Fazil Duygun / TİMETÜRK
5 Mart 2012, Pazartesi. İstanbul, Roma, Caracas
İstanbul'da Atatürk Havalimanında, daha uçağımızın kalkmasına 5 saat varken, heyecan içindeydim. Zaten Sevgili Gönüldaşım Tufan Ersöz, cep mesaj yoluyla "duygularınızı alalım, faceboook'ta yayınlarız" mesajı çektiğinde, "hayatımda ilk defa bir uçağa biniyorum ve ilk defa yurt dışına çıkıyorum. Bu ilk uçuşum da, kıtalararası bir seyahat olacak, bütün heyecanlarım zirve yaptı" diyorum. Gece saat 4 gibi, pasaport kontrolünden geçtik.
Av. Ali Rıza Yaman Bey'le, İtalyan Havayollarına ait Alitalia uçağına bindik, yerimiz kanatüstü. Neyse, uçak havalanmaya başladı, bende bir heyecan, bir heyecan. Uçağın her santim yükselişini hissediyorum sanki. Terslik bu ya, ben, yola çıkmadan 2 gün önce gribe yakalandım, zaten ağır işitiyorum, bir de grip olunca, işitme cihazım bile süs gibi durmaya başladı, kulağıımda... Herşeyin ilki başkaymış, onun verdiği heyecanı, sonrakiler pek veremiyormuş... Hele hele, aynı ânda 2-3 ilki birden yaşarsanız, tadına doyum olmuyor.
Uçağımız havalandı, herkes uyuyor bense, boynumu sağa kıvırmışım, ha bire, aşağıya bakıyorum. Önce evler ve araçlar küçülmeye başladı, sonra yollar, göller, nehirler... Meğersem, sadece zaman değil, mekân duygusu da ne kadar izafiymiş. Hani biz yerdeyken uçan bir uçağa baktığımızda, kibrit kutusu kadar bir şey görüyorduk ya!, Şimdi, ben çelik bir kuşun içindeyim ve bana, yerdeyken devasa görünen o binalar, o nehirler ve yollar, birer kibrit kutusu, birer çizgi halinde görünmeye başladı. Uçakta hafif bir ikram servisi başladı, Roma aktarmalı İstanbul uçuşumuz 2,5 saat kadar süreceği için, hafif bir ikram veriyorlar. meyve suyu ve bisküvi türünden. Uçağımız, Ege ve Yunanistan üzerinden uçarken, dün atalarımızın buranın sahibi oldukları hissi nasıl da bastırıyor. Sonrasında, Adriyatik üzerinden, İtalya ve Roma. Roma ve çevresi, uçaktan kuşbakışı bakınca, cetvelle çizilmiş gibi, çok düzenli bir manzaraya sahip... tarlalar, köy sandığım mekânlar.
Uçak havadayken hafif bir şekide sallanıyor, ben kuyruğunu dikmiş panter gibi teyakkuzdayım... Aslında, Kumandan Carlos'un memleketi, Venezuella ve Caracas'ta nelerle karşılaşacağımıız düşünmeye çalışıyorum ama, içinde bulunduğum zaman ve mekân hissi veya (seyyar mekân hissi mi desem)buna müsaade etmiyor. İllaki içinde bulunduğum ânı yaşayacağım. Roma Havalimanına indik, aktarmalı yolcular için girdiğimiz kısımdaki güvenlik kontrolü için sıraya girdik. Sıramızı beklerken, Av. Ali Rıza Yaman'la, Roma üzerine kısa sohbetlerimiz oluyor. Bana, Roma'nın önemini anlatırken, "fethedeceğimiz ikinci şehir, biliyorsun." diyorum. Birincisi hangisi? diyor? İstanbul" diyorum. İtalyanlar, batmak üzere ama sanırım, "kan kusarım, kızılcık şerbeti içtim, derim" havasındalar. Havalimanındayken ve hele hele büyük bir koşuşturmacanın içindeyseniz, o şehri, o ülkeyi ve halkını gözlemleme imkanınız pek olmuyor. Küreselleşme bu olsa gerek, sürekli hareketin yaşandığı, her renkten, her cinsten sürüleşmiş, insan kalabalığı! Kim nereye ve niçin giidyor belli değil! Hoş, bunu kendilerine de sorduklarına emin değilim. Sadece hızlı bir hareket, aman uçağımı kaçırmayayım! Mekân ruhu ve duygusunun olmadığı bir yer havalimanları. Aslında, İslâmî açıdan bakınca, dünyaya saplanıp kalmama ve ahirete gideceğimiz hissinin en iyi yaşanabileceği bir mekân olması gerekirken, mekânsızlık duygusu veya seyyar mekân içinde bile, dünyaya kazığı çakıp kalma ve ölümü gözardı etmenin biricik yerleri olmuş, havalimanları. Hani vakti zamanı gelince, göçmen kuşlar gidecekleri kıtalara doğru havalanıp, kanat çırpmaya başlarlar ya biraz ona benziyor diyeceğim ama o kuşların Allah tarafından kendillerine verilmiş bir hedefi ve gayesi var, şuurunda olmasalar bile, ne yapmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Havalimanında böyle bir şuur yok, aksine şuurların iptali var!
İtalya saatiyle sabah 9:30'da, çift koridorlu ve 330 kişilik büyük bir uçakla havalandık. Tevafuk bu ya, yine kanatlar üzerine düştük, Allah'tan pencere kenarına düştük, orta kısma düşseydik, tam bir seyahat eden "hücre" içinde hisserdim kendimi. Zaten bir müddet sonra, yani 2 saat sonra, Atlas Okyanusu üzerine gelince, uçaktaki bütün pencereler, perdelerle kapatıldı. Çünkü güneş, Atlas Okyanusu üzerinde, doğrudan size yöneliyor ve perdeyi 3 cm. bile yukarı kaldıramıyorsunuz. Kaldırdığınızda, sanki gözünüze fener tutulmuş giib kesif bir ışık huzmesi kamaştırıyor gözlerinizi. Bu vakıa, yaklaşık 7 saat sürüyor.
