Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Asıl sorun dindarlık değil, milliyetçilik

'Dindar nesiller yetiştirme' ideali! Sayın Başbakan'ın son günlerde çokça tartışma yaratan sözleri, hemen ve ister istemez CHP'nin tek parti döneminde öne çıkmış olan 'fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirme' sloganını çağrıştırıyor.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-02-09 08:23:52

Asıl sorun dindarlık değil, milliyetçilik

Sayın Başbakan'ın sözlerinin bağlamı ve gerekçeleri ayrı bir konu. Çağrışım, hiçbir dolayım olmadan, dosdoğru "nesil yetiştirme" sözcüklerindeki benzerlikten kaynaklanıyor. Yalnız, iş bu dolayımsız çağrışımda bitmiyor. Yine Sayın Başbakan'ın, ortaya çıkan tartışma ve tepkiler üzerine, sözlerinin arkasında durarak konuyu (milâdî takvime göre 13 Nisan 1909'a denk gelen) 31 Mart Olayı'na kadar geriye götüren bir târihî perspektife oturtmak istediği görülüyor. Haksız da değil. Mes'eleyi 1909'dan daha geriye, Osmanlı modernleşmesinin başlangıcı kabûl edebileceğimiz Tanzîmat'a kadar uzatmak dahi mümkün.

Biz bugünden başlayalım. "Dindar nesiller yetiştirme" ideali veya hedefi aslında bir 12 Eylül projesidir. Yaşı elverenler hatırlayacaklardır, 12 Eylül'den önce okullarda "din dersi" okutulurdu ama bu ders "zorunlu" değil, "seçimlik" idi. 12 Eylül askerî rejimi, 1982 Anayasası'na "din kültürü ve ahlâk bilgisi" derslerinin zorunlu dersler arasında yer aldığı hükmünü getirdi ve o tarihten beri de Türkiye'de temel eğitim içinde "din kültürü ve ahlâk bilgisi" dersi zorunlu ders olarak okutuluyor. Anayasa, konuyla ilgili 24. maddesinde "din kültürü ve ahlâk bilgisi" dışında kalan bir "din eğitimi"nden de söz etmekte ve bunu kişinin isteğine ve rızasına bırakmaktadır. Anayasa'nın lâfzından hareket edip, bu ayrımı da göz önüne aldığımızda, 12 Eylül rejiminin "din dersi"ni değil, farklı din, kültür ve ahlâk anlayışları, yaşam tarzları hakkında bilgi aktaran çok daha farklı bir dersi zorunlu ders olarak öngördüğü sonucu çıkarılabilir. Lâkin, çok iyi bilindiği gibi durum hiç de böyle değil.

Hasan ve Eylem Zengin'in zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleriyle ilgili başvurusu sonucunda Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ihlâl etmekten mahkûm eden AİHM kararı okunduğunda, Türkiye Devleti'nin bir bakıma "merdi kıptî şecaat arz ederken sirkatin söyler" durumuna düştüğünü görmekteyiz. Devlet, bu davada verdiği savunmasında gayrimüslim Türkiye vatandaşlarının anılan dersten muaf tutulduklarını kendi haklılığının bir gerekçesi olarak ileri sürerken, aslında zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinin bir "zorunlu din (İslâm) dersi" olduğunu da itiraf etmiş olmaktaydı. Bu husus, AİHM ile neredeyse eşzamanlı olarak Türkiye'nin idare mahkemeleri ve Danıştay tarafından da tesbit edilen bir hak ihlâlidir ve hâlen devam etmektedir. Zira Türkiye, en azından, AİHS'nin eğitim hakkı ile ilgili maddesinin âmir hükmü olan "ebeveynin dinî ve felsefî inançlarına saygı gösterme" yükümlülüğünün gereğini yerine getirmemekte, tam aksine tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına (evet, gayrimüslim vatandaşlar hariç!) tektip (uniform) bir dünya görüşünü belletmeye çalışan bir din eğitim ve öğretimi pratiğini takip etmekteki ısrarını sürdürmektedir. Dahası, devletin din ile ilgili eğitim-öğretim siyasetinde, yetişme çağındaki çocuk ve gençlerin "eleştirel düşünme" yeteneğini geliştirecek çoğulcu bir zihniyet yapısına sâhip olmalarını sağlayacak bir uygulama içine girmesi zorunluluğu da göz ardı edilmektedir.

