'Televizyonla toplumun değerleri tahrip edildi'
Televizyonların topluma etkisini değerlendiren Yönetmen Mesut Uçakan, “Günümüz filmleri ve televizyon programları, insanımızın ruhsal boşluklarını hayvani duygularla dolduruyor. Sadece şehvet meselesi değil, şiddet de bunun bir parçası. Bundan en çok etkilenenler de çocuklar” dedi.
14 Yıl Önce Güncellendi
2011-11-25 11:18:39
Medyanın, özellikle televizyonların yaptığı tahribat, şüphesiz değişik açılardan irdelenebilir. Fakat konuya siyasî boyuttan baktığımızda meselenin öyle rastgele oluşmadığını görürüz. Bu furyada, karanlık güçlerin parmaklarını aramak kimilerine göre fazlaca komplo teorisi gözükebilir. Ama bu ihtimali dikkate almamak safdilliktir. Nitekim meşhur Amerika Haber Alma Örgütü’nün (CIA), bir zamanlar ülkemizde, 60 milyon dolara yakın bir parayı muhterem medyamıza yedirdiği deşifre olmuştu. Bunu unutmayalım. Bu bizi ürkütmelidir. Her ne kadar bir Amerikalı, kendi gücünü sürdürebilmek için diğer devletleri her türlü tedbirlerle tarassut altında tutmayı ve güçsüz bırakmayı varlık sebebi olarak görse de…
Yeni nesle televizyonun negatif ya da pozitif etkisi nedir?
Gerek toplum üzerinde oynanan bu kültür operasyonları yüzünden olsun, gerek başka sebepler, ne yazık ki bugün içi boşaltılmış bir nesille karşı karşıyayız. Fikir ve estetik sancı çeken, güçlü bir kültür altyapısına sahip aydınlarımız yok. Diyelim ki; sinemada insanın ve evrenin hakikatini araştıran, düşünmeye dönük, fikrî dozajı ağır ya da estetik kalibresi yüksek bir film yaptınız. Toplumumuzun fikir ve estetik seviyesi bunu kaldıramayacağından öyle bir filme topu topu 50 bin kişiyi ancak toplayabilirsiniz. Misal mi; Anka Kuşu, Uzak, Bal, Yumurta, Uzak İhtimal… Misaller çok. Ama yellenmelerle, geğirmelerle, geyik muhabbetleriyle, içi boş tiplerle dolu bir film yaparsanız, gelmiş geçmiş en büyük hasılat rekorunu kırmanız mümkün. Misal mi; Recep İvedik…
Şunu düşünebilir miydiniz, artık bu ülkede, bu Müslüman ülkede bazı filmlerin afiş ve ilânlarına şu cümle yazılıyor: Bu filmde küfür yoktur. Düşünün ne hale geldik! Bunlardan daha büyük ispat mı olur? Gençlerimizin içi boşaltıldı. Artık düşünmekten, araştırmaktan pek hazzetmeyen, sadece eğlenmek isteyen bir gençlik var. Bu gençlik bu noktaya nasıl geldi, sinemamızın ve televizyon kanallarımızın bunda payı nedir, bu sorunun cevabı çok açık aslında. Sinemanın ve televizyonun ahlâksız film ve dizileri dikkate almadan bu yozlaşmayı açıklayamazsanız. Müstehcen filmler, şarkı türkü yarışmaları, dans yarışmaları, magazin programları, geyik muhabbeti yapan ucuz programlar daha neler neler…
Sonra da ‘Ben büyüyünce yazar olacağım, fizik mühendisi ya da atom mühendisi olacağım’ yerine ‘Futbolcu olacağım, artist olacağım, şarkıcı olacağım’ diyen milyonlarca çocuk… Futbola, artistliğe, şarkıcılığa, elbette karşı değiliz; ama bu kadar yoğun idealize edilmesine karşı olmayabilir miyiz? Sırf para ve şöhret için cazip hale getirilmesine karşı olmayabilir miyiz? Artık her şey paraya endekslendi; doğrunun, iyinin, güzelin sancısını çeken yok, ya da çok az. Bizi insanlığımızdan utandıracak kadar az hem de. Her yıl uyuşturucu kullanımı, içki, kumar, hırsızlık, gasp gibi suçların artış oranlarını takip eden var mı? Diyeceksiniz ki, istatistikler dindarlık oranının da yükseldiğini gösteriyor. Önemi yok. Bu daha çok içi boş bir dinî arayıştır. “Ben her türlü haltı edeyim Allah’ım, ama sen gene de bana Cennet’ini ver” tarzında bir keşmekeşlik göstergesi. Ola ki zaman içerisinde bu kemiyet oranı keyfiyete dönüşür de istatistikler bir anlam ifade eder.
