Bir 'Sıfır sorun' analizi
Türkiye, İran'la çatışmayı sonlandırma çabalarında olduğu gibi, kavgacı Amerika ve İsrail liderliği ile aynı hizada kalmayı etkileyici bir şekilde reddederek jeopolitik püskürtmelere direnmek zorunda kaldı.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-02-05 15:19:54
Prof. Dr. Richard Falk
Kuzey Amerika ve Avrupa'daki uzmanlar, daha önce başbakana ve dışişleri bakanına baş danışmanlık yapan ve 1 Mayıs 2009'da dışişleri bakanı olduğundan beri Ahmet Davutoğlu'nun dış politika gündeminin temel öğesi olan 'komşularla sıfır sorun' politikasını edebi bir alayla zikretmekten zevk duyuyorlar.
Bu eleştirmenler Suriye ve Irak'la yükselen gerilime, İsrail'le yaşanan Mavi Marmara olayıyla baş etmedeki devam eden beceriksizliğe ve hatta 1915 kıyımlarıyla ilişkilendirilen ve soykırımı reddetmeyi suç sayan yeni Fransız kanunuyla ateşlenmiş olan Ermeni diasporasıyla uzun zamandır çözülemeyen anlaşmazlığın yeniden ortaya çıkmasına işaret ediyorlar.
Bu meseleler elbette sorun ama bunlar başarısızlık, daha doğrusu Türkiye'nin başarısızlığı olarak mı yorumlanmalı? Belki Davutoğlu sıfır sorun diplomasisini ifade ettiğinde yeterli derecede ihtiyatlı değildi veya alternatif olarak fazla iyimserdi ama bu, komşularına özellikle de Arap komşularına ve aslında bir bütün olarak dünyaya karşı Türkiye'nin yeni yaklaşımının sinyallerini vermek için yanlış bir yol değildi. Ve Davutoğlu baş döndüren seri girişimlerle, komşuluğu daha geniş anlamda tasavvur ederek, Arap dünyasının çoğundaki Osmanlı yönetimine ilişkin kötü anıları yok etmeyi başardı.
Türk dış politikasının, Davutoğlu dışişleri bakanı olmadan yıllar önce yeni bir mecraya girdiği hatırlanmalı. Dönüm noktası, önemli ölçüde, 2003 yılında Türkiye hükümeti, Amerika'nın Irak işgali için Türkiye topraklarını kullanmasına izin vermediğinde oldu. O zaman anti-AKP koalisyonu bu kararı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük hatası olarak yorumlamıştı. Retrospektif olarak bu, Türkiye'ye, komşularına ve dünyaya Türkiye'nin dış politikada kendisi için düşünebildiğini ve hareket edebildiğini; Soğuk Savaş'ın bittiğini ve Washington'un Ankara'yı daha fazla verili kabul edemeyeceğini gösteren dönüşümsel bir andı. Ve bu hareket bazı eleştirmenlerin anında iddia ettiği gibi İslam'a dönüş ve Batı'dan uzaklaşma anlamına gelmiyordu. Yakın zamanda görüldüğü üzere Türkiye, Avrupa, İsrail ve Körfez'in İran'a karşı füze kalkanıyla bağlantılı olan radar istasyonlarına bile izin verecek derecede NATO ile ilişkilerine değer veriyor.
İlişkiler aniden bozuluncaya kadar dramatik bir başarı olarak görülen Suriye ile İsrail arasındaki barış görüşmelerini Türkiye'nin teşvik ettiği, çoktan unutuldu. Bu bozulmanın nedeni, İsrail'in 2008 yılının sonunda Gazze'ye saldırmasına bağlanmıştı ama olay İsrail'in 1967'de işgal ettiği toprakları vermek istememesiyle daha iyi anlaşılabilir. Türkiye, Balkanlar'da ve Kafkasya'da da arabulucu rolünü daha da ileri taşıdı. İmkânsız görüneni başardı ve iki düşman hükümeti Bosna ve Sırbistan'ı barışa giden yolda bir araya getirdi. Daha da istekli bir şekilde Brezilya'yla birlikte Türkiye, bu yeni bağımsız oyuncu rolünü Mayıs 2010'da Tahran'ı zenginleştirilmiş uranyumun çoğunu Türkiye'de depolamasını kabul etmeye ikna etmede kullandı. Böylece Amerika/İsrail'in savaş ve yaptırım yanlısı duruşuna karşı makul bir alternatifin olduğunu gösterdi.
