Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Başkanı, emekli büyükelçi Özdem Sanberk, gerginleşen Türkiye-Fransa ilişkilerini değerlendirirken özetle bugünü kaybettiğimizi, sorunu bizden sonraki kuşaklara miras bırakacağımızı, yapılacak en akıllıca işin, ifade özgürlüğünün önündeki tüm engellerin kaldırılarak Ermeni meselesini korkmadan tartışmak olduğunu söylüyor. Tam metnini www.zaman.com.tr'de bulacağınız söyleşide, konuya Frankofon ve Anglosakson düşünce sistemlerinin ışığında bakılıyor.
Galatasaray Lisesi mezunu biri olarak Frankofonluk olgusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye'de frankofonluğu ikinci Abdülhamit'in açtığı okullarla başlatıyoruz. Saint Joseph, Saint Benoit, Notre Dame De Sion misyonerlerin okulları. Bir tek Galatarasay'da misyoner yok. Buraya saraydan şehzadeler de gidiyor, halk da. Galatasaray'dan son derece milliyetçi insanlar yetişmiştir. Misyonerlerin açtığı okullardan da dindar bir Hıristiyan çıkmamıştır.
Anglosakson ve Frankofon düşünme biçimi apayrı medeniyetleri ifade ediyor değil mi?
Doğru, ikisi tamamen ayrı kültür. Fransız eğitimde Kartezyen düşünce tarzı vardır.
Kartezyen, "Ya siyahtır ya beyazdır, ya düşman ya dosttur" diye mi düşünür?
Bu tamamen doğru değil. Fransa, Descartes gibi bir düşünürü yetiştirmiştir. Descartes şüpheciliği ortaya atmıştır. Kartezyen düşüncede, eğer bir bina yapacaksanız evvela planını çiziyor, temelini kazıyor, sonra tuğlaları koyuyorsunuz. Çatısı nasıl olacak en baştan tespit edip o plandan dışarı çıkmıyorsunuz.
Avrupa Birliği önce bu anlayışa göre kurulmak istendi sanırım.
Evet Fransız anlayışına göre, evvela gümrük birliği yoluyla ticareti geliştirmek. Zenginleştikten sonra diğer konularda ortak politikalara gitmek. En sonra bir çatı düşünüyorlar. O da siyasi birlik.
İngiliz düşünme tarzı ise tamamen tersi.
Evet, Anglosakson sistemi son derece pragmatiktir. Yapacağımız ev herkese faydalı olacak diye düşünürler. Plan fazla yok. Kabaca bir şey var. Çatısının nasıl olacağını ancak iki, üç katı çıktıktan sonraki duruma göre belirliyor. Frankofonlar daha sistematik.
Bu sistem düşkünlüğü, otoriterliği de getirmiyor mu?
Getiriyor çünkü bir sistemin dışına çıkamıyor. Bu Kartezyen düşünce tarzı Almanlara da hakimdir. Nordikler de Anglosakson tarzında düşünür. Başta tabii Amerika. Biz Kartezyen sistemde yetiştirildik. Yukarıdan aşağı doğru verilen direktifler insanları gündelik hayatlarında bir nevi askerî disipline koyuyor. Mesela şu kuşu avlayacaksın, şunu avlamayacaksın! İngilizler, kim o avlanmayı yapıyorsa, çevreyi kim kullanıyorsa bu kararı onlara bırakmak lazım diyorlar.
Yani bütün direktifler yukarıdan aşağı olmayacak.
Direktiflerin aşağıdan, lehtarından gelmesi lazım. Bu sistem hâlâ çarpışıyor Avrupa Birliği'nde. İngilizlerin amacı pragmatik bir Avrupa. Siyasi birliği hedef almayan fakat ekonomik işbirliğinde herkesin yararlanacağı bir ortak alan yaratmak. Bir üniforma giydirmek istemiyorlar Avrupa Birliği'ne. Bir anayasa yok İngiltere'de. Ne var? Mahkeme kararları var. Yüzyıllardan beri aynı sistem olduğu için o hakimler ne yapmışlarsa oraya bakılıp karar veriliyor. Bazı mahkeme kararları değişebiliyor tabii. O da zamanın ruhuna uyuyor. Ama Fransa bir kural koyduğu vakit o zamanın gerisinde kalabiliyor. Yani zaman değişmiş, o hala aynı kuralı uygulamaya devam ediyor.
Aynı Türkiye! Bu son resme baktığım zaman Türkiye'nin kendi ayıplarını görüyorum.
Tamamıyla katılıyorum. Rus tehdidi dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu zayıflayınca Almanya, Fransa ile ittifak yaptık. İngilizlerin sömürgeciliğinden biraz çekindik.
Fransızlar da sömürgeciydi ama.