Bunun üzerine hemen sormak istiyorum. Bazı dizilerde elinde içki kadehi, başlarında örtüleriyle bayanların dolaştığı tarz filmlerle istenilen kıvam Türkiye’de tutturuldu diyebilir miyiz?
Evet, böyle garip bir fotoğraf oluştu Türkiye’de. Bu da benim dediklerimi doğruluyor. Haramın ve helâlin idrakinde olmayan bir Müslümanlık anlayışı var. Dini, yaşadıklarına uydurma hali. Cehaletin dik âlâsı. Bazı fotoğrafların arkasında da yine uluslar arası ayak oyunları var. Kapitalist süreç, Batılı yaşam tarzı, Marksistini, milliyetçisini, şeriatçısını eze eze istediği kalıba sokuyor. Ve kimi kuzu kuzu çarklara kafasını uzatıyor, kimi de olanları mel mel seyrediyor. Başkaldırı çok zor. Başta, bir de İslâmcı kökene sahip bir parti olunca bu zorluk daha da büyüyor… Başkaldırıyı yapma gücünde bulunan kimi idealist aydınlarımız, bu başkaldırıyı, bu mesuliyeti, partiye yüklerken, kimi de yalnızlaştırılmış bir birey olarak kabuğuna çekilmek zorunda bırakılıyor.
Televizyon programlarında insanın beslenen yönü nedir?
Hayat boşluk kabul etmez. Günümüz filmleri ve televizyon programları, insanımızın ruhsal boşluklarını hayvanî duygularla dolduruluyor. Sadece şehvet meselesi değil, şiddet de bunun bir parçası. Bundan en çok etkilenenler de çocuklar. İnsanın içerisinde duygu yapılanması öyle bir haldedir ki, eğer nefisten kaynaklanan bu duyguları siz disipline etmezseniz, o seller gibi taşar ve sizi istediği tarafa doğru sürükler. Bugünkü medya bunu tetikleme vazifesi görüyor. Toplum, duygularını şekillendirip disipline edecek imana ve amele kendini oturtabilmiş değil.
Hayatın hiçbir gizemini sorgulamadan yaşayan, hayata bakışı büsbütün sekülerleşmiş, inandığı gibi değil, inancını kendine göre şekillendirmiş yığın yığın bireyler sardı dört bir yanımızı. İşin alt yapısında gerçek bir dindarlık anlayışı yok. İslâm’a hakkını verecek şekilde, doğru bir idrak seviyesine yükselmiş, hayatına doğru tatbik eder konuma gelmiş, Allah korkusunu içine sindirmiş bir toplum yok. Aslında iman meselesi işin en nirengi noktası. İnşâ hareketine önce buradan başlamak lâzım. Gerçek bir imanı ve ameli ortaya koymadan hiçbir konuyu doğru açıklamamız, hiçbir meseleyi çözebilmemiz mümkün değildir. Her tedbir palyatif bir eylem olarak kalır. Benim hayata bakışım budur.
Yönetmenler ve bu programları yapanların sorumluluğu nedir?