İtalya'dan ve Akdeniz üzerinden, İspanya'nın meşhur şehri, Barcelona üzerindeyiz. Akdeniz üzerindeyken, o güzelim mavilik bana birden "Barbaros Hayreddîn Paşayı" hatırlatıyor. Katolikliğin kalbi İtalya ve onun kızkardeşi İspanya (diğeri bir zamanlar Fransa idi)ve ille de Akdeniz denince, aklıma gelen tek şey, Barbaros Hayreddin Paşa oluyor!
Barcelona üzerindeyken, o aralar, yanımdaki koltuğunda uyumakta olan Avukatımızı Ali Rıza Beyi uyandırıyorum. Aşağıya birlikte bakıyoruz. Dümdüz ve cetvelle taksim edilmiş gibi, yarı yeşil, yarı toprak rengi bir manzara var aşağıda. Ali Rıza Bey, "Muhiddin-î Arabî hz.lerinin vatanı üzerinden geçiyoruz" dedi. Tabii, o halde, o büyükler büyüğü "Velî"nin ruhuna bir Fatiha okumak şart oldu.Uçağımız daha Akdeniz üzerindeyken, önce soğuk-sıcak içecek servisi, sonrasında ise, sıcak yemek servisi yapıldı. Biz, tedbiren etli yemek yemedik, mâlum domuz eti endişesi!
Ve uçağımız, 2 saat sonra Atlas/Anlantik Okyanusu üzerinde, daha okyanusun rengine alışamadan, perdeler kapatılıyor. Uçağın içerisi, 300 kişilik bir kafese döndü. İlginç olan bir şey daha, siz havada 800 km. hızla uçarken, pencereden dışarı baktığınızda, sanki hiç hareket etmiyormuşsunuz ve havada asılı kalmışsınız gibi görünüyorsunuz. Bir zaman ve mekân izafiliği daha! Uçaktaki herkes uyumaya başladı, ben ve bazı yolcular hariç tabii! Oturmaktan sıkılan, başta hamile kadınlar, yaşlılar ve çocuklar olmak üzere insanlar, bu büyük ve uzun uçak içinde, yürüyüş yapmaya başladılar. Hele çocuklar, saatler geçtikçe, oturmaktan birikmiş enerjilerini, uçağın koridorlarında koşuşturarak atıyorlar. Çocuk, uçak içinde bile çocuk, Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu'nun, büyük veli Muhiddin-î Arabi Hz.lerinden sürekli olarak tedaii ettirdiği gibi, uçak içinde bile sizi teshir altına alıyor, çocuklar. İtalyanları sevmeye başladım çünkü, kafanıza estikçe, açık büfe gibi, gidip mutfaktan, istediğiniz soğuk içeceği kendiniz plastik bardağınıza doldurup, içebiliyorsunuz. Bütün havayolları, uzun mesafeli uçuşlarında böyle rahatlar mı bilmiyorum ama, nizam düşkünü Almanlarla, soğukkanlı İngilizlerin bu kadar rahat olabileceklerini sanmıyorum. Bir de, hosteslerin kıyafet ve davranışlarına gelelim. Bir kere, hiç de bizdeki yavşak Batıcı-çağdaşların iddia ettiği gibi seksî bir giyim ve davranış tarzı yok. Kıyafetler, bedeni göstermeyen bol pantolon ve uzun ceketlerden mürekkep. Hem büyük ve uzun mesafeli uçuşlarda baş hostes, kıdemli bir erkek olabiliyor, 50'li yaşlarda kadın hostesler çalışıyor.
Roma üzerinden kalışımızdan bu yana 9 buçuk saat geçti, tam aşağımızda, bir takım adalar var. Bu arada uçak içindeki tv'lerden sürekli olarak, kaç km.mesafe kaldığı, kaç km. geldiğimiz, kaç m. yükseklikte bulunduğumuz ve rotamız gösteriliyor. İstanbul'dan havalandıktan tam 15 saat sonra (1,5 saat Roma'da bekledik) Güney Amerika kıtasını ve Venezuella kıyılarını görüyoruz. Uçağımız bir kaç kez manevra yaparak, 10 bin metre yükseklikten, 400 metreye kadar alçalıyor. Pek tabii olarak her alçalmayı hissediyorum. Avukatımız Ali Rıza Bey'le, aşağıda nasıl bir manzara ile karşılaşacağımız merakı içindeyiz. Ve, uçağımız tekerleklerini, Caracas Milletlerarası Simon De Bolivar (Veneuella ve Latin Amerika'nın millî kahramanı) havalimanının pistlerine değidiriyor. Artık Caracas'tayız. İlk intibamız, İstanbul ve Roma'ya nisbetle, hem çok küçük ve hem de bakımsız oluşu. Gerçi, havalimanını büyütme çalışmaları yapılıyormuş ve bunu da Türk inşaat şirketlerine vermişler, Gönüldaşımız Kumandan Carlos'un kardeşi ve Venezuella, "enerji, tarım ve sanayi projelerini organize, yürütme dairesinde" üst düzey bir bürokrat olarak çalışan Gönüldaş Validmir Sanchez söyledi bunları.
