12 Eylül darbesinin mağdurları, yaşadıklarını internete taşıdı
12 Eylül 1980 askeri darbesini gerçekleştirenler, 4 Nisan 2012 tarihinde hakim karşısına çıkacak. Darbenin mağdurları ise yaşadıklarını sanal aleme taşıdı. İnternet sitesi kuran mağdurlar, darbe dönemine ilişkin bilgiler veriyor.
12 Eylül 1
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-03-04 08:16:50
12 Eylül 1980 tarihinde Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in Türkiye'deki iç gelişmeleri gerekçe göstererek darbe yaptığı belirtilen sitede, "Bu darbe ile TBMM kapatıldı, 1961 Anayasa'sı kaldırıldı. Bütün siyasi partiler kapatıldı ve mallarına el konuldu. Darbe Türkiye üzerinde tam anlamıyla bir silindir gibi geçti. 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı. Bunlardan 18'i sol görüşlü, 8'i sağ görüşlü, 23'ü adli suçlu, 1'i Asala militanıydı." deniliyor.
'www.darbemagdurlari.com' adresli internet sitesinde, 12 Eylül döneminde ölüm cezası ile infaz edilen kişilerin adları, idam tarihleri ve illeri yayınlanıyor. Ayrıca sitede, fotoğraflar ile videolar bölümü de yer alıyor. 12 Eylül darbesi öncesinde çok sayıda cinayet ve suikast işlendiğine dikkat çekiliyor, bu cinayet ve suikastların çoğunun failinin bugün bile hala bulunamadığı vurgulanıyor. Bulunan ve hapishaneye atılan faillerin ise ilginç bir şekilde askeri cezaevlerinden kaçırıldığı, masumların idam edildiği belirtiliyor.
Cezaevlerinde yıllarca süren işkence yöntemleri ise şöyle sıralanıyor: "Falaka, yaygın ve sürekli uygulandı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir vb. vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı. Mahkumlara elektrik verilirdi. Günlerce mahkumlara hassas yerlerinde elektrik verildi. Mahkumlara köpeklerin saldırması sağlanırdı. 50-60 kişi havalandırmaya alınırdı. Gardiyan 'tepe ol' komutu verince tüm tutuklular üst üste bindikten sonra, bir tutuklu da üst üste yatan tutukluların üstüne çıkar, İstiklal Marşı'nın on kıtası okutulurdu."
Hikayeler bölümünde ise Muhsin Yazıcıoğlu'ndan Yılmaz Odabaşı'na, Bayram Bozyel'den Orhan Miroğlu'na ve İskender Ulus'a kadar birçok kişinin cezaevinde yaşadıkları anlatılıyor. Darbe mağdurları, '[email protected]' e-mail adresine yaşadıklarını yazabiliyor.
"YEMEKLERE DETERJAN ATTILAR"
Orhan Miroğlu, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: "Hiç unutmam, bir arkadaşım Diyarbakır Cezaevi'nden tahliye oldu. Onunla yolda karşılaştık. Göz göze geldik, ama beni görmezlikten geldi ve hızla karşı kaldırıma doğru yürümeye başladı. İnsanlar korkudan, en yakınlarındaki birilerini bile tanımazlıktan veya görmezlikten geliyorlardı.
Burada en çok eziyet görenler bizimle birlikte hareket eden Türklerdi. Gardiyanlar en çok onlara tepki gösterirdi. 'Hele bunlar Kürt, sizin ne işiniz vardı bunların arasında' diye çok kızıyorlardı Türk olan arkadaşlara. Benim kaldığım koğuşa getirdikleri, Konyalı, doktor Feridun Özdingiş'i gece gündüz dövüyorlardı. Feridun'un elleri hiçbir zaman iyileşmedi. Ağlamaktan gülmeye uzanan ağır bir travma dönemiydi bu, ama bu travmanın farkında bile değildi çoğumuz. Doktor Feridun burada olanlara bir türlü anlam verememişti ve onun da psikolojisi bozulmuştu, derin bir travma yaşıyordu.
Yemeklerimize deterjan koyuyorlardı. Bir gün sulu bir yemeğin içine iki kutu tursili getirip karavananın içine boşalttılar. Sonra karıştırdılar. Hepimize tek tek ve zorla bu karışımı yedirdiler. Yiyen kusuyordu, midelerimiz delinecek gibi oldu. Her gün üç dört kez dayak atıyorlardı ve bu çok rutin bir işkence gibiydi. Altmışa yakın marş ezberledik. Sabahtan akşama kadar bu marşları söyletiyorlardı. Esas duruşta. Görüşe çıkmadığımız vakitler, ailelerimiz ölmüş olabileceğimizden kuşku duyuyor ve bizi morglarda arıyorlardı. Morgta insan cesedi aramak kolay bir iş değildi. Askeri hastanenin morgunda tanıdık birilerini bulmanız gerekiyordu. Cezaevindekilerin durumunu anlatır dururuz. Ama dışarıdakiler, en az içerdekiler kadar acı çektiler."