Fransızlar da öyle ama sultanların yaklaşımları farklı oldu. Batı'ya açılan pencereler Fransız usulü kuruldu. Almanlarla askerî işbirliği yapıldı. Tanzimat'tan itibaren Kartezyen düşünceye kendimizi kaptırdık.
Öyleyse Ermeni meselesinin çözümü için önce kendimizi düzeltmemiz lazım.
Aynen öyle. Rahmetli Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil "Bizim Ermeni meselesi diye bir meselemiz yoktur." demişti. Böyle bir gaflet içinde Türkiye. Türkiye, bu soykırım iddiaları konusunda kamuoyu savaşlarını kaybetti. Çünkü medyaların doğruluk algısını yarattığı bir konunun yanlış olduğunu ispat etmek imkânsızdır.
Türkiye şunu diyemez mi? "Pardon! Biz o zaman yoktuk. Bu İttihat ve Terakki'nin bir günahıdır."
Diyemez. Türkiye karanlık sayfaları dahil kendi tarihine saygılıdır. Sorun şuradan çıkıyor. Türkiye'ye soykırım suçunu şantajla kabul ettirmek, babalarının fiillerinden evlatlara zorla günahkârlık itirafı yaptırmak istiyorlar.
Hıristiyanlar Adem'in ilk günahını taşıyarak doğduklarına inanırlar ve hayatları boyu o suçluluk duygusuyla yaşarlar. Ama Müslümanlar, babalarının günahını taşımaz.
Ama bizim siyasi geleneklerimizde özür dileme diye bir şey pek yoktur. Bunu bir tek rahmetli Özal Cezayir'de yaptı biliyorsunuz. Babalarının günahlarından çocuklarına zorla tövbekârlık empoze edemezsiniz. Bu trajedinin farkındayım, ama ben özür dilemedim mesela. 30 bin kişi özür diledi.
Onları kınıyor musunuz peki?
Hayır. O aydınlar zorla değil, özgür iradeleriyle yaptılar bunu. Onun da sembolik değeri var. Türkiye'de çoğulculuğa doğru bir adım, bilinçlenme, tarihi gerçekleri günahı ve savabıyla yüklenme var. "Ama günahı babam işledi" meselesinde bir mutabakat yok. Onu söyletemezsiniz herkese. Hikâyenin Ermeni versiyonunu herkes biliyor. Çünkü onların yaptığı tartışmalarda Türkiye'nin görüşü yok. Biz meselenin tartışılmasını yasaklamışız. Soykırım sözcüğünü ağzınıza alamıyorsunuz, başına sözde demeden. Siz tartışmadığınız bir konuyu bırakalım tarihçiler tartışsın diyemezsiniz.
Kaldı ki Nobel ödüllü bir yazarımızı bile bu yüzden yargılıyoruz.
Doğru, yalnız Türkiye'de ifade özgürlüğünün sorunlu olması, Fransa'nın ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı yasalar çıkarmasını gerektirmez. Türklerin ezici bir kısmı hak etmediği bir saldırı karşısında görüyor kendini. Sizin oylarınızla seçilmiş bir hükümet var. Sizin onurunuzu koruyacak laflar etmesini bekliyorsunuz. Çözüm sonraki kuşaklara kalıyor. Biz bunu çözemiyoruz.
Kur'an'da bir ayet var: "Bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez."
Bu, mükemmel bir ifade. Bu ayet aslında bizim için bir yol gösterici. Biz evvela bu meseleyi kendi aramızda tartışacağız. Tartışanlara yumurta atmayacak, yargılamayacağız. Kendi ayağımıza ateş etmeyeceğiz. Biz bunu şimdi tartışmaya başlarsak birkaç kuşak sonra sonuçlarını alırız. Fakat hâlâ tartışamıyoruz. Çünkü birtakım hükümler var ceza kanunumuzda.
Yani Türkiye önce kendi ifade özgürlüğünü kısıtlayan hükümleri kaldıracak.
Kaldıracak ve hiç korkmadan ve kısıtlamalara tabii olmadan yarın takibata uğrayacağız endişesi olmadan konuşacak. Hükümetin birtakım resmi görüşleri var. Bunları okuyarak kimseyi tatmin edemezsiniz. Açık bir tartışmaya girmek şart. Tartışma, bu meseleyi 2015'e kadar halletmez. Fakat geleceği kazanmış oluruz.