Geçer Akçe Carlos
Uçaktan indik ve pasaport kuyruğuna girdik. Bir çok sıra var ve hepsi de kalabalık. Özellikle çoğunluğu, Latin Amerika ülkelerinden ve ABD'deki Venezuella vatandaşlarından oluşan çok sayıda yolcu var.Tabii, kimi Türk işçiler, Çin, Hindistan, Lübnan başta olmak üzere kimi Arab ülkelerinden ve Rusya'dan gelen yolcular da var. Pasaport sırası bize geldiğinde, pasaport memuru, genç ve siyahî Venezuellalı memure, bizden dönüş biletlerimiz de istiyoruz, biletleri veriyoruz. Bizim pasaportlarımızı alıp, güvenlik amirine, kendi dili olan İspanyolca bir şeyler söylüyor. Bizim, duvar kenarına geçmemizi istiyorlar. Ben, gazeteci olduğumu, Ali Rıza Bey'in de avukat oldunu söylememize ve hatta kimliklerimiz göstermemize rağmen, dikkate almayıp, eliyle duvar kenarını işaret ediyor. Neyse çaresiz, duvar kenarına geçip, beklemey başladık. Araıda sırada, derdimiz anlatmaya çalışıyoruz ama pek de aldırmıyor, güvenlik amirleri. Yanımızda, buradaki bir Türk şirketinde çalışmak üzere gelmiş olan Türk işçileri var, onlar da sıkıntılı bir bekleyiş içerisinde. Venezuellalıların pek de öyle "turist gelsin" takıntısı yok! Aman canım, cicim hoşgeldin havasında değiller. Yani, seks üzerine bina edilmiş, küresel turizm sömürüsü burada pek işlemiyor. Düşmanca bakmıyorlar ama pek de canım, cicim havasında da değiller. Bizde, lüks gemilerle gelen homoları karşılamak için düzenlediğimiz şaklabanlıkları düşününce, imreniyor insan. 1 saat sıkıntıyla bekledikten sonra, Avukatımız Ali Rıza beyle beraber, çantamda bulunan ve Tahkim yayınevi tarafından yayınlanmış "Söz Çakal Carlos'ta" isimli kitabı elime aldım, ve beraberce, amir ve işlem odasına pata küte girdik. Kapaktaki Carlos fotoğrafını göstererek, kitabın önsözünde, Kumandan Carlos'un benim ve avukatı Ali Rıza Bey için kendi eliyle yazdığı, takdim yazılaırnı gösterdik. Bize karşı davranışları o dakika değişti ve işlemlerimizin bitmesi 5 dakika bile sürmedi. Bizimle fotoğraf çektiren amir, memur pasaport görevlileri, bir tane de benim için çek diyen, genç memure hanım hele hele, elimizde kitab, beraberce Başkan Chavez'in fotoğrafı önünde çektirdiğimiz resimden sonra, bize "çakk!" yapan bu sıcakkanlı insanlarla tekrar kaynaşmaya başladık. Orada şunu bizzat yaşadım: Yaşayan efsane Kumandan Carlos, Venezuella'da, Amerikan dolarından daha geçer akçe! Dolarla bile açamayacağınız şeyi, Carlos'la açabilirsiniz! meselâ, bir internet cafede, klavye dilinin İspanyolca olmasından dolayı, yardımını istediğimiz, cafe sahibi veya yanımızdaki gençler bile, Carlos'un adını duyunca, büyük bir zevkle yardım ediyor. Carlos'un adı geçmeden önce, öylesine davranan insanlar, Carlos'un adı geçince, heyecan ve sevgiyle davranmaya başlıyor.
Pasaport konrolünden geçtikten sonra, geliş bölümünde bizi karşılayan, Gönüldaş Vladimir, hemen oradaki cafelerden birinde bize bir "Venezuella kahvesi "ısmarlıyor. Daha doğrusu bize, cafe içmek istermisiniz? diye sorduğunda, Amerikan kahvesini (nestcafe)sevmediğimizi söylüyoruz, o d abize, Veneuzella kahvesinin çok güzel olduğunu ifade ediyor ve bu daveti kabul ediyoruz. Sayın Valdimir, havalimanı inşaatında kontrol etmesi gereken bir yer olduğunu söyleyerek, bizden yarım saatliğine izin rica ediyor. Biz de, bu arada sıcak Venezuella kahvemizi içip, etraftaki insanları gözlemlemeye çalışıyruz. Veneuzella kahvesi, çok kesif, yani yoğun bir kahve ve bu yoğunlukta bir kahveyi büyük bir fincanda içmek ilk başlarda bize zor geliyor. Malûm damak tadı farklılığı. Hele bu kadar yoğun bir kahveye bir de şeker katılınca, tadı daha da ağırlaşıyor. Benim zannımca, Venezuella halkının bu kadar yoğun bir kahve içmesi, onların biraz da, Endülüs medeniyetinden kalan bir damak tadını devam ettirdiklerini gösteriyor.Çünkü, Avrupla ve Amerikalılarda, bu derece ağır bir damak tadı yok, onlar oldukça hafif, daha doğrusu neredeyse saman gibi damak tadına sahipler ve dünyamızın damak zevkini de samanlaştırıyorlar. Zaten daha sonra da göreceğimiz gibi, İspanyolcayı, Araplar gibi neredeyse gırtlaktan konuşuyorlar.
Vladimir gönüldaş bizi kendisinin ayarladığı ve 20 gün boyunca kalacağımız otele bizi götürüyor. Havalimanı ile, Caracas arası arabayla 40 dakika. Yol boyunca sürekli sohbet ediyoruz. Ülkedeki üniversitelerin, Merkezî Hükümet binalarının ve büyük parkların önünden geçtiğimizde, bize buraları gösteriyor Sayın Vladimir. Üniversiteler şehir merkezlerinde ve halkla içiçe. Caracas'taki ilk gözlemim "ülkenin dünyaya, sadece güzellik yarışmalarını kazanan seksî genç kızlar ülkesi olarak" lanse edilmesine tezat, kadınların çoğu, fizikî olarak, tam bir Türkiye-Orta Doğu karışımı. Tabii olarak, yani bir Batı kültürü ülkesi olması hasebiyle, kadınların giyim-kuşamları daha açık ve serbest. Akşam kalacağımız otele, Cuidad Universitaria yakınındaki, Posada dela Vida geldiğimizde, otelin sahibi ve aslen Cezayirli olan Abdulkdir Bey'le tanıştırılıyoruz. Vladimir gönüldaş bizi, Carlos'un yakın arkadaşları olarak takdim ediyor. Abdulkadir Bey çok seviniyor. Kendisi, Arapça ve İspanyolca dillerinin yanında, Fransızca da biliyor.Bizi ailesi, torunları ve otel personeliyle tanıştırıyor. Otelin lobisindeniçeri girince, bir ân için lobinin bir "Chavez- Carlos" propaganda merkezi olduğu duygusuna kapılıyorsunuz. Lobinin duvarları, Başkan Chavez ve Gönüldaş Kumandan Carlos'a destek veren yayınlar ve duvar ilanlarıyla dolu. Otel personeli de sosyalist ve Chavez taraftarı, pek tabii Kumandan Carlos'u çok seviyorlar. Buradaki Arap Müslümanların durumu acayip. Arapça ve kıyafetleri dışında, çok çabuk asimile oluyorlar. Meselâ, otel sahibi Abdulkâdir. Kendisi Müslüman asıllı, ama kızlarının pek İslâmla alakası yok, kızlarında birinin adı da Nur, üstelik. Sanırım bu biz Türkler için söylenen şu tezi bir kez daha doğruluyor. Bir Türk, İslâmdan ayrılırsa, ne dili, ne de diğer milli özelliklerini koruyabiliyor. Ama bir Arab için bu böyle değil meselâ, Arabçasını gayet rahatlıkla konuşabiliyor, bazı İslâmî gelenekleri, yap-boz gibi de olsa devam ettirebiliyor. Temel Demirer ve Sibel Özbudun'un G.Amerika ziyaretlerini yazdıkları kitaptan okumuştum. Bir Orta Amerika ülkesinin bir şehrinde, kocalar önde, 4 karısı da arkada yürüyorlar, ama hepsi de sarhoş. İlginç olan bir şey ise, erkekler kadınları nikahlamak için mihr vermek zorunda ve mihr de, bir kaç şişe içki!
