Ömer Madra
Sevgili Dostlar, Kasım bültenimizi herkesi korkutup kaçıracak (hatta bir arkadaşımızın “uyardığı” gibi “asla kimsenin okumayacağı”) uzunlukta bir metin eşliğinde ortaya çıkarıyor ve sunuyoruz. Kişisel tatminler ve entelektüel temrinlerden çok, içinde yaşadığımız olağanüstü hareketli, renkli ve biraz da sancılı dünyanın bir tür hikâyesini sizinle paylaşmak arzusundan kaynaklanıyor bu ürkütücü uzunluk. (Üstelik, bu bültenlerin her ay biraz daha uzun denemeler halinde yayımlandığı da, eminiz, hiçbirinizin gözünden kaçmamıştır.) Günümüzün “kroniği”ni sizinle paylaşmayı deniyoruz yani. Türkiye, şimdilik, dünyadaki iki muazzam fenomenin, yani her yeri hızla sarmakta olan devrimci “bozkır yangını” ile korkunç bir hızla hepimizin üzerine çullanmakta olan iklim değişikliği olgusunun “dışında kalmış” gibi görünüyor. Bu “içine kapanık”lık halinin şüphesiz ki kendine özgü sebepleri vardır. Bu konuda medyanın eni konu negatif bir rol oynamakta olduğunu da yadsıyamayız. Açık Radyo olarak, bu yalnızlık perdesini biraz olsun aralayabilmek için vargüçle uğraştığımızı en iyi siz dinleyicilerimiz biliyorsunuz. Dünyanın durumu bilgisini gün be gün ayrıntılı olarak paylaşmanın, demokrasinin en temel gereklerinden biri olduğunu düşünerek yaptığımız yayınlara, aynı kaygılarla bu upuzun bültenleri de ekliyoruz işte. İyi bir sonbahar geçirmekte olduğunuzu umarak sevgi, saygı ve selamlarımızı sunuyoruz.
Şu 2011 Yılı, Ne yıl ama!
Aktivist ve yazar Rebecca Solnit’in bu çok çalkantılı yılın daha dördüncü gününde ölen Muhammed Buazizi’ye “Sevgili Delikanlı” hitabıyla kaleme aldığı “Umudun İşgali Hakkında Mektup”ta dediği gibi, “keder ve umutsuzluğun gücü, umudun kenar çizgileri ve sivil toplumun görünmez iç bağları” [1] hakkında konuşulacak öyle çok şey oldu ki...
İçinden İsyanlar Geçen Yıl
Küçük bir hayat ve büyük bir ölüm, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın altını üstüne getirdi: Tunus,Mısır, Bahreyn, Suriye, Yemen, Libya. Ortadoğu’da üç büyük diktatörü alaşağı etti, daha fazlasını da etmek üzere – eli kulağındadır. Bin Ali, Mubarek ve Kaddafi’nin olmadığı bir Ortadoğu! Geçen yıl bu vakitler bunu kim tahayyül edebilirdi? Hayal bile edilemeyecek şeylerin artık neredeyse “rutin” olduğu bir dünyada yaşıyoruz şimdi – üstelik, hemen hemen her yerde! [2]
Asya’dan başlayalım: Japonya’da deprem-tsunami-radyasyon üçlüsü ülkeyi arzın merkezine kadar inen temelinden salladı: toplumsal değerler ve öncelikler konusunda derin bir “vicdan muhasebesi”ne soktu. Çin artık fokur fokur kaynayan bir kazan oldu: Ücretli köle – hatta bazı durumlarda o bile değil, düpedüz köle!) olarak çalıştırılan milyonlarca genç fabrika işçisinin salgın halini alan intiharlarına şimdi çok sayıda Tibetli genç Budist rahibin (ve ilk kez bir rahibenin!) kendilerini yakıp yoketmeleri eklendi ve bunlar Çin’in zalim Kapitalist Komünist diktatörlüğü için hiç hayra alamet sayılmaz! Hindistan, çok kritik bir eşikte sallanıyor: Uygulanan ekonomi politikalarıyla günde yaklaşık 20 rupi (80 kuruş) ile geçinmek zorunda olan 800 milyon insandan bahsediyoruz! Ayrıca, dünyanın en büyük beslenme yetersizliği çeken çocuk nüfusundan. Bunları yaratan hükümet politikalarıyla ‘Dünyanın En Büyük Demokrasisi’ büyük bir infilakla çatlayıp yarılmadan daha ne kadar dayanabilir?