Önceki, Suriye'yle dostane ilişkiler kurma çabası boş çıkmış olsa da bu, Şam'daki rejim vatandaşlarını öldürmeye başlaması ve vatandaşlarının geniş kapsamlı reform taleplerini reddetmesinden sonra oldu. Bu tarz bir görüntü değişikliği, Kaddafi muhaliflerini kıymakla tehdit ettikten sonra Libya'da da ortaya çıktı ve 2011'deki NATO'nun BM destekli Libya müdahalesinde Türkiye'nin desteğini uzattı. Bu müdahale devletin kontrolü için verilen iç mücadelenin sonucunu da şekillendirdi. Aynı zamanda, Avrupa Birliği'nin Kıbrıs meselesindeki tek taraflı duruşunu değiştirmeyi reddetmesiyle Yunanistan'la ilişkilerin limonileştiği ve Türkiye makul bir duruş ve uzlaşmacı bir ruh sergilemiş olsa da ilişkilerde geçici bir bozulma yaşandığı bir gerçek.
Türkiye halkının Filistinlilerin mücadelesine duyduğu güçlü sempatiye rağmen AKP, İsrail'le bile ilişkileri normalleştirmek için elinden gelenin en iyisini yaptı. İsrail donanmasının uluslararası sularda insanî yardım ve gönüllü taşıyan Mavi Marmara'ya 31 Mayıs 2010'da saldırması ve İsrail ablukasına meydan okuması sadece uluslararası hukukun ihlali değildi, bu olay dokuz Türk yolcunun ölümüne neden oldu. Türkiye özür ve kurbanların aileleri için tazminat talebinde bulundu. Bu makul beklentiler Tel Aviv'de kabul edilmek üzereydi ama an itibarıyla yolsuzluk ithamı altındaki şahin Dışişleri Bakanı Avigdor Liebermann önderliğindeki muhalefetin Netanyahu'ya direnmesi yüzünden bu beklentiler karşılanmadı.
Bu kısa genel bakış, Türkiye'nin Ortadoğu'da müdahale ve savaşı engellemek ve yalnızca yumuşak güce dayanan diplomatik yolları teşvik etmek için sürekli olarak uğraştığını iddia ediyor. Kuşkusuz Türkiye, İran'la çatışmayı sonlandırma çabalarında olduğu gibi, kavgacı Amerika ve İsrail liderliği ile aynı hizada kalmayı etkileyici bir şekilde reddederek jeopolitik püskürtmelere direnmek zorunda kaldı. Türkiye'nin niyetinin değerlere ve soğuk savaş sonrası bölge politikasına dayanarak hareket etmek olduğunu, Washington'dan gelen direktifleri körlemesine takip etmek olmadığını Davutoğlu doğru bir şekilde belirtti. Batı'nın başlattığı, savaşa doğru giden akıntıyı engelleyemese de Türkiye'nin yaklaşımının daha akıllıca olduğu ve bu yaklaşımın dünyaya güven verme, bu Tahran'ın nükleer silah elde etmeyi istemediği konusunda ısrar ettiği zaman dile getirdiği noktaydı, ihtimalinin daha yüksek olduğunu göstermesi açısından İran çarpıcı bir örnek. Her dış politika durumunda olduğu gibi Davutoğlu, 21. yüzyılda 'ikna'nın 'zor kullanma'dan daha etkili olduğuna dair inancını sergiliyor; ölümden, yıkımlardan ve yerinden etmeden kaçınmak da cabası.
