Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Cevat Öneş: Çözüme en yakın noktadayız!

MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, dozu yükseltilen şiddete, ölümlere ve acılara rağmen Kürt Sorununun çözümünde “en yakın noktada” olduğumuzu söylüyor. İşte ayrıntılar:

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-10-04 12:15:28

Cevat Öneş: Çözüme en yakın noktadayız!
Osman Sağırlı-Adem Demir röportajı

Milli İstihbarat Teşkilatı eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, “terör” ve “Kürt sorunu” konusunda Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu yetkin isimlerden.

MİT gibi bir kurumda yıllarca görev yapmak müthiş bir birikim ve deneyim kazandırmış kendisine. Görevdeyken nasıl mücadele ettiğini, ne tür görüşmeler gerçekleştirdiğini bilmiyoruz. Ama emekli olduğu 2005 yılından bu yana görüşlerini, birikimlerini net ve objektif olarak zaman zaman kamuoyuyla paylaşıyor.

Toplumun farklı ideolojik yapıları da bu tavrından dolayı ona karşı saygılı. Olaylara bakış, tespitleri , analizleri mantıklı ve ikna edici. Bildik tanıdık “bürokrat” tipine hiç benzemiyor.

Görüşlerini dile getirirken de serinkanlı tutumu kimi zaman insanı şaşırtıyor. Örneğin yaşanan acılara rağmen “duygusal olmaya hakkımız yok” diyerek terör olaylarını değerlendirirken çözüm önerilerini de peş peşe sıralıyor.

Öneş, son zamanlarda artan terör olayları, açılım politikaları ve Kürt sorununun çözümü konusunda nelerin yapılması gerektiği konusunda Türkiye gazetesine çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.

Ankara’da sorularımızı cevaplayan Öneş, dozu yükseltilen şiddete, ölümlere ve acılara rağmen Kürt sorununun çözümünde “en yakın noktada” olduğumuzu söylüyor.

Açılım politikasından vazgeçilemeyeceğinin altını da çizen Öneş ile “anayasa üzerinde yürütülen tartışmalar”, “üniter devlet” ve Kürtçe eğitim hususundaki söyleşiden önemli bölümler:

Kürt sorunu, Türkiye’nin en önemli meselesi. Bugüne kadar yaşanan büyük acılara son verilmesi için başlatılan “Açılım Projesi”nde gelinen noktayı nasıl yorumluyorsunuz?


2005 yılında emekli olduktan sonra Hakkâri, Diyarbakır, Van, Siirt gibi bazı kentlerde salon ve kitlesel toplantılara katıldım. Gerek Kürt kimlikli vatandaşlarımız gerekse Kürt siyasetçilerde bir ayrılıkçılık hareketi görmediğimi söyleyebilirim.

En radikal unsurlarda dahi ayrılma, bir devlet kurma gibi bir arzu yoktu olanlarda ise bu oran çok düşük. Tarihten gelen birikimlerle birlikte devletle sorunlu olan bir halk, devlete karşı güvenini kaybetmiş bir kitle ile karşılaştım.

Çok ciddi bir güvensizlik algısı gördüm. Bunun için travmatik psikolojiyi yönetecek ve bir güven ortamını oluşturacak adımların öncelikli olarak ele alınması gerekir.

Kardeşlik projesi bu sürecin parçası mıydı?


Evet 2009 yılında başlatılan “Demokratik Açılım” ya da diğer adıyla “Milli Birlik Kardeşlik” projesi çok cesaretli bir siyasal adımdır. Türkiye siyasetinin böylesine etnik meseleleri, özellikle karşı karşıya olduğumuz PKK gerçeği karşısında çok güçlü bir siyasi iradeyle kendini ortaya koyduğunu ifade edebilirim.

Esasında 2002’den itibaren özellikle AB kriterlerinin hayata geçirilmesiyle çözüm sürecini başlatan adımlar atıldı. Ama 2009’da siyasi iradenin attığı adım, sorunu artık somut olarak çözmek istediğini bize gösterdi. Türkiye’nin siyaset tarihinde hiç olmayan bir şey oldu. Türkiye bu meseleyi tartışmaya başladı ve bir demokratikleşme süreci içerisine girdi.

Toplum artık hak taleplerinde daha gür bir şekilde ses verebiliyor. Bu açılım süreci ayrılık dâhil her türlü düşüncenin tartışılmasını sağlayan bir ortam oluşturdu. Tartışmalar önemli sonuçlar vermiştir.

Çünkü Türkiye toplumunun tüm farklılıkları çözüm istiyor artık. Kürt meselesi ve diğer temel sorunların çözülmesini arzuluyor. Toplum, PKK’nın silahsızlandırılması konusunda siyasete sürekli güçlü mesajlar verdi. Fakat siyaset bu süreçte bir takım tıkanmalarla karşılaştı.

Herkes çözüm istiyorsa bunun hayata geçirilmesini engelleyen en temel eksiklik nedir?

Şunu söyleyebilirim. Türkiye siyaseti bu güçlü dinamiklere rağmen çözüm konusunda ihtiyaç duyulan kapsamlı projesini hazırlayıp ortaya koyamamış ve toplumla paylaşamamıştır.

Bunun böyle olmasının arka planındaysa siyasetin aldığı riskin çok ağır oluşu ve iktidar olup olamamaktaki korkuyla bağlantısı var.