Ortadoğu’yla devam edelim: Suudi teokratik diktatörlüğü gelişmelerden o kadar ürküyor ki, lûtfedip, icabında kadınlara oy hakkı bile tanıyabileceğini ilan etti! Bahreyn’in Suudi ordusunun desteğindeki diktatörlüğü, hekimlik görevlerini yerine getirip, çatışmalarda hükümet güçlerinin tarumar ettiği yaralılara bakan doktor ve hemşireleri on yıllarca hapis cezasına çarptıracak kadar çıldırmış durumda. Mart ayından bu yana 3 binden fazla insanın hayatını kaybettiği Suriye’de ise isyan eden kitleler, ordunun, polisin ve yüreklere korku salan istihbarat teşkilatı elemanlarının onları her gün hunharca kesip biçmesine rağmen kaçmayı, sokaktan eve girmeyi reddediyor, isyanı ve isyancılara karşı girişilen katliam görüntülerini dünyaya ulaştırıyor. Korkuyu geride bırakmış oldukları açıkça ortada. Yemenliler hakeza. 33 yıllık diktatör, kan ve zulümle bastırmayı başaramadığı isyanın başından bu yana, 7 ayda belki de yedinci kez “bırakacağını” ilan etti.
Dört kıtada isyan ve ayaklanma: Avrupa’da Mayıs ortasından beri sokakların uğultusu dinmediği gibi, gitgide artarak yükseliyor. “Öfkeliler”in adil ve hakkaniyetli bir toplum için yürüyüşü Avrupa’nın sayısız ülke ve şehrinde barışçı bir şekilde sokakları ve meydanları teslim alıyor. Hükümetin kesinti ve kemer sıkma politikalarını protesto eden İtalya vatandaşlarının sayısı tek seferde 1 milyonu buluyor. Yunanistan’daki durumu anlatmaya dahi gerek yok: her 100 vatandaştan biri neredeyse her gün sokakta... İsrail’de her 20 vatandaştan birinin protestolara katıldığı hesaplanıyor. İzlanda’da bankaları kurtarmaya karşı isyan hareketi olanca hızıyla devam ediyor, o kadar ki, bankaları kurtaran başbakanın yargı önüne çıkarılması dahi gündemde. İspanya’da indignados’ların haysiyet, saygı ve gerçek demokrasi için mücadelesi 15 Mayıs’tan beri inatla sürüyor. Şili’de öğrenciler yüzbinlerce kişiyi bulan dev gösterilerle ve ortaokul öğrencilerinin kendi okullarını aylarca süren işgalleriyle isyan gündemindeler. Kolombiya’da 40 bin öğrenci yürüşüş halinde. Britanya’da işsiz gençler Londra’yı yakıp yıktılar. Meksika’da şiddet ve dehşetin doruğuna ulaşan uyuşturucu savaşlarına karşı, oğlu öldürülen bir şairin kederli babasının öncülüğünde önemli bir kitle hareketinin doğuşuna tanıklık ediyoruz.
Kuzey Amerika’ya geçersek. Kanada’nın Alberta eyaletinin olağanüstü doğasını birkaç yıl içinde “Mordor”a çevirerek çıkarılan katran kumu (bitumen) petrollerini ABD’ye taşıyarak, dünyanın en büyük karbon fitilini oluşturacak Keystone boru hattını engellemek için ilekçe vererek bunun korkunç sonuçlarına dikkat çeken çok sayıda bilim insanına ilaveten kendilerini Beyaz Ev önündeki parkta tutuklatan 1,220 küsur –her yaştan, meslekten, cinsten ünlü ve ünsüz– insan da iklim değişikliği mücadelesi tarihinin en büyük eylemini gerçekleştirmekteydi.
#Wall Street’i İşgal
Ve tabii, Wall Street’i İşgal hareketi! Ekim’in başında Açık Radyo sitesinde yer alan “Evet, İsyan!” başlığı altındaki yazıda, hareketin hikâyesi şöyle anlatılıyordu:
“Ekim başında ABD’de isyan –nihayet!– başladı. Daha doğrusu, Mart ayından bu yana dünyayı sarıp sarmalamaya devam eden ve Arap Baharı diye adlandırılan devrim dalgası, önce Wisconsin’de başını şöyle bir gösteriverdikten sonra, sonunda, güz başında birdenbire Kuzey Amerika sahillerinden içeri vuruverdi ve dünyanın ilk önemli devrimini gerçekleştirmiş olan bu münbit toprakları 235 yıl sonra yeniden kaplamaya başladı...
“Wall Street’i İşgal Edelim eylemi, Eylül’ün 17’sinde New York şehrinin finans merkezinin hemen yakınındaki Zuccotti Parkı’nda 11 yüksek okul öğrencisinin gecelerini ve gündüzlerini geçirmeye başlamasıyla doğdu. Çocukların elinde Adbusters’ın usta tasarımcılarının elinden çıkmış olağanüstü güzellikte bir poster de vardı: Wall Street’in saldırgan piyasa iyimserliğinin simgesi olan o pek ünlü azgın boğa heykeli üzerinde şahane bir balerina tasviri. Kız, ayak parmaklarının üzerinde kusursuz bir denge gösterisi yaparak olanca zarafetiyle dansediyordu. Boğa’nın toynaklarının hemen altında kısa, vurucu kelimeler:
‘#OCCUPYWALL STREET 17 Eylül. Çadır getir.’
Hepsi bu!