Özetle, Türk dış politikasının mihenk taşı olan Ortadoğu'da ve dünyada komşularla sıfır sorun politikasını eylemlere yön veren değişmez bir rehber olarak değil, uzun zamandır güdülen büyük bir amaç ve güçlü bir tercih olarak görmek gerekiyor. Siyasi realitelerde, bağlamı hesaba katmaktan aciz katı bir doktrine körü körüne bağlı kalınamayacak kadar fazla çelişki var. Örneğin Suriye'de ve Libya'da Türkiye hükümeti kendi vatandaşını katleden bir rejim ve yönetim sürecini demokratikleştirmeye ve insanileştirmeye çalışan bir halk arasında seçim yapmak zorunda bırakıldı. "Sıfır sorun", sadece hükümetler arasında değil, ülkeler arasındaki ilişkileri ve çatışmalı durumlarda seçim yapılmasını gerektiren durumları hedef alan bir çerçeve olarak anlaşılmalı. Türkiye'nin Libya'da NATO'yu desteklediğinde fazla ileri gittiği veya Temmuz 2009'da İran'da seçimlerin çalınmasından sonra başlayan Yeşil Hareketi desteklemekte başarısız olduğunda ise yeterince ileri gitmediği savunulabilir. Bunlar Davutoğlu'nun, karmaşık durumlarda dış politika belirlemede realist hesaplamalar kadar önemli olduğunu belirttiği prensipleri geçersiz kılmayan yoruma açık zor seçimlerdir. Muhtemelen, eğer Yeşil Devrim daha fazla süreklilik gösterseydi ve rejim insanlarını daha yaygın bir şekilde öldürseydi Türkiye bir 'Suriye seçimi' yapacaktı.
Davutoğlu, Arap Baharı adı altında toplanan ayaklanmalara karşı desteğini birden fazla durumda ortaya koydu. Bu ayaklanmaları, gençlerin onurlu bir yaşama ve demokratik özgürlüklere duydukları açlığın bir ifadesi olarak geri döndürülemeyecek, önemli tarihsel dönüşümler olarak adlandırdı. Bu yüksek idealleri engellemek için Türkiye hiçbir şey yapmadı.
Bu bağlamda, 2012'nin ta başında Türk dış politikasının bir değerlendirmesine ulaşılabileceğini düşünüyorum. Türkiye, olabildiğince yumuşak güç diplomasisine dayanan, komşularıyla anlaşmazlıklarını çözmekte inisiyatif alan ama taraf olmadığı anlaşmazlıklarda da arabuluculuk etmek için imkânlarını sunan bir eylem planı tasarladı. İtibarı o kadar yüksek hale geldi ki ister Afganistan'la ister İran'la ilişkili olsun, anlaşmazlık çözümü için İstanbul, Avrupa başkentlerine tercih edilen mekân haline geldi. Washington'un İran konusunda Ankara'dan rahatsızlık duymasına veya İsrail'le sakinleşen sorunlara rağmen Amerika hükümetinin nükleer program konusunda İran'la müzakereler için en elverişli yer olarak İstanbul'u tercih ettiği fark ediliyor.
Aynı zamanda, Suriye ve Libya'da görüldüğü üzere, içerideki mücadelelere ilişkin taraf olmaktan kaçınmak her zaman mümkün olmuyor, Türkiye bunu yapmayı geciktirmiş ve yönetimde olan hükümetlere iç barışı sağlamaları için fırsat tanımış olsa da. Küreselleşen dünyada sınırlar mutlak değil ve eğer rejim şiddetli insan hakları ihlalleri yapıyorsa egemenliğe yol verilmeli ama askerî müdahale hâlâ son çare olmalı. Sadece olağanüstü durumlarda, hedeflenen toplum için bedeli kabul edilebilir düzeyde olan ve başarı ihtimalinin makul olduğu durumlarda uygulanmalı. Bu koşullar neredeyse hiçbir zaman olmuyor; şartlar sık sık müdahale etme arzusu yaratabiliyor olsa da, bence müdahale nadiren meşru oluyor.
Şu anda bize düşen sadece Türkiye'nin, rotada kalmasını, ülkeler arasında karşılıklı pozitif ilişkiye olanak veren her açılımı değerlendirmesini ve başkaları arasındaki anlaşmazlık çözümünü kolaylaştırmak için diplomatik duruşunu kullanmasını ümit etmek. "Sıfır sorun" politikasını başarısızlık olarak görmek yerine son on yılda dünyaya yumuşak güç diplomasisinin faydalarını gösteren Türk dış politikasının yaratıcılığını yeniden teslim etmenin zamanı geldi. Türkiye'nin ekonomik başarısı ve siyasî istikrarı ile desteklenen bu diplomasi, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın tüm bölgede ve dünyada artan popülerliğini ve saygınlığını anlamamıza yardım ediyor.
Richard Falk, Prof., Princeton Üniversitesi, Uluslararası Hukuk Bölümü
Zaman
SON VİDEO HABER
Haber Ara