Türkiye’nin en büyük dramlarından biri de kavram kargaşasıdır. Hayata bakışta siz, temel espriyi, gücü, hazineyi, iksiri yakalayamadığınız müddetçe, o yanlış üzerine temellenen bütün kelime ve kavramlar da sizi yanlış tarafa sürükler. Bazı insanlar, o kavramları yanlış yerlere oturtarak (namus, ahlâk ve aile kavramları gibi) oradan kendilerine haklı gerekçeler bulabilirler. Bunu yaparken de kendi çaresizlikleri içerisinde, suçu devlete, sisteme, var olan ortama atarak rahatlayabilirler. Ama işin temeli, dediğimiz gibi, doğru idrak ve doğru tatbiktir…
Kelime-i Şehadeti gerçek mihverine oturtma eylemidir. Kelimelere, kavramlara, tevhit kaynağından, vahiy kültüründen hareketle bakmak esasıdır. Büyük bir kavram kargaşası içerisindeyiz. Böyle bir ortamda, bu olaylara farklı bakanlara Müslüman kardeşlerime hayıflanmam mümkün, ama dışlamak yanlış. Dışlamak kendi suçunu örtmektir. Ben, “Burada benim suçum nedir” diye bakarım. Kendimi sorgulayıp, ne yapıp, ne yapmadığıma ya da yapamadığımla bakarım önce. Bir yönetmen olarak inandığım filmleri niye çekemediğimi, bunda benim ne gibi hatalarım olduğunu sorgularım. Çoğu kişi Türkiye de kendini Müslüman zannediyor. Ama bu zan içinde bulunanlardan pek çoğunun, bu sözün, bu ahdin hakkını verebileceğini sanmıyorum. Benim zannım da bu. Bakınız, ‘Ey iman edenler, iman ediniz’ diyen bir âyet-i kerime var. Bu beni çok ürkütüyor.
Bizim kültürümüzle alâkası olmayan bir sürü yapım var ortada. Batı kültürünü olduğu gibi alıp, bizim toplumumuza adapte etmek ne kadar doğrudur?
Türkiye’de Batılılaşan yaşam tarzı, kapitalistleşme çabası, yeni teknoloji, sadece hayatımızı kolaylaştırmıyor, sadece eğlendirmiyor, aynı zamanda bizleri biçimlendiriyor. Bu, bir akış, bir süreç... Bu akışı, tersine çevirmemiz, kendi medeniyetimize uygun hale getirebilmemiz, dönüştürebilmemiz gerek. Bu, sihirli bir değnek uzatarak olmuyor, bu, bir süreç meselesi. Henüz bunu yapabilecek bir kitle, bir ruh oluşturulabilmiş değiliz. Bu ruh vardı, ama tarihte kaldı. Zamanla da pörsütüldü, parçalandı, darmadağın edildi.
Bunun baş sebebi kavram kargaşası. Böyle bir dönüştürmeyi ancak din sağlayabilirdi. Ama dine sahip çıkan kesimler de bu dağınıklıkta çok çarpık din algılarına sürüklendi. İstisnalarını tenzih ederiz; ama hain, despot cemaat liderleri çıktı ortaya. Herkese göre garip Müslüman tipleri oluşmaya başladı. Bu dağınıklıkta pek çok İslâmî müessese farklı yerlere sürüklendi. Bugün homojen bir Müslüman kitleden söz edebiliyor muyuz? Hayır. Ama etmek zorundayız. Medeniyetimizi yeniden oluşturmak ya da yeni bir medeniyet oluşturmak zorundayız. Kelime-i Şehadetle verdiğimiz tevhid akdini payidar kılmak zorundayız. İslâm’ı çağa göre konuşturmak değil, çağı İslâm’a göre konuşturmak zorundayız. Bunu da çağın dinamizmi ve yeni kavramlarıyla yapmak zorundayız; Batı kültürünü berhava etmeden… Tâ ki kendi medeniyetinizi oluşturana kadar...
HER ŞEY AİLE HAYATINI BERTARAF ETME ADINA YAPILIYOR
Televizyonun aile üzerinde ki etkisi nedir sizce?