Başlangıçta bir futbol takımını oluşturacak kadar insan ancak vardı. New York şehrinin 3 dönümlük küçük bir meydanını, Zuccotti Park’ı eylemlerine mekân seçmişlerdi. Brookfield Emlakçilik Şirketi, biraz para akıtıp renove ettiği bu parkı 2005’te ‘kamu barınağı’ ilan etmiş, harcadığı para karşılığında da adını değiştirip, kendi şirket başkanının adıyla yeniden vaftiz etmişti.
İsyancılar bir süre sonra birkaç yüz kişi oldu. Kamp alanı olarak yerleştikleri bu yerel mekâna eski Liberty (Özgürlük ya da Tahrir) adını geri kazandırdıklarını gösteren küçük bir tabela astılar hemen. Konuklarını onun altında ağırlamaya başladılar. Yerleşik basın ve ana akım medyanın çoğu –hepimizin çoktan âşina olduğu o sinik tavırlarıyla– önce kaale almama, derken ‘ne istedikleri belli olmayan dağınık bir grup’ şeklinde küçümseme, aşağılama ve kendince alaya alma yolunu seçti.
Derken, hafiften başlayıp artan polis baskısı, başından itibaren çok kararlı bir şekilde tamamen barışçıl olan eylemlere baskınlar, turuncu filelerle kafese almalar, genç kadınların gözlerine gaz püskürtüp kaçmalar, gittikçe büyüyen kalabalıkları resmen tuzağa düşürüp Brooklyn Köprüsü’ne çekip 700 küsur kişilik büyük gözaltı operasyonları derken yerel, yatay, yavaş bir gelişmeye tanık olduk ve iş, kimsenin, hatta muhtemelen çağrıyı yapıp olayı örgütleyenlerin bile beklemediği bir şekilde gelişti: Hiçbir partiye, kuruluşa, lidere bağlı olmayan, hiçbir hiyerarşisi bulunmayan, solcu etiketi bile kullanmayan, alışılmış ‘devrimci’ klişe ve kalıplara uymayan, tüm kararlarını mutabakatla alan bu otonom doğrudan demokrasi hareketi görmek isteyen gözler önünde an be an serpilip gelişiyor şimdi, bir ‘bozkır yangını’ gibi büyüyor, yavaşça bir kültür devrimi halini almaya doğru gidiyor ve bütün ülke sathına doğru yayılıyordu.” [3]
Önde gelen düşünür, bilimci, müzisyen, sanatçı, oyuncu, ekonomist, sporcu, aktivist, gazeteci ve yazarlar, başta Noam Chomsky, Immanuel Wallerstein, Bill McKibben, Michael Moore, Naomi Klein, Joseph Stiglitz, Paul Krugman, Richard D. Wolff, Cornel West, Chris Hedges, Pete Seeger olmak üzere aktif destek verdiler. Liste uzundu ve saymakla bitmezdi aslında: A’dan Z’ye şöyle kısaca bir göz atarsak: Anti-Flag (punk rock grubu), Margaret Atwood, Roseanne Barr, John Carlos, Tom Chapin, Danny Glover, David Graeber, Lupe Fiasco, Arlo Guthrie, Stéphane Hessel, Immortal Technique, Gabor Maté, Radiohead, Rage Against the Machine, Mark Ruffalo, Susan Sarandon, George Soros, Yoko Ono, Slavoj Zizek ve daha pek çokları, sayıları her gün biraz daha artarak bu listeye ekleniyordu. Sendikaların, çeşitli sivil toplulukların, yerli topluluklarının da desteği ile İşgal hareketi ikinci ayının ortalarına, büyüyerek giriyor, sadece ABD’de 1,000’e yakın şehir ve kasabada kök salıyor, velhasıl dünyanın müthiş çalkantısı sürüp gidiyordu.
Gerçekçi Ol, İmkânsızı İste!
Bir avuç insan günden geceye ülkenin (ve tabii dünyanın) diskurunu değiştirivermiş, saçma sapan “tartışma” konularının yerini bir anda, sistemin değiştirilmesi meselesi almıştı. Sosyal hareketler tarihinde şimdiye kadar hiç görülmemiş bir şey olmuş, genel meclislerde alınan tüm kararların genel kabulle, oylanmadan, mutabakatla alınmasına karar verilmişti. Bu ilk kararın ardından üç ay kadar geçtikten sonra şimdi tüm ABD sathında irili ufaklı yüzlerce meclis, bu olağanüstü demokratik yöntemle tıkır tıkır işliyor.
İlk günkü toplantıdan beri işin içinde olan antropolog David Graeber, hareketin kendi gazetesi Occupied Wall Street Journal’da çıkan yazısında: “Alışılmış düşünce kalıplarına göre bunun asla mümkün olmaması gerekirdi, ama oluyor işte,” diyor. “Tıpkı aşk, devrim ya da (örneğin parçacık fiziği açısından) hayat gibi açıklanamaz olgulara benzer şekilde bu da oluyor işte.” [4]
Tabii, 1968 Devrimi’nin o unutulmaz duvar yazısını hatırlamamak imkânsız: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!”