Abdulkadir ve Vladimir beyler bizi odamıza kadar getiriyorlar, odayı geziyoruz. Güzel ve temiz bir oda. Akşam yemeğe davet ediliyoruz, çünkü Abdulkadir'in doğum günüymüş. Yemekte, tüm aile birarada. Tabi herkeste, Türkiye'den gelen bu misafirler merakı var. Yemekte, Carlos'tan bahsediyoruz, onun, cep telefonumda kayıtlı konuşmasını dinletiyorum, İngilizce, anlamasalar bile, sadece Carlos'un sesini dinlemenin heyecanı yetiyor.
Caracas ve Venezuella ilginç bir yer. Oteldeki odalarda, klimalar 24 saat çalışıyor, ülke Ekvator kuşağında bulunduğu için, tropikal bir ikime sahip ve ısınma derdi diye bir şey yok. Caracas denizden 800 mt. yükseklikte bir rakıma sahip ama, Mart ayında bile klimalar çalışıyor. O zaman soruyoruz ve öğreniyoruz ki, elektrik burada çok ucuz. bunun sebebi de, elektrik santrallerinin yakıt olarak petrol kullanması ve petrolün de bu ülkenin temel zengiliklerinden biri olması. Yine akarsu yönündne çok zengin ve elektriğin bir kısmı da bu sulara kurulan barajlardan sağlanıyor.
6 Mart 20120 Salı, Caracas
Sabah kalkıyoruz, müthiş ve kesif bir nem. Adana ve İstanbul'da yaşamakta olan biri olmama rağmen bu kadar neme alışık değilim, pek tabii Ali Rıza Bey de. Otel lobisinde kahvaltmızı yapıyoruz. Önceleri et ve yağda domuzdan şüpheleniyourz. Bu sebeble, 2 gün sabah kahvaltısında et ve yağ yemedik. Çay kültürü pek yok, onun yerine müthiş bir kahve kültürü var. Çaylar, poşet çay ve bardakla servis ediliyor. Piliç yemek en güvenlisi ancak, daha sonra öğretmen Yasir'den öğreniyoruz ki, domuzun yağı olmadığı gibi, burada balık ve tavuk etlerini güvenle yiyebilirmişiz. Kahvaltıdan sonra şehri gezmeye çıkıyoruz. Hemen yakınımızdaki, Cuidad Universitaria metro durağına gidip, gideceğimiz yer olan Parque Centrala (Central Park)a, sora sora gidiyoruz. metro sisteminin çok gelişmiş olduğunu söylemiştim. Sistemin ana damarı Plaza Venezuella istasyonu. Burada, şehrin her yönüne metro sistemi kurmuşlar.Yeni metro hatları da inşaa ediyorlar. Yüksek tepelere ise, teleferiklerle çıkıyorsunuz, zaten oralara yol yapılmaz, yapılsa bile arabalar çıkamaz! Şehrin tepeleri, bavulinyo denen, teneke veya basit beton evlerden oluşuyor. fakir halk bu evlerde yaşıyor. Burada, ev kiralarının da çok yüksek olduğunu öğrendik. meselâ adam gibi oturacağınız bir evin kirası 1000 dolardan başlıyor. Apartman aidatı ev sahibine ait.
Sabah otel lobisindeki tv'den haberleri ve diğer programları seyrediyoruz. İspanyolca bilmesek bile, haberin içindeki yazı ve görüntülerden, mühtiş bir Chavez propagandası yapıldığını anlıyoruz. kanalın adı Venezuella tv. Avukatımızı Ali Rıza Bey, buradaki programlarında, dünyanın diğer yerlerindeki gibi, benzer formatta olduğunu ifade ediyor. Ben de, "küresel ve tüketici ABD kültürüne karşı koyabilecek bir alternatiflerinin olmadığı anlaşılıyor" diyorum. Yani, küresel Batı kültürel işgaline karşı koyabilecek bir alternatifleri yok, Hoş, Venezuella da nihayetinde, Batılı bir kültür içerisinde yoğrulmuş bir ülke. Karşı çıkarken bile, karşı çıktığı şeyi yaşatmak zorunda. Kıtanın büyük sosyalist düşünür kadını, Şili'den Marta Hernecker'in Başkan Chavez'le gerçekleştirdiği röportajlarında (kitablaştırıldı ve Türkçe olarak yayınlandı) ifade ettiği gibi.: Günümüzde, sosyalizm bile olsa, hiç bir sistemin insanlığın meselelerine çözüm getireceğine inanmıyor insanlar.
Başkent Caracas açıkçası beni şaşırtıyor. Bir kere, Venezuellalılar kendi başkentlerine bile pek önem vermiyor gibi geliyor bana, yani biraz tembeller. Bütün Güney Amerika kıtasındaki genel gözlemlerde olduğu gibi. Sanırım, Anglo Sakson ABD-Kanada'nın, Meksika'dan başlayarak, bütün kıtayı tembellikle suçlamısının sebebi de burada yatıyor. Bu kıtanın halkı kültürel olarak, zaman ve mekân anlayışı ve paraya dair , Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ile aynı şeyleri paylaşmıyor. Hatta tamamen zıt diyebiliriz. Bu sebeble olacak, Amerikalılar gibi manyakçasına çalışma düşkünü değiller. Çalışmayı bir eğlence gibi anlıyorlar veya eğlenerek çalışmak gibi. Yani Amerikalılar gibi, robotlaşmış bir insan olmak istemiyorlar. Bu da gayet tabii bir arzu ama, hem Batlı bir modeli seçeceksiniz ve hem deo modele büsbütün muhalif bir çalışma sistemi yaşatmak isteyeceksiniz. İşte bu olmuyor. parçaların toplamından bütün meydana gelmiyor.