dini, milliyetçiliğe mahkûm etmek

Peki, insan hakları ile ilgili çağdaş ilke ve değerlerin ihlâl edilmesinin ardında yatan nedir? 12 Eylül darbecileri, bu ihlâlin doğrudan aracı hâline gelmiş olan zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi derslerini bu devletin temel yasa metnine yerleştirirken, malûm ve meşhûr Atatürkçülük referansına dayanmış olabilirler mi? Çünkü Atatürk, bir konuşmasında, "Herkes dinini, diyanetini öğrenmek mecburiyetindedir ama bunun yeri mekteptir" demiş olmakla zorunlu din dersleri direktifi vermiş gibi anlaşılamaz mı? Ama, galiba darbecilerin asıl gerekçesi, ülkeyi -şimdi iyice açığa çıkıyor ki darbe hazırlığı için manipüle edilmiş olan- sokak çatışmalarına götüren süreci yaşamış olmamızın gerekçesini gençlerin "yabancı ideolojilerin" etkisi altında kalmış olmalarına bağlayan zihniyetleriydi. Zorunlu din dersi uygulaması, Türkiye gençliğini "dindar" ve dolayısıyla "millî ve manevî değerlerine bağlı" ve böylece vatanına ve devletine sâdık bireyler olarak yetiştirme hedefinin önemli bir aracıydı. Bu derslerin hazırlanıp yürütülmesinde başrolde olan Diyanet'e 12 Eylül darbecileri "milletçe bütünleşme ve dayanışma amacı"yla görev yapmayı bir anayasal ve yasal vecîbe olarak yüklemişlerdi. Sayın Başbakan'ı tenzih ederim tabiî, ancak "dindar nesiller yetiştirme ideali"nin yarattığı siyasî polemik ortamının etkisiyle bir sürç-i lisan olarak görmeye çalıştığım "tinerci mi olsunlar!" nidâsının 12 Eylülcülerin "anarşist mi olsunlar" yaklaşımıyla benzerliğini görmek için herhâlde dâhi olmak gerekmiyor.

O hâlde, diyebiliriz ki Türkiye, 12 Eylül darbe rejiminden bu yana zâten Diyânet ve Millî Eğitim üzerinden "dindar nesiller" yetiştirmekte. Bu durumda sorun ne? Kanımca sorunun iki boyutu var. Biri dindarlık ile Cumhuriyet lâikliğinin kurumsal yapısı ve pratiği arasındaki çarpık ilişki. Diğeri ise Türkiye'nin eğitim politikalarına hâkim olmayı sürdüren tektip insan yetiştirme hedefini -şaşırtıcı ama gerçek, yükseköğretimde bile- muhafaza etmesi. Bu iki boyutu kucaklayan asıl büyük sorun ise milliyetçilik.

tür tipi milliyetçilik

Detaylarına daha sonra girmek üzere, biraz açayım. Milliyetçilik, burada kullandığım anlamıyla, türdeş bir kültürel yapı olarak görülen "millet" ile "devlet"in birliğini amaçlayan bir siyasî ideoloji. Millet ve devlet birliği târihi olarak eşzamanlı bir oluşum hâlinde gerçekleşmiyor. Türkiye özelinde devletin Cumhuriyet ile birlikte bir "millet oluşturma" sürecine girdiğini görüyoruz. Bu sürecin en önemli politika alanlarından birini kuşkusuz kültür oluşturuyor ve burada Türkiye, târihî bir ikilemle yüz yüze geliyor: Ermeni "Büyük Felâket"i ve "Nüfus Mübadelesi" sonrasında çok büyük çoğunluğu Müslüman olan Anadolu'da yeni millî kimliğin asıl unsuru dine dayanmak durumunda kalıyor. Nitekim Lozan'da azınlıkların "gayrimüslim" olarak nitelendirilmesi de bunun bir sonucu. 1924'te Hilâfet'in ve Şeyhülislamlığın kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve Tevhid-i Tedrisat ile aynı yıl kabûl edilen Anayasa'da milletin "Türk" olarak niteleneceği benimsenirken, gayrimüslimlerin "vatandaşlık" dışında Türk sayılamayacakları da kayıt altına alınıyor. Bundan sonra da sorun, Türklük ve Müslümanlık arasındaki ilişkinin "yeni millî kimlik" bakımından nasıl bir bileşim oluşturacağı sorununa dönüşüyor. Kemalist dönem, "Diyanet İşleri Reisliği" aracılığıyla halkın "itikadat, ibadat ve ahlak" alanlarını kontrol etmek suretiyle uygun bir millî kimlik oluşturulması gerektiği hedefine yönelirken, Kemalist dönemi eleştirel yaklaşan muhafazakâr milliyetçi kesim, İslâm'ı biraz daha öne çıkaran bir "sentez" fikrini geliştiriyor.

Eğri oturup doğru konuşalım. Kemalist dönem, "fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" nesiller yetiştirme hedefini sloganlaştırırken, aslında tek-parti otoriteryanizminin öngördüğü tektip yurttaş oluşturma pratiğinin ideolojik kılıfını da hazırlamış oluyordu. Türkiye'deki otoriter lâikliğin sürekli insan hakları ve demokratik çoğulcu standartları ihlâl edici yanları buradan kaynaklanıyor. Bunun yerine "dindar nesiller yetiştirme" hedefini benimsemek de, aslında 12 Eylül rejiminin yaptığı bir şey ve o da tektipçi bir millî devlet idealine bağlanıyor. Sorun, Türkiye'nin en sorunlu alanlarından olan eğitimde çoğulcu ve eleştirel bir zihniyetin hâkim olmasını sağlamakta. Bu ise dini şu veya bu ideoloji doğrultusunda araçsallaştıran milliyetçiliklerin tasfiyesiyle mümkün.


Zaman

Haber Ara