Ardından da tabii, yüzde 99’un hareketi, âniden bastıran müthiş kışla baş etmenin ve böylelikle hareketi söndürmek için “general kış”a bel bağlayan yüzde 1’in umutlarını boşa çıkarmak için hazırlıklarını yaparken, devrimci enerjisini Avrupa’nın ve dünyanın birçok yerine “geri” yansıtmaktan geri kalmıyordu.
Üstelik yılın sonuna daha iki ay vardı!
2011, insan topluluklarındaki sonu gelmez isyan, başkaldırı ve ayaklanmalarla belirlenirken, aynı oranda doğadaki altüst oluşların da mührünü taşıyordu. Michael Busch’un Foreign Policy in Focus dergisinde yazdığı gibi, siyasi otoriteye karşı başkaldırılar dünyadaki milyonlarca insanın yaratıcı hayal gücünü harekete geçiriyordu elbette ve elbette beş kıtada birden devrimci titreşimler, sarsıntılar yaratıyordu. Ama, endüstriyel üretim âleminin yeryüzü üzerindeki o ağır ayak izine Toprak Ana’nın gittikçe artan şiddetli tepkisi ve verdiği ağır “cevap”, çok muhtemeldir ki, 21. yüzyılın ikinci onyılında dünya yüzündeki sosyal değişimin de en büyük, hatta temel kaynağı olarak değerlendirilecek. [5] Japonya’da Çernobil’den sonra en büyük nükleer krizi tetikleyen deprem ve tsunamiden Doğu Afrika’da (Afrika Boynuzu’nda) milyonlarca insanın varlığını tehdit eden kuraklığa, dünyanın en zengin ülkesi ABD’nin hem doğu, hem batı sahillerini tarumar eden orman yangınlarına, fırtınalara ve artık düzenli hale gelmiş olan sellere kadar, insan kaynaklı iklim değişikliğinin gittikçe belirginleşen, artık inkâr götürmeyen mührünü her yerde hem politikanın, hem de toplumun ta göbeğinde görmekteyiz.
“Felaketler Çakışması”
Gazeteci Christian Parenti, yerkürenin “sınırboylarında” uzun bir yolculuktan sonra kaleme aldığı kitabında, dünyada büyük bir “felaketler çakışması” öngörüyor. [6] Bu bakış açısına göre iklim değişikliği sadece fırtınalar, sular - seller ya da kuraklıklar olarak tezahür etmiyor. Aynı zamanda dinî ayrımcılık ve çatışmalar, etnik temizlikler ve pogromlar, iç savaşlar, devletlerin işlevlerini yitirmesi, kitle göçleri, kontrgerilla operasyonları, göçmenleri engellemek için sınırların miltarizasyonu gibi durumlarla da kendini gösteriyor. Sahneyi önceden hazırlayan güçler militarizm ve radikal serbest piyasacılık, yani neoliberalizm. Soğuk Savaş dönemindeki silahlanma ve militarizm yarışı, ardından da teröre karşı savaş, gelişme yolundaki ülkeleri ucuz otomatik silahlarla ve cinayet, kaçakçılık, özel harp, sorgulama teknikleri, gerilla vurkaçları ve terorizm konusunda uzmanlaşmış insanlarla doldurmuş. Neoliberalizm de artan yoksulluk, yükselen eşitsizlik, parçalanıp dağılan bir toplumsal doku yaratıyor. O zaman da, sosyal dayanışma azalıyor, geleneksel ekonomiler hasar görüp dağılıyor.
Böylece, mevcut militarizm ve yoksulluk/eşitsizlik krizlerine bir de kuraklık, seller gibi aşırı iklim olayları eklenince “felaketler çakışması” için “mükemmel fırtına” şartları meydana gelmiş oluyor. Parenti “çakışma ya da çarpışma” öncesindeki manzaraya şöyle bakıyor: Mahşerin “üç atlısı”, yani aşırı iklim olayları, militarizm ve serbest piyasa güçleri “Gezegen leşi” kavşağına doğru dörtnala geliyorlar. Zengin ülkeler kulübü olan Küresel Kuzey ülkelerinde (AB ve ABD) ise bu çakışma kendini polis devletine kayma, yabancı ve göçmen düşmanlığı politikaları, özgürlüklerin bazılarından feragat edilmesi çağrıları vb ve nihaî olarak da gittikçe sertleşen bir otoriter devlete kayma şeklinde tezahür ediyor. Çıkış? Belirsiz. “Etkileri henüz tam hissedilmese de medeniyet krizde” diyor Parenti [...] “Ya insanî ve âdil uyum yollarını hemen bulacağız, ya da bizi barbarlık manzaraları bekliyor olacak!”