Meselâ, zamana dair müthiş bir genişlik içerisindeler, saat 5'te dersiniz, 6'da gelirler sizinle buluşmaya ve bu da onlar için gayet tabii bir şey. Sokaklar en eskisinden yani neredeyse 20-30 yıllık arabalardan, en yenisine araçlarla dolu. Bu durumda, gelir dağılımındaki aşırı dengesizliğin bir göstergesi olsa gerek. Zaten daha sonra göreceğimiz gibi, zenginlerin evleriyle, fakirlerin kulübeleri arasında, dağlar kadar bir fark var.Venezuella, Büyük Meksikalı yazar Oktavio Paz'ın "Yalnızlık Dolambacı" isimli eserinde anlattığı, Meksika'ya ne kadar da benziyor. Yazar, Meksika için, ne Batılı, ne de Doğulu derdi. yani, arada kalmış! Aynısını Venezuella içinde, hatta belki bütün Orta ve Güney Amerika için söyleyebiliriz. Bütün kıta arada kalmış, kimliğini bir türlü oturtamamış, yolunu arayan, ama, değil bulmak, nasıl arayacağını bile bilemeyen bir yerdir desem, abartmış sayılmam. Arjantin, Şili ve Uruguay ne kadar Avrupalı ise, Brezilya o kadar yerli ve Afrikalı diyordu, Uruguay'da yaşayan Gönüldaşımız Ahmet Karaca. Aynı şekilde, Buraya işgal eden İspanyoların, onların yerlilerle olan evliliklerinden doğan melez neslin ve yerli toplumun hepsini kuşatacak bir idea yok gibi. Bu sebeble olsa gerek Batı, bu kıtayı 500 yıl sömürmesine ve işgal etmesine yardım edecek işbirlikçileri bulmakta hiç zorluk çekmiyor.
Meselâ, Venezuella'da, petrol başta olmak üzere, tarım ve madenciliğe dayalı büyük imkanlar var ama ülke hâlâ gelir dağılımı adaletsizliğinde boğuluyor, bu kaynaklarını yeterince kullanamıyor. Bu sadece kaynakların devletleştirilmesi veya kooperatifleştirilmesi meselesi değil, insanlarını bu ideal içine katabilecek bir daimî bir heyecana kavuşturma meselesi. Yoksa, eski SSCB ve Çin'deki rejimler gibi, işçilere dayalı bir bürokratik rejime dönüşebilir, sosyalizm ideali. Şu apaçık belli ki, halk(zenginler ve orta tabakanın bir kısmı hariç, nüfusun yüzde 65'i) Chavez'i çok seviyor, onu 5 asırlık kapitalis ABD işgaline direnişin bir sembolü olarak görüyor, tıpkı ülkein kurucusu ve kıtanın direniş sembolü Simon De Bolivar'da olduğu gibi. Chavez, Kapitalist-emperyalist ABD'nin düzenlediği askerî darbeleri yenen ilk lider olma hususiyetiyle, kıtaya müthiş bir soluk aldırmış, bir heyecan yaşatmış. Ama eşyanın tabiatı gereği bir devletin, bir milletin heyecanı ancak, bir lider etrafında kenetlenmiş ve fikirci bir kadro eliyle yaşatılır. Sanırım Venezuella bunun sıkıntısını yaşıyor. Zaten, Chavez ölürse, ne olacak sorusu bir endişe olarak beliriyor. Bu endişeyi, daha sonra kendisine bir ziyaret gerçekleştireceğimiz ve İstanbul'da, Çağdaş Hukukçular Derneği'nin düzenlediği bir panelde tanıştığımız Chavez'in avukatı Manuel Vadel'i ziyaretimizde de gördük.
Bugün öğlen namazı için, Central Park içerisinde bulunan ve Camii, Kilise, Havra gibi ibadet mekanlarının aynı merkezde bulunduğu yere gittik (sakın bizde sık sık bahsedilen Dinlerarası diyaog projesinin bir ayağı olan, cami kilise-havra aynı yerde projesine benzetilmesin. Hepsi aynı semtte ama aralarında, yollar, caddeler ve parklar var.) Camiye girmek kolay değil, çünkü yüksek demir parmaklıklara sahip bir demir kapısı var. Kapıdaki güvenlik görevlisine, İngilizce olarak, namaza geldiğimiz söylüyoruz. Anlamıyor ve bize kapıdaki diafona basıp, konuşmamızı söylüyor. Diyafona bastığımızda, karşımızdaki sese "Esselamun aleykum, Salat" diyoruz ve Arab bir genç çıkıyor karşımıza, Bizi görünce gülümsüyor ve kapıyı açıyor. Bekçiye, bizi camiye götürmesini söylüyor. Camiye giriyoruz. Cami, Dünya Müslümanlar Birliği, Venezuella Şubesine ait. Suud Kralı tarafından inşâ edilmiş, büyük ve güzel bir cami. Daha namaza 1 saat var, bir kütüphanesindeki kitabları inceliyoruz. İspanyolca, meal, fıkıh ve ilmihal kitablarıyla dolu kütübhane. Hemen bir Kur'ân-Kerim alı, yüksek sesle, Yasin okumak geliyor içimden. Okuduğum Yasin-i şerifi, geçtiğimiz haftlarlada arda arda vefat eden, Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu'nun annesi Sabriye annemizle, gönüldaşımız Ünsan Zor'un eşi Nuray Zor bacımızın ruhlarına hediye ediyorum. Camideki güvenlik görevliisne, "direktör" diyerek, oranın yöneticisiyle görüşmek istediğimizi söylüyorum. Bizi hemen alt kata indiriyor. İdare merkezinde, bizi karşılayan Faslı genç arkadaşla el-kol işaretiyle muhabbet etmeye başlıyoruz. İstanbul'dan geldiğimiiz söyleyince hemen duvardaki bir panoyu bize gösteriyor ve pano üzerindeki, camii fotolarından birisi İstanbul'daki bir camiye ait olduğunu gösteriyor.