Sinema bizim için çok büyük silâhtı bir zamanlar. Fakat artık televizyon çok daha güçlü bir silâh. Şimdi insanlar televizyonla yatıp televizyonla kalkıyorlar. Evlere baktığınızda her odada bir televizyon görüyorsunuz. İnsanlar, bu doğru mudur diye düşünmüyor. Oysa aile, toplumun küçük modüle edilmiş halidir. Yani toplumun tek tek hücreleridir. Hücre bozulduğunda organın bir önemi kalır mı? Bugün toplum yapımızda hücreler bozuldu, organlarımız da bozuldu, organlar bozulunca insanlarımız da bozuldu. Aile müessesi bertaraf edildi. Bunda sinemanın ve televizyonun payı büyük. Önce filmlerde müstehcen sahneler boy göstermeye başladı. Şimdi de çarpık diziler.
Olan oldu. Artık çözümü düşünme zamanı. Aileyi kurtarmak, bu vatanı kurtarmak demektir. Bu vatan nasıl kurtulacak? Kahrolsun sloganları demode oldu artık. Bu kadar yozlaşmış, dini, dili, estetiği parçalanmış bir toplumda kahrolsunlar yetmez, kahrolsunlarla yetinmek olmaz. Çözüm, bunu yapanlara ya da yayınlayana saldırmak değil. Burası bir meydan, varsa bir hünerin, varsa bir gücün çıkar sen de gösterirsin. Çözüm, varsa bir idrakin, ferasetin, paran, pulun, çevren, imkânların çıkarsın, kendince erdemli olanı yaparsın. Kendi inancın ve kendi kültürün için kullanabiliyorsan televizyonu, sinemayı o zaman çıkar kullanırsın, boş boş konuşmazsın…
Toplumda bireylerin ve inisiyatifi elinde bulunduranların sorumluluğu nedir ve nasıl bir olguyla hareket edilmesi gerekir?
Bu bir güç meselesidir. Gücün kadar etkili olabilirsin. Sanatsal, ekonomik, siyasal gücün olabilir. Fakat bu konuda işin başı devlet gücüne sahip olabilmektir. Eğer bu güç yoksa böyle konularda çok da fazla yaptırım gücünden söz edilemez. Hele demokratik bir ortamda paradan, sanattan, siyasetten, ticaretten, hukuktan, başka bir güçten söz etmek, zaten doğru değildir. Velev ki sahnede, ekranda, sokakta size rahatsızlık veren nice görüntüler de olsa. Zira bugün bu görüntülerin koruyucusu da devlettir. Laik demokratik devlet. Bu durumda kötülük karşısında susmama yükümlüğünde birer ihlâslı mü’min, olarak, bu yozlaşmalara nasıl karşı koyacağız? İşte bu, bugünkü Müslümanların en büyük dramlarından biridir. Yapılması gereken silâha sarılmak değildir. Yapılması gereken şey; film çekmektir, yazı yazmaktır, sohbet etmektedir. Toplumu fert fert ruhundan yakalamaktır: Bu dram bitene kadar, ruhlardaki bu yozlukları hohlaya hohlaya eritene kadar susmaktır.
Devletin gücünü iyinin, güzelin ve adaletin emrine verene kadar sabretmektir. Bu söylemi katı bulanlar olabilir. Bazıları, bu zihniyet iktidara gelirse, asacak, kesecek, yasaklayacak zanneder, korkar. Mevcut iktidarın Batıdaki uygulamalara bakarak bile olsa içki kullanımına küçük bir düzenleme getirdiğinde malûm çevrelerin malûm hezeyanlarla çığlık atması hep bu korku yüzündendir. Ancak öyle değil. Dinde, her şey kendi şartları içerisinde değerlendirilir. Mesele güzel insan olmaksa, güzel insan olmaya inandırmak zorundasınız karşınızdakini. O zaman bunun içine ne girer? Kılıcı ele alıp ortalığa çıkmak mı? Hayır, bunun içine eğitim, kültür, sanat girer. Bu güçlere sahipse bir devlet, çok şey yapar. Devlet yapamıyorsa, siz buna imkân bulmak zorundasınız. Eşya ve hadiseleri değiştirmeye, Allah’ın rızası doğrultusunda şekillendirmeye söz vermiş bir Müslüman olarak, kendiniz yapmak zorundasınız. Fakat yönteme, usûle, edebe dikkat ederek…
RTÜK neler yapmalı?