Yazar ve gazeteci Ahmet Altan da, iki ay önceki bir yazısında, Türkiye açısından büyük önem taşıyacak bir çarpışma tehlikesine işaret ederek ülkede birbirine hızla yaklaşan trenlerden bahsediyordu: “Hükümet ile PKK arasında bundan öncekilere benzemeyen “öyle bir çarpışma olacak ki memleket sallanacak ... Belki Türklerle Kürtler kitleler halinde ayaklanıp bağırarak “makinistlerin” dikkatini çekip onları durdurabilir ama bilinçli bir şekilde beslenen nefret öyle güçlü ki o nefretten böyle bir akıl çıkması çok zor.” [7] Aslında kehanet sayılamayacak olan bu saptamanın gerçekleşmekte olduğunu gösteren belirtileri, tam da şu günlerde biraz da hüzünle idrak etmekteyiz.
“Çıkış”ın Tek Anahtarı: Bedenlerimiz
Açık Radyo’nun Ağustos’ta yayımlanan ve “Çarpışma Rotası” başlığını taşıyan bülteninde bu “felaketler çakışması”ndan kurtuluş ve “çatışma rotası”ndan çıkış olasılıkları üzerinde spekülasyon yapıp bunun büyük ölçüde herkesin iyice düşünüp taşınmasına bağlı olduğu yolunda birtakım “akıl yürütmelere” yer vermiş idik.
Radyomuzun daha önceki “Yarın Değil, Hemen Şimdi” ve “İnsan Kalmak” başlıklı bültenlerinde de belirtmeye çalıştığımız gibi, eğer “çözüm”, “çıkış” ya da “kurtuluş” gibi çok iddialı kavramlardan bahsedeceksek, bunun, aslında son derece mütevazı bir temele, yalnızca bize, daha doğrusu biz sıradan insanların birlikte bastırmasına bağlı olarak mümkün olabileceğini görmemiz gerekiyor galiba. Yani, “çıkış”ın tek anahtarı, “insanların kendi bedenleri, yaratıcılıkları ve ruhları” oluyor.
Aktivist Tim DeChristopher, Hazine Arazileri İdaresi’nin prestijinden ve cakasından başka hiç kimseye maddi ya da manevi herhangi bir zarar vermeyen, ama petrol ve gaz aramasından kurtardığı 14 harika doğa parçası ile çok yaratıcı özellikler taşıyan bir sivil itaatsizlik eylemi gerçekleştirdi. Bu eylem dolayısıyla –ABD hazine arazileri idaresini yanıltma suçundan– 2 yıl hapse mahkûm edildi. DeChristopher, elyazısıyla yazıp hapishane hücresinden “özgür dünyaya” gönderdiği mektupta, mahkeme yargıcının, kendisinden “pişmanlık duyması”, özür dilemesi ve bir süre susması karşılığında 2 yıl filan değil, sadece 30 gün içeride kalacağını garanti edeceği yolunda pazarlığa giriştiğini yazıyordu. Ama reddetmişti işte o ve insanlardan beklediği de kendisine “acımaları değil, katılmaları” idi. Aktivistin mahkemede son söz olarak okuduğu “savunma” şu cümleyle bitiyordu: “Hayal bile edemeyeceğimiz korkunçlukta tehlikelerin ufukta belirdiği şu noktada, işte bakın, umut böyle birşey. İlkelerini satıp savmış, ahlâken iflas etmiş bir hükümetin ortada dolaştığı bu devirde, işte bakın, yurtseverlik de böyle birşey. Sayısız hayat tehlike altındayken, bakın, sevgi de böyle birşey işte ve bu sevgi bundan sonra ancak daha da büyüyebilir.” [8]
Bu olayın ardından, ABD ve Kanada’nın önde gelen akademisyen, yazar, gazetecilerinin, yerli liderleri “Tim DeChristopher bizler için hapse girdi, öyleyse şimdi sıra bizde!” dediler ve doğrudan kendi bedenlerini araya koydular. Artık işi sadece gençlerin omuzlarına da bırakmayı doğru bulmuyorlardı. Hayatımızı atmosfere karbon pompalamakla geçirmiş olan biz savaş sonrası kuşağı da devreye girmeliyiz dediler. Onların çağrısı üzerine Ağustos ortasından itibaren iki hafta boyunca gerçekten aralarında seksenini devirmiş kadınlarla erkeklerin de olduğu insanlar kesintisiz sivil itaatsizlik eylemleri gerçekleştirdiler. Emsal olmalarını engellemek için ilk grubu ekstradan üç güne yakın içeride tutup yataksız ranzalarda neredeyse aç susuz yatıran polisin bu gaddarlığına rağmen, hareket büyük ilgi gördü, tanınmış oyuncuları içine aldı ve toplamda sayıları 1,200’ü aşan insanın kendilerini gözaltına aldırıp hapse attırmaları da işte bu “çıkış” yolundaki en önemli eylemlerden biri oldu. [9]
“Yalanlar Gerçek Olur”
