Japonya'dan izlenimler...
TimeTürk, bundan böyle gezi-analiz yazılarıyla, deneyimli isimleri sizlerle buluşturacak. Dünyanın farklı bölgelerinden, farklı kültürleri ve farklı inançları fotoğraflar eşliğinde sizlere aktaracak olan TimeTürk'ün ilk gezi-analiz yazısı tecrübeli gazeteci-yazar Ümit Sönmez'e ait.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-03-31 10:40:10
Hani derler ya Ankara'nın en güzel yanı İstanbul'a dönüş yoludur diye, Japonya'nın en güzel yanı da on küsür saatlik uçuştan sonra Narita Havaalanı’na inmektir herhalde. Sizi bilmem ama ben bir daha o uçuşu yapar mıyım? Emin değilim gerçekten. Keşke mümkün olsa idi de Balıkesir Susurluk'taki mola yerleri gibi bir tesiste ara verip mis gibi memleket ayranından koca bir bardak içebilseydik. Hiç olmazsa kanımız damarlarımızda deveran etmiş olur idi. Her neyse çok şükür uzun ve fakat sağ salim bir uçuştan sonra anladığınız üzere Tokyo Narita Havaalanı’na indik.
Son derece güleryüzlü bir pasaport kontrol memurunda başlayan işlemlerimiz, Pakistanlı bir başka müslüman kardeşimizle birlikte kapısında "security" yazan ama içeride bizi karşılayanların nezaketinden asla ihtimal vermediğimiz, ilave bir güvenlik soruşturmasının yapılacağı güvenlik odasında devam etti. Hayırdır inşallah derken görevli memur neredeyse kafası bizim göbek hizamıza kadar gelecek şekilde eğilip özürler üzerine özürleri peşisıra birbirine bağlarken, bir kaç dakika içinde güvenlik soruşturması bitmiş ve vizelerimiz üzerine işlenmiş olarak pasaportlarımız tarafımıza tevdi edilmişti. Bu kısa beklemenin hediyesi pilot ve hosteslerin çıktığı kapıdan çıkmak oldu.
Biz kendimizi Tokyo'da sanar iken başlayan araç yolculuğumuzun bir saati aşması sonucunda gördük ki Sabiha Gökçen'e inmişiz. Yani İstanbul ile kıyaslar isek durumu böyle izah edebiliriz. Şehire sadece 15 dakikalık mesafede olan bir başka havaalanı daha var ancak THY daha yeni olan Narita Havaalanı’nı kullanıyormuş. Gerçi bu da bizim için hayır oldu yolda giderken sağı solu kontrol edip görme fırsatı bulduk. Olağanüstü düzen, işaretleme, sinyal sistemleri, otobanın kenarına yapılan sesi önlemeye yönelik bariyer duvarları insana hayatının önemli olduğunu hissettiren detaylardı. Hele otele vardığımızda karşıya geçmek için beklerken bizim kaldırımda otomobilin geçmesini, otomobilinde cadde üzerinde bizim geçmemizi beklemesi görülmeye değerdi doğrusu.
İlk gün öğleden sonradan itibaren görüşme trafiğimiz başladı. Hem Müslümanların kurduğu ve yönettiği sivil toplum örgütleri, hem de diğer sivil toplum örgütleri, üniversitelerden profesörler, öğrenci kuruluşlarından oluşan yoğun bir görüşme trafiğimiz vardı.
Otsuka Camii’ndeki ilk görüşmemizde bize sürpriz yapan, Japonya deyince akla gelen Nimetullah Hoca üşenmemiş bizi görmeye gelmişti. Hem onunla hem de tesadüfen 300 km kesafeden oraya gelen Niigata Üniversitesinden Profesör Noriko ve 6 lisansüstü öğrencisi ile de sohbet etme şansı bulduk.
Daha ilk günün akşamında depremleriyle meşhur Japonya bize ciddi bir tecrübe yaşattı. Bulunduğumuz binanın 25. katında akşam yemeği yerken yakaladı 6.1 büyüklüğündeki deprem bizi. Bir anda kendimi ayakta ve sallanan iki eşyayı iki elimle tutar vaziyette buldum. Oldukça uzun süren deprem bitmesine rağmen 40 katlı bina duvarlarından gelen gıcırtılarla salınımına devam ediyordu. Depremin ardından bir anons duyuldu. Anonsta oldukça büyük bir deprem yaşadığımızı, ancak binanın buna dayanabilecek güçte olduğu, asansörlerin devre dışı kaldığı ve herkesin bulunduğu yeri koruması, panik yapmaması söylenmekteydi. Zaten asansör konusunu söyleyince yerimizden kıpırdamanında bir anlamı kalmamıştı. Kırk katlı binada deprem anında yukarı mı çıkabilir insan, aşağı mı ?