Kimileri “Açılım bitti”, kimileri de “duraksadı” diyor. Siz ne diyorsunuz?


Gelişmelere siyasi partilerin davranışları açısından değil, Türkiye dinamikleri açısından bakıyorum. Türkiye’nin toplumsal dinamikleri bu çözümü zorunlu kılıyor. Türkiye’nin sorunu, bu güçlü dinamiklere iktidarıyla-muhalefetiyle siyasetin yeterince cevap verememesidir.

Açılımın bitirilmesi mümkün değil. Hatta yaşanan gelişmeler açılımın sonlandırılmasına yönelik olsa da tarihsel gelişim bizlere aksini gösterecek. Hatta olup bitenler açılımı sürdürmeye zorluyor. Bu iradeye, toplumsal talebe cevap verebilen siyasi iktidarlar Türkiye’de varlıklarını koruyabilecek, cevap vermeyenler tasfiye olacak.

Şu anki durum Türkiye’nin bir bölgesel güç ve küresel aktör olma kabiliyetini artırıyor. Orta Doğu’daki gelişmeler de bunun ispatı. Ancak Türkiye’nin bir bölgesel güç, küresel aktör olabilmesi için kendi sorunlarını öncelikle çözmesi gerekli.

Çözemediği takdirde neler olur?

Türkiye’nin bölgesel güç ve küresel aktör olma kabiliyeti ortadan kalkar.

Özellikle bu dönemde ülkenin dış politikasında artan derinliğinin somutlaşabilmesi küresel ölçekte bir güç olabilmesi için öncelikle evinin içini düzeltmesi gerekiyor.

Bu da ancak ve ancak nitelikli evrensel demokratik değerlerle somutlaşacak bir yapıyla mümkün.

"Kürt Barışı’ndan” bahsedilirken yeniden çatışmalı ortama neden girildi?


PKK’nın silahlı kanadının legal Kürt siyasetiyle yani BDP ile çelişkisi olduğunu düşünüyorum. Aralık 2010’da Diyarbakır’da “Demokratik Özerklik Çalıştayı” yapıldı. O çalıştaya ben de katılmıştım. Burada BDP’nin ‘Demokratik Özerklik’ taslağı vardı. Bunu bir kitapçık olarak Meclis’te dağıtmış ve kamuoyuyla da paylaşmıştı.

Söz konusu taslak bir etnik yapı üzerine oturmayan, tamamen Türkiye’ye hitap eden, daha ziyade Avrupa yerel yönetimler özerklik şartına paralel bir bölgesel yönetim modeli ortaya çıkarıyordu. Bu tasarısı tartışılırken, hiç kimsenin haberi olmadan DTK içinde bir grup genç tarafından hazırlanmış başka bir taslakla karşılaştık.

Bu taslak öncekine hiç benzemeyen etnik ağırlıklı coğrafi bir yapı üzerine kurulu ve çoğulcu siyaseti dışlayan ve sadece PKK’nın hâkim olduğu, şekillendirdiği siyasal bir model olarak karşımıza çıktı. Bu da 2010’daki o ayrışma Silvan’da askerlere yönelik saldırı yapıldığı gün Aysel Tuğluk tarafından bir bildiriyle kamuoyuna duyurulmuş oldu.

Halbu ki, Öcalan’ın “devletle anlaştım dediği” protokollerde “Demokratik Özerklik” konusu yer almıyor. Aksine bunun zaman içinde çözülebileceğini ifade ediyor. Kandil’e giden dokümanların içinde de buna yer vermiyor. Bana göre Kandil, bu demokratik özerklik vurgusunu kendi ideolojik yapısı içerisinde Türkiye siyasetine dayatıyor.

Kandil Öcalan’a rağmen mi bunu yapıyor?


Bunu bir çoğulcu sistem içerisinde Türk seçmenin kabul edip etmemesine bağlamadan kendi istekleri çerçevesinde silahın gölgesinde dayattığı bir mesele olarak öne çıkarıyor.

Ben temel ayrımı burada görüyorum. Çünkü hiçbir zaman Türkiye’de hiçbir siyasi parti ve hatta BDP’nin büyük çoğunluğu dahi etnik bir yapı üzerinden ve PKK’nın kontrolünde, çoğulculuğu ret eden bir demok-ratik özerkliğe ‘evet’ demez.

PKK neden tekrar şiddeti tırmandırdı?


Böylesine bir gelişme yaşanırken Başbakan’ın son gezilerindeki mesajları, Filistin meselesini dünya kamuoyunun bilgisine sunuşu, İsrail yönetimine karşı almış olduğu kesin tavrı incelediğimizde ortaya ilginç sonuçlar çıkar.

Bu tutumdan rahatsız olan dış merkezler olduğunu fark ediyoruz. Suriye, İsrail, İran ve Orta Doğu bölgesinde stratejik çıkarları olan bazı ülkelerde var. Bu da siyasi boşluklara neden oldu. PKK bundan faydalanmak istedi.

Bazı devletler de bu siyasal boşluklardan yararlanarak PKK ile doğrudan veya dolaylı bir karşılıkla mesajlaşma içerisine girmiş olabilirler. Böylesine bir işbirliği neticesinde bu silahlı eylemlerin Türkiye’de artırılması gibi bir süreç başlatılmış olabilir. Ki ben bunu kuvvetle muhtemel görüyorum.

Türkiye

Haber Ara