Pulitzer ödüllü gazeteci, savaş muhabiri ve yazar Chris Hedges, son yıllarda özellikle habercilik dalının ve genelde gazetelerin genel bir çöküş sürecine girmiş olduğunu, bunun da toplum açısından ağır sonuçları olduğunu belirtiyor: Toplumların gitgide daha büyük kesimleri karanlık deliklere gömülüyor, bu da denetlenmemiş yolsuzluklar, dezenformasyon ve kuvvetin kötüye kullanımı ve suistimaller için daha büyük fırsatlar yaratılması anlamına geliyor. Bunun asıl vahameti şurada: Bir demokrasinin ayakta kalabilmesi vatandaşlarının güvenilir ve tarafsız enformasyon ve bilgi kaynaklarına erişebilmesine, gerçekleri yalanlardan ayırt edebilmesine ve yurttaşlık söylemiyle (medeni söylemle) sıkı sıkıya bağlı bir husus. Bizatihi haberciliğin ve muhabirlerin büyük kısmının doğranıp yokedilmesiyle birlikte bu haber (enformasyon) kaynakları da ortadan kalkıyor. [10]
Onların yerini ne alıyor peki? Haberle eğlencenin gittikçe daha fazla içiçe geçmesi, özellikle TV ekranlarında yeni bir “şöhretli gazeteciler” sınıfının yükselişi, bunların haberciliği şöhretlere ve güçlü insanlara erişim ile tanımlamaya başlamaları, gazete okurlarının büyük bir kesiminin İnternet’in “ideolojik gettoları”na çekilmeleri ve şirketlerin geleneksel habercilik sektörünü amansızca tahribe girişmesi, vatandaşları gitgide kör-sağır-dilsiz yaratıklar haline getiriyor. “Medeni söylemin akıp gittiği bu mecranın ortadan kaldırılması halinde, insanlar neye isterlerse ona inanmakta, kendi dünya görüşlerine hangi olgu ya da görüşler uyuyorsa onları seçip kullanmakta serbest kalıyorlar, uymayanları da bir kenara atıyorlar. “Bu yeni dünyada,” diyor Hedges, “yalanlar gerçek haline gelir.” [11] Siyaset mekanizması ve enformasyon sistemleri şirketler tarafından rehin alındığında, hükümetler de vatandaşların ihtiyaçlarına cevap verir olmaktan çıkar.
Ekosistemlerin şirketlerce tahribine karşı durup sivil toplumun kalıntılarını korumak için uğraşanlara da eskiden olduğu gibi, bir kez daha sokakların yolunu tutmak düşüyor. Sivil itaatsizlik eylemlerine girişmek zorundalar. Ama bu kez medya ve kitle iletişim araçları dramatik şekilde farklı. Sıradan insanların, muhaliflerin sesinin daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayacak medya ölmek üzere ve muhabirler de yokolup gitmiş. Dolayısıyla, değişim için bir ulusal hareket kurmak üzere aktivistlerin seslerini duyurmaları şimdi çok daha zor. “Gazetelerin zaafları muazzamdı,” diyor Hedges. “Ama önümüzdeki yıllarda, demokrasi için son mücadele muhalefet, sivil itaatsizlik ve protesto demek olduğundan, onları çok arayacağız.” [12]
Şirketlerle Aynı Yatağa Giren Gazetecilik
Guardian’ın etkili muhabir ve yorumcularından George Monbiot, medya imparatoru Murdoch gazetelerinin son zamanlarda Britanya’yı temellerine kadar sallayan (katledilen küçük kızların telefonlarının “hack” edilmesinden tutun, polise rüşvet dağıtılmasına ve politikacılarla sıkı manipülasyon ve hatta onların tehdit edilmesine kadar uzanan) skandalleri ile Britanya’nın en az hesap veren ve en çürümüş mesleği olan gazeteciliğin ipliğini pazara çıkardığını yazıyordu bu yaz. 13] Monbiot’nun tespiti şuydu: Ulusal gazetecilerin büyük çoğunluğu, görevleri gereği hesap sormaları gereken insanların sosyetesine, onların inanç ve kültürlerine gömülmüş, hatta boğazlarına kadar batmış durumdaydı. Dolayısıyla, elitlerle onların hükmettiği kesimler arasındaki mücadeleye pek ilgi duymuyorlardı. Daha önemli olan sorunsa, medya sahibinin ve onun ait olduğu şirket sınıfının sahip olduğu büyük ikna gücünde yatıyordu. Medya patronu kendi imajına tıpatıp uygun yayın yönetmenleri ve editörler tayin ediyor, onlar da kendi görüşlerini kendi altlarında çalışan gazetecilere dayatıyorlardı. Murdoch grubu yayın yönetmenleri ve editörleri, tıpkı diğer grupların yönetmen ve editörleri gibi, bağımsız düşünüp, bağımsız hareket ettiklerini söylüyorlar.