Hem kimseye zahmet vermemek hem de kendi işimizi kendimiz görmek için kimseen rehberlik yardımı istememiştik. Bu nedenle hergün görüşmelerden önce kendimizi Tokyo'nun örümcek ağına benzeyen metrosunda kaybediyorduk. İşin latifesi elbette lakin sadece bizim kaldığımız bölgenin İkebukuro istasyonunun günlük yolcu kapasitesiin 3.000.000 (yazıyla da yazalım yanlış anlaşılmasın üçmilyon) kişi olduğunu söylersek durumun vehameti daha iyi anlaşılır herhalde. Ha bu arada Tokyo'nun metro sistemi deyince şöyle bir şey anlamanız gerekiyor.
Yolculuğumuzun ikinci gününde Kyoto'ya gitmemiz gerekiyordu. Kyoto Tokyo'dan kuş uçuşu yaklaşık 400 km. Bu mesafe tren yolu ile 500 km civarına çıkıyor. Ancak hızlı trenle bu süreyi 2,5 saat kadar bir sürede alıyorsunuz. Laf aramızda bu hızlı trene Japonlar acaip afili bir isim de takmışlar; "Shinkansen".
Kısa sürede ulaştığımız Kyoto Japonya bin yılı aşkın süreyle kadim başkenti idi. Bu nedenle üzerinde Japonya tüm geleneksel dokusunu taşıyan bir şehir. Öylesine kıymetli bir kültür hazinesi ki ikinci dünya savaşı sırasında tüm Japonya'yı dümdüz eden Amerika dahi bu şehri bombalamaya kıyamamış. Japonya toprakları üzerinde ikinci dünya savaşı sırasında bombalanmayan tek şehir Kyoto.
Doshisha Üniversitesinden Profesör Masanori olağanüstü güzel Türkçesiyle bizleri şaşırtmakla yetinmiyor üstüne üstlük Türkiye'nin gündemini en sıcak konularda fikir beyan edebilecek kadar da yakından takip ettiğini göstererek şaşkınlığımızı kat be kat arttırıyor. Dolabının üzerinde bir de Mavi Marmara kumbarası görünce mesele açığa çıkıyor. Katıldığı neredeyse tüm toplantılarda gerçek anlamda, üzerinde en yoğun mutabakatın sağlandığı global sivil itaatsizlik eylemi olarak gördüğü özgürlük filosu ve Mavi Marmara'dan bahsettiğini anlatıyor. Üniversitede kurdukları İlahiyat fakültesinden ve öğrencilerinin çalışmasından sözediyor iştiyakle. Bir de Ankara'nın Samanpazarından. Çünkü Tömer'de öğrenemediği Türkçeyi Samanpazarındaki esnafla sohbet ederek öğrendiğini söylüyor bütün içtenliğiyle gülerek.
İkinci günümüzü de Kyoto'da görüşmelerle geçirdikten sonra Konyalı bir yurttaşımızın Kyoto'da açtığı lokantada akşam yemeğimizi yiyerek yeniden Shinkansen ile Tokyo'ya döndük.
Buraya kadar gelmişken unutmamız gereken bir ziyaret daha vardı. Geçtiğimiz aylarda Van'da yaşanan depremden sonra ülkemize gelip afetzedelere yardım ederken hayatını kaybeden Atsushi Miyazaki'nin yakınlarını ziyaret etmek niyetindeydik. Bu nedenle çalıştığı kurum olan AAR Japan (Association for Aid and Relief, Japan) derneğini ziyaret ettik. Bizi oldukça sıcak karşılayan dernek ekibiyle görüştükten sonra Genel Sekreter ve Genel Sekreter yardımcısı ile küçük bir toplantı yaptık. Miyazaki'nin aslında tutkuyla insanlara yardımcı olmak için bir stk’da işe girmek peşinde koşarken kendi kaderinin ağlarını nasıl ördüğünü birebir öğrendik. Ailesinin yaşadığı sağlık problemleri, kendi sıkıntıları ve stk sektörünün genel istihdam sıkıntısına rağmen Miyazaki sonunda istediği kurumda AAR de çalışma hakkını kazanmış ama maalesef kısa süre sonra Van'da kalıcı projeler için çalışma yaparken meydana gelen ikinci depremle hayatını kaybetmişti. Ekip arkadaşlarına taziyelerimizi ve minnettarlığımızı sunarak ailesi için getirdiğimiz küçük bir hediyeyi teslim ettik.