Birazdan yanımıza Venezuella Müslümanlar Birliği Sekreteri ve yazar Abdullah Fernandez geliyor. Kendisiyle Venezuella'daki müslümanlar üzerine sohbet ediyoruz. Venezuella'da takriben 1 milyon kadar müslüman bulunduğunu ama bunların aktif bir örgütlenme içinde olmadıklarını ifade ediyor. Kendisine, Gönüldaş Çakal Carlos'un gazetecisi ve avukatı olduğumuz ifade ediyoruz. birden hem Abdullah ve hem de oradaki Faslı genç heyecanlanıyor. Söz Çakal Carlos'ta kitabını ve kitabta bizlere dair takdim yazılarını gösteriyoruz. Sonra ona, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu hakkında bilgiler veriyoruz ve Başyücelik Devleti'nin İngilizcesini, hediye ediyoruz. Çok seviniyor, hep beraber bir kaç foğoğraf çektiriyoruz, hem de İBDA'nın el selamıyla... Caminin altı büyük bir spor ve toplantı salonu, Müslümanların biraraya gelmesi için düzenlenmiş. Namaz vakti geliyor ve yukarı çıkıyoruz. Cami içinde, bir kaç müslüman var, onlarla tanıştırılıyoruz, Carlos için geldiğimiz söylenince "ooooo, Carlos" sesleri yükseliyor. Cemaat halinde namaz kıldıktan sonra, biraz Türkiye, biraz Carlos ve İBDA'dan bahsedip, cami girişinde, İBDA işaretleriyle fotoğraflar çektiriyoruz. Bana işaretin ne mânâya geldiğini soruyorlar. Arapça, "Allah demek olduğunu, şayet elimizi öne doğru tutarsak silaha dönüştüğünü" anlatıyorum,.seviniyorlar. Bu arada, Abdullah Fernandez bizim için helâl bir lokantaya telefon ediyor. Aynı zamanda bir isimle temasa geçiyor. Kendisiyle, Cuma namazında görüşmek ve namazdan sonra bir röportaj gerçekleştirmek üzere, camiden ayrılıyoruz. Buluşacağımız kişi, 5 yıldır Caracas'ta yaşayan ve özel bir kolejde öğretmenlik yaparak geçimini sağlayan, Yasir isimli üniversite öğrencisi bir Türk genci. Kendisiyle konuşup, adını verdiği bir yerde buluşuyoruz. Yasir, aslen Erzincanlı, kendisi 17 yaşındayken, babası Sakarya Akyazı'da imamken, vefat etmiş ve kendisi üniversite okumak için buraya gelmiş. Burada kendisi gibi bir kaç Türk öğrenciyle beraber kalıyor. Yasir bizi, 2 yıl önce buraya gelmiş ve şehrin lüks bir semtinde Türk lokantası işleten (Mado) Mustafa Bey'in lokantasına götürüyor. Burada yemeğimiz yiyip, biraz sohbet ettikten sonra, tekrar buluşmak üzere ayrıldık. Yasir bize Venezuella hakkında bilgiler vermeye başladı.
Meselâ, burada teknik eleman alt yapısının çok yetersiz olduğunu, hiçbir elektronik eşya ve makine taimiri işinden anlamadıklarıknı anlattı. Tamirciler işten anlamadığı ve tamir masrafları, yeni bir bilgisayarın fiyatına yaklaştığı için, hemen çöpe atıp, yenisini alıyorlarmış. Tabii burada gümrük vergileri düşük olduğu için, arabalar ve beyaz eşya, elektronik eşyaların fiyatları da Türkiye'ye göre ucuz.Chevrole bir araba, Türkiye fiyatıyla 20 bin tl. Türkiye'de rahat, 40 bin tl eder.Yollarda, oldukça eski Brezilya yapımız Encava özel halk midibüsleri cirit atıyor. Burada, normal belediye otobüslerine "Metrobüs" deniyor.
Akşam Gönüldaş Vladimir Ramirez ve muhterem eşi Carla Hanımla buluştuk. Otelimizin bitişiğindeki bir restoranda, çay-kahve içip, sohbet ettik. Vladimir R. Sanchez kendisinin, Veneuzella'nın bütün altyapı yatırım ve projeleriyle ilgili kamu dairesini İDEA'da üst düzey bir idareci olarak çalıştığını ifade ediyor. Dolayısıyla müthiş bir iş yoğunluğuna sahip, evine bile geç saatlerde gidebiliyor. Eşi ise bir İngilizce öğretmeni. Vladimir Bey'e, Veneuzella'nın, ABD, kültürünün etkisi altında olduğunu söylüyorum. O da haklısınız ancak, 10 yıldır Chavez gibi bir liderimiz var, cevabını veriyor. Bize, yoğun işleri arasında akit buldukça yardım edeceğini ifade ediyor. Ve, neler yapmak istediğimizi soruyor. Kendisine, bu gezinin hem bizim için ve hem de kardeşi Gönüldaş Kumandan Carlos için çok önemli olduğunu söylüyorum, bunu tasdik ediyor. Başkan Chavez'le mutlaka görüşmemiz gerektiğini, kendisiyle röportaj yapmak istediğimizi ve bu esnada Carlos'un durumunuda anlatacağımızı söylüyorum.Türkiye Başbakan'ının danışmanlarından, Hasan Köni Hocanın, "Türkiye'nin, dünyanın siyasî, ekonomik ve tarihî merkezi olduğunu, ABD'nin, Türkiye'yi kaybetmesi halinde 3-5 yıl içinde bölünebileceği tesbitimize katıldığını" ifade ediyorum. Ayrıca, Uluslararası Ekonomik ve Kültürel İlşkiler Birliği Genel Başkanı İbrahim Danaclar Bey'in, buradaki muadil resmî ve özel kurumlarla görüşmeler yapmak istediğini ifade ediyorum. Yine, Turksih Foundation Vakfının, Mayıs ayında İstanbul'da düzenleyeceği "Dünya Politika Forumuna" davet edildiğini ve bu davetiyeyi vermek istediğimi ifade ediyorum. Meselâ bunun için Başkan Chavez'in avukatı Sayın Manuel Vadel'le görüşmek istediğimizi söylüyorum. Kendisi, Vadel ile ertesi günü (7 Mart) görüşebileceğimizi söylüyor ve 7 Mart'ta tekrar buluşmak üzere restorandan ayrılıyoruz.