Sessizce geçiştirmek en iyi strateji
İstanbul'un köklü Musevi ailelerinden birine mensup olan Nesim Fintz, 1969'da Galatasaray Lisesi'nden sonra Charles De Gaulle bursuyla Fransa'ya gitti, henüz 27 yaşındayken Ecole Des Hautes Etudes Commerciales'de hem profesör hem de bölüm başkanı oldu. Daha sonra da Ecole İnternationale des Sciences du Traite-ment de l'Information (Bilgi-İşlem Bilimleri Uluslararası Okulu)'nun kurucusu ve direktörü oldu. Halen bu görevine devam ediyor. 1990'da TC Kültür Bakanlığı tarafından Bilgi Toplumu Üstün Hizmet Ödülü'ne layık görülen Fintz, Türkiye-Fransa ilişkilerine şöyle yaklaşıyor:
Türklerin Fransa'daki konumu nedir?
Türklerin Fransa'ya gelip yerleşmelerini, diğer toplulukların, örneğin Ermenilerin yerleşmesiyle kıyaslayınca hayli yeni olduğu görülüyor. Bu nedenle de henüz çok iyi örgütlenmiş değiller. Kimlikleri çok iyi belirmemiş. Fransız yönetiminde de fazla bir mevcudiyetleri yok. Ayrıca ana toplumla bütünleşmeye çalışan her yeni grup gibi, yeterli ve sağlam bir şöhretleri, kabullenilmiş saygınlıkları daha gelişmiş değil. Başka bir deyişle, iyi yetişmiş, iyi uyum sağlamış, Fransa'nın kültürel, ekonomik ve toplumsal yaşamında daha fazla ağırlığı olan seçkinler grubunun ortaya çıkıp kendini göstermesi gerekiyor. Yani daha yaygın ve daha etkili eğitim gerekiyor. Bir de kadroların daha da fazla sorumluluk yüklenmeleri. Bu, kendi kökeninden, kendi kökünden gurur duymayı yasaklamıyor. Ama daha fazla ortaya çıkmayı, görünmeyi, Fransızlar tarafından daha iyi tanınmayı istiyor. Kökendeki toplum ve kültür ki, gelip Fransa'nın kültürel mirasına katkıda bulunacak ve onu zenginleştirecek. Şimdi Fransa'da yükselmekte olan genç Türklerin karşısındaki en ciddi sorun bu. Kendi kökenlerini silip atmadan uyum sağlayacaklar. İkili kültürlerinden gurur duyacaklar. Türkiye kökenlerine sadık kalmakla birlikte Fransa'daki geleceklerine sevgiyle bakacaklar. Öte yandan unutmamak gerekir ki, aslında Fransızlar politik niyetli küçük adamların Türkiye hakkında anlattıkları olumsuz hikâyelerle, iki ülke arasında çok uzun yıllardan beri sürüp giden ekonomik olsun, turistik olsun, kültürel olsun çeşitli bağ ve yakınlıkları birbirinden ayırmasını biliyorlar.
Türkiye'nin yönetim kadrolarının tepkilerine ne diyorsunuz?
Bu tepkiler aslında haklı, ama haklı oldukları kadar da aşırı. Bir hükümet milletinin saygınlığını ve imajını elbette savunacaktır. Üstelik söz konusu olan demokratik bir ülkedir. Sağlıklı bir ekonomisi vardır ve politik olarak istikrarlıdır. Türkiye demokrasisini bu biçimde yargılayamazsınız. Ama tepki aşırıdır da. Bence, bu küçük ve tutarsız politik oyunu hayli sessizce geçiştirmek daha doğru bir strateji olurdu. Oysa böylesi, ana amacı zaten kendini göstermek olan bir milletvekiline arayıp da bulamadığı bir "reklam" fırsatı sundu. Kanun taslağını hazırlayan bu kimse Türkiye'nin de, Ermenistan'ın da, bu topraklarda yaşamış insanların da tarihi konusunda hiçbir şey bilmez. Ama işte bu sayede ve bir günde "Ermeni Davası"nın "kahramanı" oldu; "Türklerin korkunç şantajı"nın "kurbanı" oldu. Bu bir bakıma, o değerde olmayan bir kimseyi ve hiçbir şeye yaramayacak olan bir yasayı gereksiz yere yüceltmek anlamına geliyor. Bu yasanın yarattığı çalkantı, ne yazık ki, bir zamandan beri bu konunun gerçek boyutuna ağırbaşlılıkla eğilmeye başlamış olan uluslararası tarihçilerin çabalarını da, Ermeni ve Türk taraflarındaki akıllı ve iyi niyetli kimselerin el ele tutuşup diyalog kurma girişimlerini de hayli zedeledi. Oysa bu girişimlerin amacı inkâr edilemeyecek tarihi bir olgunun etrafında ortak noktalar bulmak, tutarlı açıklamalar yapmak, net aydınlatmalar getirmekti. Sanki böyle bir yönelme olmasın istenmiş. Sonuçta, çabalar politik oyunların kurbanı oldu.
Zaman