Diğer ziyaretlerimizi de metro, taksi gibi ulaşım araçlarıyla yapınca günlük hayatı daha yakında görüyorsunuz. Japon halkı hani deyim yerindeyse bir edep, ahlak timsali gibi yaşıyor. Birinin bir başkasına bırakın kaba davranmasını, kötü bir bakış atması, sesini yükseltmesi asla görülmedik bir durum. Yani biz göremedik orada olduğumuz süre içerisinde. Sokakta göz göze geldiğiniz herkes belli bir gülümseme ile nazik bir şekilde başını eğerek sizi selamlıyor. Bir şey sormaya kalkınca etrafınız size yardım etmek isteyenlerle doluyor. Öyle bir duruma geldik ki her gördüğümüz için Hay Allah size hidayet versin de cennete girin diye dua etmeye başladık. Sanki İslam dininin ahlak, edeb ile ilgili tüm kurallarını almışlar bir de iman ediverseler benden kolay cennete girecekler gibi geldi.
Bununla birlikte elbette toplumsal yaşamla ilgili sıkıntılar da var. Mesela 2. Dünya savaşında yenilinceye kadar tamamen savaşçı bir yapıya sahip olan koca memleket o büyük yenilgiden sonra yönünü tamamen ekonomiye dönmüş. Yakın zamana kadar da kimse kaldırıp başını bakmamış, "Ya iyi güzel arkadaş, biz çalışıyoruz, kalkınıyoruz ama nereye gidecek bu işin sonu ?" diye sormamış. Şimdilerde ise artık bu sorular çok sessizce dile getiriliyor.
Aslında uzaktan bakınca Japonya çok demokratik bir ülke gibi görülse de Japonlar konuşmaktan nedense kaçınıyorlar. Özellikle siyaset ve inançlar konusu burada çok mahrem konular. Ancak belli bir samimiyet ve güven oluşumundan sonra bunlar hakkında konuşabiliyorsunuz. Siyasete ilgi inanılmaz derecede düşük. Deniyor ki şimdi bir miting olsa ve bunu başbakan yapıyor olsa en fazla 200 kişi gelip dinler. Seçimlere katılım oranının da son seçimlerde % 50 seviyelerinde kaldığı söylenmekte. İnsanlar evlenmiyor, evlenenler ise çocuk yapmamayı tercih ediyormuş. Halkın büyük kısmı bu durumu ekonomik sisteme bağlıyor ve bir taraftan da aile değerleri üst düzeyde olan Japonların içinde ekonomik sisteme karşı bir hoşnutsuzluk oluşturuyor.
Özellikle kumar alışkanlığı almış başını gitmiş. Kocaman caddelerden sağlı sollu çok sayıda oyun merkezi var ki bunlar kollu makinelerle, elektronik oyun makineleriyle kumarhanelere çevrilmiş. Okuldan çıkıp, belki de okulu asıp buralara gelip içeride oyun oynayan çocuklar inanılmaz kalabalıklar. Sadece çocuklar değil, yetişkinler de loto tarzı oyunlara rağbet gösteriyorlar.
Japonya'da inanç sistemine baktığınızda iki baskın din görüyorsunuz. Budizm ve Şintoizm. Hristiyanlık yok denecek kadar az % 1 in altında. Aynı şekilde İslam da hala istatistiklere girebilecek rakamların çok altında müntesibe sahip. Yahudilik hiç yok. Buna rağmen 20 yıl önce tüm Japonya'da bir elin parmakları kadar cami varken bugün bu rakam 100 ü aşmış durumda. Camilerin cemaatleri ise beynelmilel bir tablo ortaya koyuyor.
Hani derler ya yediğin içtiğin senin olsun gezdiğini gördüğünü anlat diye. Buranın yemekleri nasıl desem bir alem... Yakın zamana kadar Japonlar sadece deniz mahsulleri ve pirinç ile besleniyormuş. Zaten sumo güreşçileri dışında bir Allah kulu görmedik ki hafif kilolu olsun. Herkes zayıf maşallah. Ancak son dönemde hamburger zincirlerinin yoğun yatırımıyla kırmızı et tüketimi de artmaya başlamış. Hemen bununla birlikte yüksek tansiyon ve kolesterol sıkıntıları da başlamış elbette.
İşin garip tarafı deniz mahsullerinin de ekseriyetle çiğ olarak tüketilmesi. Bu ürünlerle servis yapılan lokantaların tamamı özellikle akşamları full çekiyorlar. Bunun sebebi de Japonya'da dışarıda yemek yemenin makbul olması. Hani biz deriz ya, "Akşam olsa da evimize gidip mis gibi yemeğimizi yesek" diye, burada sistem tersine işliyormuş. En iyi yemek dışarıda yeniyormuş. Denediniz mi dediniz sanki, çıldırdınız mı ? Yolculuğumuz süresince memleketimin konserveleri, peyniri zeytini bize eşlik etti. Son paketi de havaalanında dönüş uçağını beklerken tükettik.
Yazıya (*)merhaba Japonya diyerek başlamıştık, bitirirken de teşekkürle bitirelimありがとうJaponya. Arrigato (Teşekkürler)...
SON VİDEO HABER
Haber Ara