Odamıza döndüğümde, avukatımız Ali Rıza Bey'le günün kısa bir değerlendirmesini yapıp, yatıyoruz. Buranın havasının kesif nemli olmasından mıdır, nedir, akşam 9-10 sularında hemen uykunuz geliyor.
7 Mart 2012,Çarşamba. Caracas
Sabah kahvaltısı için lobideyiz, kahvaltı ettikten sonra, tv'de İspanyolca olarak haber programını seyrediyoruz. Alt yazılardaki ana spotlardan, hangi konudan bahsedildiğini anlayabiliyoruz. Önümüzdeki Ekim ayında hem genek ve hem de mahalli seçimler var ve Chavez müthiş bir motivasyon kaynağı. Bu, ertesi günlerde başkent Caracas'ta gerçekleştirilecek olan mitingde de görülecek. Lobide bilgisayarımızı açar açmaz, otel çalışanları ve kıtanın diğer ülkelerinden gelen müşteriler, bir "Carlos" gösterimine hazırlar. Özellikle otel sahibinin büyük kızı müdire hanım, herkesi bilgisayarımızın başına topluyor ve Kumandan Carlos'un ses kayıtları, tv röportajları, Leyla Halid'le olan konuşması, resimleri, bizlere yazdığı ve imzaladığı fotoğraflar müthiş bir ilgi çekiyor, defalarca ve defalarca seyrediyorlar. Bu sunum bittikten sonra, Sayın Salih Mirzabeyoğlu ile ilgili tv haber görüntülerini seyrediyor ve bana Salih Mirzabeyoğlu ve görüntüler hakkında sorular soruyorlar. Vakit öğleyi buluyor, Vladimir Beyle, bir gün önceden saat 3:30'da buluşmak üzere sözleşmiştik. Otelimizin yakınında bulunan Ciudad Universitaria metro durağında, Türk rehberimiz Yasir'i karşılıyorum. Yasir'le otel lobisinde sohbet ediyoruz. Yasir, tıpkı Kumandan Carlos'un tesbi ettiği gibi, Chavez hükümetindeki yozlaşmadan bahsediyor. "Chavez'i seviyorum abi ama, çevresi hırsız" diyor ve yaşadığı bir kaç macerayı anlatıyor. 10 senede 100 bakan değiştirmek normal, değil diyor. Bu konuda çok haklı. Chavez, ne kadar idealistse, çevresi artık o kadar yağmacı olmaya başlamış.Biraz sonra Vladimir Bey geliyor veYasir'le Vladimir Bey böylece şahsen tanışmış oluyor. Sayın Vladimir bizi arabasıyla, Başkan Chavez'in avukatı Sayın Manuel Vadel'in işyerine, yayınevine götürüyor. Şehir merkezinde bir yerde. Hem ofis ve hem de yayınevi olarak kullanılan büyük bir iş yerine geliyoruz. Burada bizi kucaklıyor, Geçtiimiz yıl Eylül ayında, İstanbul'da tanıştığımız Sayın Vadel, ilginçtir, ilerlemiş yaşına rağmen 2009 yılında İstanbul'da tanıştığı Ali Rıza Yaman Bey'i de çabucak hatırlıyor. Müthiş bir sıcak kucaklaşma. Tabii Vadel'in eşi Teresa Vadel Hanım da sıcak bir hoş geldinizle karşılıyor bizleri.Rehberimiz Yasir'i de tanıştırıyoruz. Kendilerine, Venezuella'ya hangi gaye için geldiğimiz anlatmaya başlıyorum. Başkan Chaevz'le mutlaka görüşmem gerektiğini, bunu Kumandan Carlos'un özellikle arzuladığını anlatıyorum. Chavez'in Küba'da tedavi gördüğünü, kendisinin müthiş bir kuşatmaya tabii tutulduğunu ve bu kuşatmayı oluşturan çevresinin, kendilerini bile, Chavez'le görüşmelerini engellemeye çalıştığını anlatıyor, Sayın Vadel.
Chavez'le yaşadığı devrim hatıralarını anlatırken, gözleri dolu bir şekilde," şu gördüğünüz, ambalajlanmış kitap kolileri üzerinde gezer, çalışır ve yatardık diyor.Sayın Vadel, AKP Hükümetinin, Amerikancı ve NATO destekli siyasetinden oldukça rahatsız ve bunu açıkça ifade ediyor zaten. Biz de kendisine, Türk halkının yüzde 95'nin ABD ve Batı muhalifi olduğunu, hükümetin bu korkudan dolayı ABD'nin isteklerine hemen evet diyemediğini, halkın tepkisinden korktuğunu, hatta, Millî istihbarat, ordu, bürokrasi ve iş aleminde de ABD ve NATO'ya karşı büyük bir muhalefetin geliştiğini, Libya işgalinden sonra, Türk halkının Suriye haberlerine pek itibar etmediğini, ABD ve NATO'nun, tıpkı Libya'nın işgalinde olduğu gibi yalan haberlerle işgali meşrûlaştırmak istediğini anladığını ifade ediyoruz. Şehid Kaddafi'nin adı geçince duygulanıyor. Sayın Vadel'e, Vladimir Beye söylediğim şeyi, Türkiye'nin, dünyanın siyasî, ekonomik ve kültürel merkezi olduğunu, ABD'nin Türkiye'yi kaybetmesi hâlinde, müthiş bir çöküş yaşayacağını anlatıyorum.
Kumandan Carlos'un, Av. Ali Rıza Bey ve benim için özel olarak imzalayıp, gönderdiği fotorafları da gösteriyoruz, İBDA işaretiyle çekilmiş bu fotoğraf ilgi çekiyor ve İBDA işareti yapmaya çalışıyorlar. Sayın Vadel bize, Venezuell'anın tanınımış fikir adamı ve 70'e yakın kitabını bastıkları Domingo Alberto Rangel'le bir buluşma ve röportaj ayarlamayı teklif ediyor, bu teklifi kabulediyoruz. Marksizme inanmış bir fikir adamı olam Rangel'in, buradaki sol çevreler üzerinde tesiri olduğu ifade ediliyor.