"ANNEM TÜRKÇE BİLMEZDİ, GÖRÜŞ GÜNÜ GÜLÜŞÜRDÜK"
Askerler için "Avını bekleyen avcı gibiydiler." diyen Bayram Bozyel ise onların yaptıklarına icap etmemeyi, işkence etmeyi beceremeyenlerin hemen değiştirildiğini belirtiyor. Küçük bir fırsat bulduklarında mahkum arkadaşlarıyla sadece yemek üzerine konuştuklarını dile getiren Bozyel, "Görüş günleri ayrı bir işkence tabii. Görüşme kabinlerine girdiklerinde gardiyan 1'den 5'e ne kadar uzun sürede sayarsa anne-babayla o kadar fazla görüşebiliyorlar. Görüş için gelenin Türkçe bilmiyor olması mühim değil. Kürtçe yasak. Benim annem Türkçe bilmezdi. O bazen Kürtçe bir iki şey söylerdi. Ama ben ona asla Kürtçe cevap vermezdim. Bir birimizin gözüne bakar gülerdik. Çünkü aykırı konuşanları ailelerinin yanında döverlerdi. Sonra da koğuşa gelene kadar süründürür acısını çıkarırlardı." diyor.
"RÜYALARDA KENAN EVREN VE ASKERLERİ PEŞİMDE OLURDU"
Yılmaz Odabaşı da mahkemeye çıktıklarında sağa, sola, arkaya bakmak, kıpırdamanın yasak olduğunu ifade ediyor. Anasının mektuplarında; 'Kurban olan mahkemede bir kere dönüp baksan, bir yüzünü görsem' diye sitem ettiğini anlatan Odabaşı, "Yine bir duruşmada sımsıcak gözlerle dönüp baktım anama... Tepemdeki inzibat eri salondakilere sezdirmeden fısıltıyla homurdandı. İnzibatlar, o an için müdahale etmedi, ama duruşma bittiğinde bir astsubay, mahkeme için taktığım kravatı kavrayıp o kalabalıktan ayırdı beni. Birlikte yargılandığım arkadaşlarım kelepçelenip cezaevi ring aracına götürülürken, ben boş mideme, suratıma inen yumruklarla yıldızlar sayıyordum." diye konuşuyor.
Odabaşı, şöyle devam ediyor: "12 Eylül'de benim rüyalarım olurdu. Rüyalarda Kenan Evren ve askerleri peşimde olurdu. O rüyalarda uçurumlardan düşerdim. Silahım tutukluk yapardı. En güvendiğim arkadaşım apoletli olarak işkencecilerin arasından çıkar gelir, o da muhbir olurdu. Hüsrana uğrardım. Kan ter içinde uyanırdım. Kâbuslarım 1989'da Kenan Evren'le birlikte çekip gitti. Benim geleceğimle, gençliğimle oynadılar. Öğrenim hakkımı aldılar. Bunların hesabını kim verecek?"
BİR GÖZÜNÜ KAYBETTİ
Adıyaman'da iki dönem belediye başkanı olarak görev yapan Abdulkadir Kırmızı, "İki ay firar gezdim ondan sonra teslim olmak zorunda kaldık ve Pirin Palas diye bilinen askeri cezaevinde iki yıl sıkıntılı günler yaşadık. İşkenceler, baskılar, küfürler, yani sıradan insanların birbirine yapamayacağı sıkıntıları orada askeri rejiminde yapıldı. Çünkü hukuk yoktu." diyor.
Abdest alıp namaz kılacağını söylediğinde 'namaz kılıyorsan burada ne işin var' dendiğini aktaran Kırmızı, mahkumların elektrik prizlerinden haberleştiğini söylüyor. Çöp kutusundan ekmek kırıntısı istediklerinde yedi sülalesine küfredildiğini anlatan Kırmızı, psikolojik işkence yapıldığını vurguluyor. Kırmızı, "Orada biz gözle kurtulduğumuza şükrediyoruz. 'Pirin Palas'a girip de sağ çıkan olmaz, sağlam çıkan olmaz. Birinin gözü, birinin kulağı yani anlayacağınız oradan boş çıkarmıyorlardı." şeklinde konuşuyor.
Adıyaman'da 12 Eylül'de iki ismin öne çıktığını, bunların Albay Necabettin Ergenekon ile Kara Bela lakaplı yüzbaşı olduğunu dile getiren Kırmızı, şöyle devam ediyor: "1994 yılında Adıyaman Belediye Başkanı seçilince 12 Eylül'de Necabettin Ergenekon tarafından şehir merkezine yaptırılan süngüyü resmeden saat kulesini yıktım. İstanbul'da tesadüfen Necabettin Ergenekon'la karşılaştım. 'Benim saat kulemi niye yıktın?' diye sorunca; 'sizden bir tek hatıra bile kalmasın' diye cevabını verdim."
SON VİDEO HABER
Haber Ara