Ama, aralarındaki mükemmel “fikir birliği” sayesinde kolayca açığa çıkan bir yalan bu: Murdoch grubunun News Corp şirketine bağlı 247 gazetenin yönetmen ve editörlerinin istisnasız tümünün Irak’ın işgalini desteklemesi başka nasıl açıklanabilir? Dolayısıyla, bütün sağcı merkez gazeteleri şirketlerin vergi kaçırması gibi konularda tek kelime etmiyorlar. Şirket gücünü denetim altına almaya yönelik tüm düzenlemelere karşı çıkıyorlar. Toplumu birtakım dış kaynaklı değerler, yani güç, para, imaj ve şöhret konusunda sabahtan akşama eğitiyorlar. Reklamverenler bayılıyorsa da bu durum, bütün toplumu çok daha sığ, çok daha bencil bir toplum haline getiriyor. Gazetelerin ve TV’lerin çoğu okurlarını ve/ya izleyicilerini iklim değişikliğinin sebepleri konusunda düpedüz ve alenen aldatıyor mesela.
Gazeteciliğin başlıca hedefi, gücü elinde tutanları hesap vermeye zorlamaktır. Oysa, bu amaç tümüyle ters yüz ediliyor, diyor Monbiot: Köşe yazarları ve blogcular, şirket gücünün infaz memurları gibi kullanılıyor, çıkarlarını eleştiren insanları suçluyor, yeni ve farklı fikirleri bastırıyor, güçsüzlerin gözünü patlatıyorlar. Monbiot, bunlara çare olabilecek iki öneri getiriyor. Birincisi, büyük medya şirketlerinin parçalanıp tüm çoğunluk hisselerinin ayrıştırılmasıyla birlikte bir tür Parlamento denetim komisyonu kurulması. Ama, bunun kısa vadede gerçekleşmesi güç göründüğünden, öncelikle Britanya’da Ulusal Gazeteciler Birliği’nin tüm gazetecilere, toplumun çıkarlarını önde tutan ve politikacılara, şirketlere ya da diğer güçlü gruplara yaltaklanmayan dürüst gazetecilik yapacaklarına dair bir tür Hipokrat yemini ettirmesinin gerekli olduğunu belirtiyor. [14]
Amerikalı tarihçi, siyaset bilimci ve gazeteci Paul Street de, “Küresel Riyakârlığın Göbeğinde Wall Street’in İşgali” başlıklı yazısında ABD’de günümüz “medya halleri”ni şöyle betimliyor: “Medya sahipliği: Zenginlerin kritik, gerçekliği belirleyen, halk tabakalarının üzerinden silindir gibi geçen ve kitlelerde ‘rıza imalatı’na yarayan malvarlığı.” [15] Bu, öyle bir araç ki, milyonlarca insanın içinde yaşadıkları dünya ahvali hakkında bilgi ve enormasyon elde etmekte temel dayanakları olan merkez medya araçları büyük çoğunlukla, toplumun en güçlü ve zengin yüzde 1’inin elinde... Bunun yaratmakta olduğu “demokrasi açığı”nın ne kadar büyük bir sorun olduğu ise, en azından bu konuya ilgi duyanlar açısından tartışılacak bir konu olmaktan çıktı artık herhalde.
Darbeder Medya
Gelişmiş Batı toplumlarında medyanın içine düşmüş olduğu fecî durum hakkında, önde gelen bağımsız entellektüellerden bazılarının yaptığı bu gözlemlerin Türkiye için de ne kadar geçerli olduğunu ve bugünlerde bunların hemen her gün yeniden doğrulandığını görmek için fazla çaba harcamaya gerek olduğunu söyleyebilir miyiz sahiden?
Türkiye’de medyanın güç odakları karşısındaki büyük “zaafiyetine” ilişkin olarak son günlerin çarpıcı örneklerine geçmeden önce, gazeteci Alper Görmüş’ün 15 yıl öncesine ilişkin anlattığı ilginç bir hikâyeye bakalım isterseniz: Görmüş, 1 Eylül 1995’te “bu şehre” de, “bu mesleğe” de lanet okuyarak eşi küçük kızıyla Ayvalık’a taşınır. Ama, az sonra, bir yıl önceki bir röportajından dolayı düşünce suçlusu olarak TMK 8. maddesinden ceza yiyip hapse girer. Susurluk kazasını (3 Kasım 1996) adi suçlu mahkûmlarla birlikte televizyonda haberleri izlerken öğrenir. Kamyona çarpan arabada kimlerin olduğunu duyunca, anlar: Türkiye’de yeni bir dönem başlamaktadır... Tahliye olduktan kısa süre sonra, Susurluk kazasıyla ortaya çıkan devlet içindeki karanlık örgütlenmelerden hesap sorma talebiyle, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri başlar, kısa sürede de geceleri meşaleli meydan toplantıları ve yürüyüşlere dönüşür. Bir gece onlardan birine katılmak üzere Ayvalık merkez meydanına gider. Ve gözlerine inanamaz: Devlet içindeki karanlık odaklara karşı kampanya “irticaya karşı laik Türkiye” kampanyasına dönüşüvermiştir. Türkiye İran Olmayacak, laik kalacaktır. Ayvalık’ta olan her yerde olur. Sonra o toplumsal enerji, “gollük bir pasa” dönüştürülür, 28 Şubat darbecileri de “bu pası demokrasinin kalesine gönderirler”. [16]