Gerçi, Batı kalıpları içinde, kapitalizmin kazık gibi çakıldığı bir yerde, sosyalizm ne kadar uygulanabilir, uygulansa da, kendi formu, kalıbı da Batılı ve Batıcı olduğu için insan ve toplum meselelerine ne kadar çözüm getirebilir, orası ayrı mesele. Bolivarcı Chavez'in devleti, bir sosyalizm değil, zaten bütünüyle sosyalist olması mümkün değil, ancak İslam'ında temel şart olarak koştuğu, topluma-millete ait, temel ve doğal kaynakların, kişilerin şahsî mülkü olamayacağı doğrusundan yola çıkarak (Bugün, Müslüman görünen AKP hükümetinin, İslâma büsbütün zıt bir davranış olarak, sadece İstanbul'a gökdelenler dikmesiyle, Uluslarası sermayeye peşkeş çekilmesi misali yeter!), dünün ABD ve Batı kapitalizmiyle kucak kucağa oturmuş, işbirlikçi Venezuella kapitalistleri ve asırlarca burayı babalarının çiftliği gibi gören, başta petrol şirketleri olmak üzere, ABD'li ve diğer Batılı şirketlerin, çalarak mülkiyetlerine geçirdikleri büyük işletmeler ve arazileri tekrar devletleştirmeye başlamış.
Saat 6 gibi oradan ayrılıyoruz, Sayın Vladimir bizi, Plaza Venezuella'da bırakıyor. Plaza Venezuella, Caracas'ın ve dolayısıyla da Venezuella'nın kalbi desek yanılmış olmayız. Bütün metro istasyonları ve bütün ana caddelerin kesiştiği bir kavşak, bir meydan. Mitinglerin, sosyal hareketlerin yaşandığı büyük bir meydan ve iş merkezi. Burada, eski rejimden kalan iğrenç gökdelenler var. Chavez Hükümeti de yeni devlet daireleri için, büyük binalar inşaa ettirmiş.
Yasir, Caracas'ın lüks denilebilecek bir semtinde yaşıyor. Apartmana girerken bir şey dikkatimiz çekti. Apartmanların bütün duvarları, dikenli teller ve onlarında üstünde elektrikli tellerle çevrilmiş. Zaten, yüksek voltaj diye bir uyarı levhası da asılmış. Hırsızlara ve katillere karşı önlem içinmiş bütün bunlar. Zaten bu hırsız ve katil korkusunun ne mânâya geldiğini apartmana girişte ve çıkışta anlamaya başladık. Apartmanın duvar kapısınının kilidini anahtarınızla açıyorsunuz, sonra apartman giriş kapısını, sonra koridor kapısını anahtarınızla açıyorsunuz. Asansör kapısını ise, bizdeki akbil sistemiyle açıyorsunuz. İneceğiniz kata gelince, merdivenlerden itibaren bütün krodidor demir parmaklıklarla çevrili, kapısını da anahtarla açıyorsunuz. Tabii her bir kapı için ayrı ayrı anahtar taşıyorsunuz üzerinizde. Sonra kendi dairenizin kapılarını açıyorsunuz. Her bir dairenin çifte çelik kapısı var. İş bu kadarla da bitmiyor. Bir de bunun çıkışı var. Çıkışta da, önce kendi kapılarınızı kitliyorsunuz, sonra caddeye çıkana kadar bütün kapıları akbille tekrar açıyorsunuz. Anlayacağınız, burada herşey maalesef bir güvensizlik üzerine kurulmuş hâlde. Bu da, Batı hayat tarzının getirdiği ve mânâsını İngiliz mütefekkiri Thomas Hobbs'da bulan "insan insanın kurdudur" sözünün bir yansıması olsa gerek! İnternet kafelere doğrudan giremiyorsunz, çünkü kapılar içerden kilitli, içerdeki bir kişi parasını ödemeden kaçmasın diye. Zaten, önce kaç dakika gireceğinizi söylüyor, onun bedelini ödüyorsunuz, sonra bir kaç kapıdan geçiyorsunuz veya çıkışta, sizin işiniz bittiğini göstermeniz gerekiyor, çıkış kapısı ancak öyle açılıyor. 5 asırlık sömürgeci Batı işgali, buradaki insan anlayışını maalesef, kurtlaştırmış. Belki de bu sebeble, 5 asır boyunca, istiklâllerini kazanamadılar. Çünkü, gerek İspanya ve gerekse ABD, çok az askerle işgaller gerçekleştirebildi, 5 asır boyunca. Hele, buradaki kadar kendi halkını katleden bir işbirlikçi-işkenceci kadrolar dünyanın başka yerinde görülmüşmüdür, bilmiyorum. Venezuella, Nikaragua, Şili, Honduras, Haiti, Brezilya, Arjantin...Şimdilerde ise Panama, Kolombiya... Bu ülkelerde, eski sömürgeci-işbirlikçi rejimlerin kendi yerli halkına karşı gerçekleştirdiği soykırım ve katliamların hesabı tarihin hangi sürecinde görülecek acaba?
Brezilyalı gönüldaşımız Merve Leticia Hanım, bundan 6 yıl önce, Latin Amerika kıtasının, ABD-Batı'ya karşı duyduğu öfkeyi şöyle izah etmişti: "Tam 5 asır iliklerimize kadar sömürülmenin getirdiği , iliklerimize kadar sinmiş biröfke var, ABD'ye ve Avrupa'ya karşı!
Belki de bu öfkeden dolayı olsa gerek, burada ABD'ye gidenlerde bile İngilizce öğrenme merakı yok. ABD'ye gidenler, Hispanik kökenlilerin yaşadığı, Kaliforniya gibi eyaletlere gidiyor zaten ve dil sıkıntısı çekmiyor. Üniversite kampüslerini bir boydan diğer boya turluyoruz ve otelimize veya Parque Central'a uğruyoruz ve yolda, özellikle üniversite öğrencilerine İngilizce olarak soruyoruz adresleri ama İngilizce bilen pek yok gibi. Bizdeki, taa kreşten başlayan ve kültür emperyalizminin en basit göstergesi olan İngilizce saplantısını düşününce, çocuklarımız adına üzülüyoruz.