiyle yenisi arasında bir mukayese yapmak istemiştim. Ben bu işlerden anlamam. Fakat politika dışı iktisatçı arkadaşlarımın söylediklerine göre pek acıklı bir vaziyette, hatta bir çıkmazın içinde bulunduğumuza inanmak lazım gelir. Hantal bir maliye vekili var. İkide bir her şeyi güllük gülistanlık gösterir. Geçen gün radyoda utanmadan son yapılan bir buçuk milyarlık emisyonu inkâra kalkıştı. Oysa birinden biliyorum ki bu emisyon yapılmıştır ve Kalkınma Planı denilen şey uzmanların elinden alınıp en küflü bürokratların eline verilmiştir. Öte yandan yağma ve vurgun ise tozu dumana katarak yürümektedir. Ve harici politika bakımından öyle bir durumdayız ki bana adeta mütareke devrinin havasını hatırlatıyor. Düşün bir kere! Ne hâle düşmüşüz… Fatin Zorlu’nun (Zürih - Londra Anlaşması) bize bir diplomasi şaheseri gibi görülüyor. Bugün onun muadil şekline bile razıyız ama iş işten geçmiş bulunuyor.
Şimdi bütün bunları bırakıp bundan 5 - 6 yıl evveline dönmekte ne fayda var, bana anlatır mısın? İki gözüm Falih; bana bir dokundun bin ah dinledin. Seninle yıllardan sonra bu pis politika yüzünden böyle açık laflar etmesini istemezdim. Çünkü biz büyük bir devrin hasreti içinde kalbimiz birlikte burkularak son günlerini yaşayan iki ihtiyar dostuz. Ve ben ayrıca senin zekânın hayranlarından biriyim. Ve onun hayatımızın belki en şerefli günleri olan millî mücadele devrinde olduğu gibi parlamada devam etmesini dilerim.
Gözlerinden öperek hasret ve muhabbetlerimi, haremin hanımefendiye de hürmetlerimi sunarım.
Yakup