Alper Görmüş, devletin merkez medyayı manipüle etme gücünün ne kadar yüksek seviyede olduğunu ilk kez o zaman anladığını söylüyor. “Bir dakika karanlık” eylemlerine büyük destek veren medya, eylemlerin yönü birden değişince, itirazsız, hatta “irtica karşıtı” kampanyaya daha da şevkle destek vermeye başlamıştır. Yazıda bir de çarpıcı örnek veriliyor: “Susurluk döneminin ilk aylarında gerçekten çok iyi bir gazetecilik yapmış olan Radikal [gazetesi], yeni rotaya adaptasyon konusundaki şaşırtıcı bir esneklik gösterir ve MGK’nın ünlü 28 Şubat kararlarında 2 hafta önce “İslam Faşizmi Geliyor” şeklindeki uyduruk, manipülatif ve dezenformatif “yorum”u “haber”mişçesine manşetten patlatır. (Kadınların yüksek sesle kahkaha atmasının bile yasaklanacağı söylenmektedir bu “haber/yorum”da.) Sonuçta, Görmüş, 28 Şubat’çıların medyanın da el vermesiyle “Susurluk’u bırak, irticaya bak” şeklinde çok etkili bir kampanya geliştirerek halkın bir bölümünü “darbeye razı” hale getirdiklerini belirtiyor. [17]
Medyaya Kapalı Medya
Şimdi hızla günümüze gelirsek: Medyayı hangi güçlerin kontrol altında bulundurduğunu, buna paralel olarak toplumun da medya aracılığı ile nasıl kontrol edilmesinin amaçlandığını, bir de bunlara ilaveten ne kadar güçlü bir otokontrol mekanizmasının işletimde olduğunu oldukça iyi gösteren bir “mikro-kozmik” model var elimizde. PKK’nın ölümcül saldırılarının yoğunlaşması üzerine gerilimin ülke çapında büyük çapta yükseldiği bir sırada, devletin misilleme olarak giriştiği yoğun bombardıman da olanca şiddeti ile devam ederken Başbakan, medya ile demokratik dünyada eşine ender raslanır bir buluşma gerçekleştirdi.
Baştan belirtmek gerekir ki, çok sorunlu bir buluşmaydı bu. Bu konular üzerine eğilenlerin kafalarında en az beş noktada ciddi soru işaretleri yaratıyordu:
· Bir basın toplantısı değil, “basınla toplantı” idi bir kere. Yani, kamuoyunu aydınlatma işlevine sahip olması beklenen basının kamuoyunu nasıl aydınlatacağı konusunda hükümetten tavsiye alması için düzenlenmiş bir toplantıydı.
· İkincisi, “basınla toplantı”nın basına kapalı (“off the record”) yapılmış olması, tarihte çok sık görülen bir keyfiyet değildi ve demokrasinin şeffaflık ilkesi açından acayip pürüz yaratıyordu.
· Üçüncüsü, Kürt sorunu ile ilgili olduğu bilinen bir “basınla toplantı”ya Kürt sorunu ile ilgili basın yayın organlarından hiçbiri çağrılı değildi. Hükümetin bu ayrımcı tavrı da hem mantık, hem etik açsından sorun yaratıyordu. (Ayrıca, toplantıya çağrılan ve katılan medya temsilcilerinden herhangi biri bu noktaya ilişkin demokratik itirazını “masa”ya getirdi mi, bunu bilemiyoruz.)
· Dördüncüsü, Kürt meselesinin militer “çözümü” dışındaki konularda hükümete muhalif olan dört gazete de toplantıya çağrılmamış, onlar da alenen ayrımcılığa maruz bırakılmıştı. (İşin ironik tarafı, bu gazetelerin hepsinin PKK sorununun askerî yollarla “çözülmesi” konusunda toplantıya katılan öteki basın organlarının –belki biri hariç– hemen hemen tamamının editoryal ekibi ve sahipleriyle muhtemelen hemfikir olmalarına karşın çağrılmamış olmalarıydı.)
· Beşincisi ve belki de en önemlisi, yayın yönetmenlerine hiç karışmadıklarını ısrarla savunagelen medya sahiplerinin –Başbakan’ın deyimiyle “tam katılımlı” olarak toplantıda yerini almasıydı. [18] Yani, medya sahipleri zümresi, iktidarın “tavsiyelerini” dinlemek üzere “bağımsız” yayın yönetmenlerinin yanında toplantıya çağrılmış ve bu çağrıya “tam tekmil” icabet etmişti. Doğrusu, bu da siyasi iktidar - medya sahipliği ilişkileri tarihi açısından ibretlik bir örnek teşkil ediyor olsa gerekti. (İleride İletişim Fakültelerinin medya teorisi derslerinde etraflıca ele alınması, hatta genç araştırmacılar için bir doktora tezinin çıkış noktası yapılması beklenmelidir.)
Yazının devamını okumak için tıklayın
Muharip medya