Laik, demokratik bir ortam yapısı içerisinde RTÜK’ün bu hususta çok radikal bir uygulaması söz konusu olamaz. O da nihayet bir hükümet politikasını kendi üzerinden topluma yansıtma çabası içerisinde. Sorun, o toplumun renginde, fotoğrafında, şeklinde gizli. Bu renk, bu şekil öyle palyatif tedbirle düzelmez. Ama tabiî ki RTÜK kendi hareket alanı içerisinde aileyi koruyucu tedbirler alabilir. Hele aile yapısına önem veren bir hükümet varken… Ama benim dediğim, demek istediğim, bunu ancak bir yere kadar yapabileceği…
EKONOMİ TOPLUMUN MİDESİDİR, SİYASET KAFASIDIR,
FAKAT SANAT GÖNLÜDÜR
Sizce bu konu üzerine neler yapılmalıdır?
Ben siyaset ve ekonomi adamlarına sık sık şunu söylüyorum: Ekonomi toplumun midesidir, siyaset kafasıdır, fakat sanat gönlüdür. Mide ve beyin akıldır, tedbirdir; gönül ise duygudur. Duygunun hareket alanı ise sanattır. Gönlü, dönüştüremediğiniz müddetçe o toplumu dönüştüremezsiniz. Toplumun sanatına hâkim olamadığınız müddetçe o toplumu dönüştüremezsiniz. Bütün ameller ve ibadetler, duygularımızı dönüştürmeye yöneliktir. Öğrenmek farzdır, kutsal bir eylemdir; fakat insan eğer sadece öğrenme planında kalıyorsa şeytanlaşıyor demektir. Ne kadar öğrenirse, o kadar artar şeytanlığı. Peki, ne zaman melekleşir? Öğrendiğini, hâle, amele, davranışlarına dönüştürdüğü oranda melekleşir. Amel dediğimiz şey, zaten duyguların şekillendiren bir eylemdir. Bunu şekillendirmenin kâmil noktasında insan için melekleşme tabiri bile yetersiz kalır. Meleklerden üstün olur insan. Âlây-ı illiyyîn’e yükselir. Bu noktayı nazara almadan hiçbir şeyi açıklayamazsınız.
Bu yüzden her dram, imanda kilitlenir, imanda açılır. Bütün kelime ve kavramı, tevhid idrakinden türeterek gerçek anlamıyla yorumladığımızda, toplumun kurtuluşundan söz edilebiliriz. Bunu Cenâb-ı Hak Kur'ân’da buyuruyor zaten ‘Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur’. Mutluluk budur, huzur budur, saadet budur, ahlâk budur. Fert için de, toplum için de… Bu serveti, bu hazineyi, bu idraki yakalayamadığınız zaman, her şey polemiğe dönüşür. Herkes kendine dönük şekillendirir her şeyi. Empati yaptığınızda herkes kendini haklı görür. Fil nedir dediğiniz zaman, sütun der. Çünkü âmâdır ve filin bacağına sarılmıştır adam, kendine göre haklıdır. Bir başkası upuzun burnuna sarılır filin ve fil hortumdur der. Ferâset, fili küllî bir bakışla görebilmektir, gözünü açıp ayn’el yakın görebilmektir. Kalp gözünü açarak olaylara İlâhî bir boyuttan bakabilmektir. Bu hususu hafife almayalım. Bu bizim en büyük meselelerimizdir. Eğer, televizyonların bu kadar zararlı hale geldiğinden şikâyet ediyorsak, lâf üretmeyelim, artık iş yapalım, film çekelim, dizi çekelim. Yani kılıç çekelim, gürz sallayalım. Tıpkı Bedr’in aslanları gibi…
Yeni Asya
SON VİDEO HABER
Haber Ara